Hukûkî ve içtimâî çok geniş mânâlı bir kelime olan adâlet hakkındaki târifler oldukça fazladır. Çünkü kelime, çeşitli dünyâ görüşlerine ve dînî ıstılahdaki yerlerine göre değişmektedir.
Adâlet lügatte; âdil olmak, insâf etmek, işte doğru olmak, meyi etmek, dönmek, eşit muâmele etmek, düzeltmek, doğrultmak, doğru dürüst olmak gibi mânâlara gelir. Ayrıca kelimenin hukûkî ve ıstılâhî târifleri de vardır. Dînî ıstılâhda, fıkıh, hadîs ve ahlâk ilimlerinin her birinde bir çok târifleri yapılmıştır.
Adâlet, bir âmirin, bir hâkimin, memleketi idâre için koyduğu kânun, kâide ve çizdiği hudûd içinde hareket etmektir. Zulüm ise bunlann dışına çıkmaktır.
Kısa ve öz olarak adâlet, kendi müh künde olanı kullanmak demektir. Adâletin dînimizdeki târifi de budur. Zutüm İse, başkasının malına, mülküne tecâvüz olup adâletin zıddıdır.
Allahü teâlânın fiilleridir. Buna göre, Allahü teâlânın fiilleri yâni işleri için; “Filân şey adâlete uymuyor” denilemez. O’nun işlerinde adâlete uymayan bir şey yoktur. Allahü teâlâ, her memlekette yetişen kulları için, adâleti fazlası ile yapmıştır. Akıl ve bâliğ olmadan ölen kâfir çocuklarını Cehennem’e sokmayacaktır. Akıl ve bâliğ olduktan, yâni evlenecek çağa ğeldikten sonra, Muhammed aleyhisselâmın dînini duymadan ölen kâfirlere de azâb yapmıyacaktır.
Bunlar, İslâm dînini, Cennet’i, Cehennem’i işittikten sonra, merâk edip öğrenmez ve inâd edip inanmazlarsa o zaman azâb göreceklerdir. Allahü teâlânın, peygamber gönderip bütün insanları doğru yola dâvet etmesi de adâlettir. Bâzı kimseleri müslümanlar arasında İslâm terbiyesi ile yetiştirmesi, bunlar için bir ihsânıdır. Fakat bu, gayr-i müslim insanlar arasında yetişenlere, bir zulüm ve adâletsizlik değildir. Adâlet ile ihsânı birbirine karıştırmamalıdır. İhsân yapmamak zulüm olmaz ve ihsânı istemek kimsenin hakkı değildir. Meselâ, bakkaldan bir kilo pirinç alınsa, bakkalın tam bir kilo tartması adâlettir. Noksan tartması zulüm; bir kilodan biraz fazla vermesi de ihsân olur. Fakat, bu ihsânı yapmaya mecbûr olmadığı gibi, bunu istemek de alıcının hakkı değildir.
Allahü teâlânın da, müslüman çocuklarına, müslüman ana-babalardan gelmeyi ve İslâm terbiyesi ile yetişmeyi nasîb etmesi, oplara bir ihsânı ise de yukarıda da bildirildiği gibi bu durum gayr-i müslimlerin çocuklarına bir adâ-letsizlik ve zulüm değildir. Allahü teâlâ-nın, müslüman çocuklarına yaptığı büyük ihsândır. Dilediğine ihsân eder. Fakat bu büyük ihsânı yaptığı kimseler, nankörlük ederler, kâfir olurlarsa, bunların cezâsı, azâbı da kâfirinkine göre kat kat ziyâde olacaktır. Bu misâlden anlaşılacağı gibi, Allahü teâlânın hiç bir fiilinde adâletsizlik mümkün değildir ve O hep âdildir. Zâten esmâ-i hüsnâ yâni Allahü teâlânın doksan dokuz isminin biri de el-Adlü’dür.
Fıkıh İlmînin muâmelât mevzOunda, bir kimsenin şâhid olarak kabûl edilebilmesi, verdiği bir habere İnanılabilmesi için o kimsede adâlet vasfı aranır. Bu ilimde bir kimsenin Adil olabilmesi için bildirilen vasıflar; büyük günah işlememesi. küçük günah işlemekte de ısrâr etmemesi, emredilen ibâdetleri yapması, hasenâtı yâni İyilikleri seyyiâtına yâni kötülüklerine gâlib olması, kısaca hâl ve hareketlerinde iyiliklerin, kötülüklerden çok olması demektir. Bir kimsenin böyle bilinmesi, tanınması âdil olarak kabûl edilmesi için kâfidir, imâm-ı a’zam hazretleri böyle buyurmuştur. Imâm-ı Ebû Yûsuf ve Imâm-ı Muhammed hazretleri ise, bir kimsenin sözünün kabûl edilebilmesi için adâlet sıfatını taşıdığının (âdil olduğunun) bilinmesinin kâfi gelmeyeceğini, bu sıfatların o kimsede hakîkaten bulunup bulunmadığının iyice araştırılması îcâbettiğini bildirmişlerdir.
Hadîs ilmi usûlünde adâlet deyince, hadîs-i şerîf rivâyet eden bir râvînin, rivâ-yetine îtimâd olunabilmesi için taşıması îcâbeden vasıflar anlaşılmaktadır. Peygamber efendimizin sallallahü aleyhi ve sellem, mübârek sözleri olan hadîs-i şerifleri nakil ve rivâyet ederken, çok hassas davranılması, en ufak bir yanlışlığa meydan verilmemesi îcâbettiği meydandadır. Buna göre bir râvînin adâlet sâhibi yâni âdil olabilmesi için şu vasıflara sâhib olması lâzımdır. Müslüman, âkil ve bâliğ, takvâ ve şahsiyet sâhibi ve bid’atten uzak olmak. İster şeri mes’ elelerde, ister günlük işlerinde olsun yalan söyleyen, fâsık (açıktan günah işleyen) biri olarak tanınan kimse âdil kabûl edilmez. Resûlullah efendimiz sallallahü aleyhi ve sellem hakkında bir defâ da olsa yalan söyleyen, buna tövbe de etse âdil olmaktan çıkmıştır. Bunun rivâyeti bir daha kabûl edilmez.
İşte bu vasıfları taşıyan kimseye âdil sıfatına da adi denir.
Adâlet, ahlâk ilminde de mühim yer tutmaktadır. Ahlâk İlmine dâir yazılan eserlerin Önde gelenlerinden “Ahlâk-ı alâî” kitabında bildirildiğine göre, faziletlerin, iyi huyların esâsı; hikmet, İffet, şecâat ve adâlet olmak üzere dörttür. Adâletin, ilk üç huyun insanda yerleşmesi neticesinde meydana gelen ve hepsini toplayıp İçine alan yüksek bir fazîlet . olduğu bildirilmiştir.
Yine “Ahlâk-ı alâf’de bildirildiğine göre bütün iyi huylar, bu dört ana huydan meydana çıkmaktadır. Sadâkat, ülfet, vefâ, şefkat, sıla-i rahm ve tevekkül, adâletten meydana gelen güzel huylardandır.
Adâlet; huyları ve hareketleri, dîne ve akla uygun olmaktır. Görünüşü içi gibi olmak, herkesin yanında yalnız iken olduğu gibi bulunmaktır, iki yüzlü olmamaktır. iki yüzlülük, adâlet değil münâfıklıktır.
İslâm âlimleri, adâletin iyi huyların en şereflisi olduğunu bildirmişler ve; “Âdil kimse insanların en iyisidir” buyurmuşlardır. iyiliklerin en şereflisi de adâlettir. Adâlet, îtidâlde yâni ortada olmak demektir. “Ortadan ayrılanda adâlet vardır” demek yanlış olur.
Bir malı, bir nîmeti bölerken, muâme-lâtta’ alış-verişte ve ukûbâtta, yâni cezâ vermekte adâlet lâzımdır.
Allahü teâlâ, Kur’ân-ı kerîmde adâlet ve ihsânı emretmekte ve Nahl sûresi 90. âyetinde meâlen; “Muhakkak ki Allahü teâlâ, adâleti, ihsânı ve akrabaya vermeyi emrediyor…” buyurmaktadır.
Süfyân bin Uyeyne de; “Adâlet, dışını ve içini aynı bulundurmak; ihsân; içini dışından daha iyi yapmaktır” buyurdu.
Râgıb-ı Isfehânî (r.aleyh), adâleti; “Normal olarak borcunu ödemek, alacağını almak, vazifesini yapıp, karşılığında hak ettiğini almaktır. İhsân ise, borcunu öderken fazlasıyla ödemek, alacağını alırken de alacağından daha azını almaktır” diye târif etmektedir.
Sultânın, devlet reisinin ve adamlan-nın teb’asına adâlet üzere davranıp şefkatli olmaları, âhıret azâblarını göz önüne getirmeleri, hüküm verirken ehline ve teb’asına âdil olmaları lâzımdır. Ahırette kurtulanlar ancak âdil davrananlardır.
Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem; “Sultanın bir saatlik adâleti, teb’anın altmış senelik ibâdetinden iyidir başka bir rivâyette ise; Yetmiş senelik ibâdetinden iyidir” buyurdu. Alimlerden biri, bu hadîs-i şerifin tefsirinde buyurdu ki: “Alimler; altmış sene, çarşı pazarda bulunanlara emr-i mârûf yapıp, Cum’a namazı vaktinde, dükkanlannızın kapıiannı örtün, câmiye gidin dese, yine de bir çoklan buna aldınş etmez. Ama sultan; “Cum’a namazı vaktinde hiç kimse dükkanını açmayacaktır, herkes Cum’a ya gidecektir” diye emir verse, kimse dükkanını açmaz.” “Sultânın bir saatlik adâ-letinin, teb’anın altmış yıllık ibâdetinden iyi olduğu buradan anlaşılmaktadır.”
“Sahîh-i Müslim”de, Abdullah bin Ömer’in (r.anhümâ) bildirdiği hadîs-i şerîfde; “Muhakkak ki adûletle hareket edenler, nurdan minberler Üzerinde bulunurlar” buyruldu.
Bir hadîs-i şerîfde de; “On kişi üzerine hükümet eden kimseyi, Arasat’a bağlı olarak getirirler. Adâlet etmişse kurtulur, zulm etmişse tutulur” buyruldu. Başka bir rivâyette de; ki kimseyi idâre eden buyrulmuştur. O hâlde, Allahü teâlânın kullarına zulmeden, hakikatte kendine zulmetmiş olur. Çünkü zulmün karşılığı insanın kendine döner. İnsanın evvelâ kendine, hareketlerine, âzâlarına; ikinci olarak da, çoluk-çocuğuna, komşularına, arkadaşlanna adâlet yapması lâzımdır. Adliyecilerin ve hükümet adamlannın da, millete adâlet yapması gerekir. Demek ki, bir insanda adâletin bulunabilmesi için, önce kendi hareketlerinde, adâleti gözetmeli her kuvvet ve âzâsını yaratılış gâyesine göre kullanmalıdır. Allahü teâlânın âdetini değiştirip, onları aklın ve İslâmiyet’in beğenmediği yerlerde kullanmamalıdır. Çoluk-çocuğu varsa, onlara karşı da, akla ve dîne uygun hareket etmeli, dînin gösterdiği güzel ahlâkdan sapmamalı-dır. Güzel ahlâk ile huylanmalıdır. Hâkim, vâli, kumandan ve herhangi bir âmir, emri altında bulunanlara adâletli muâmele etmelidir. Böyle olan kimse, bu dünyâda Allahü teâlânın sevgili kulu olmuştur.
Kıyâmette de âdiller için vâd edilen nimetlere kavuşur. Bu şekildeki kimsenin hayır ve bereketi, onun bulunduğu tâlihli zamâna, mübârek yere ve orada bulunmakla bahtiyâr olan insanlara, hayvanlara, hattâ nebâtlara ve uzaklara sirâyet eder, yayılır. Fakat, Allah korusun, bir yerin ileri gelenleri şefkatli, iyi huylu, adâletli olmaz, insan haklanna saldırır, zulm, yağma, işkence yaparlarsa, bunlar 178 İslâm Tarihi Ansiklopedisi adâlet erbâbı değil, şeytanın dost ve yoldaşlarıdır.
Aldatmasın seni, diktatörün sarayları, kumaşı, Saray bahçesini, sular dâim, mazlûmlann gözyaşı! beyti tam yerinde söylenmiştir. Emri altında olanlara merhamet etmeyenler, kıyâmet günü Allahü teâlânın merhametinden uzak kalacaklardır.
Meryem sûresinin 81. âyet-i kerîmesinde meâlen “Mâlik, hâkim olduğunu söylediği şeylerin hepsini elinden alırız. Yalnız başına huzû-rumuza gelir” buyrulmuştur. Burada buyrulduğu gibi, Allahü teâlânın mahkemesine, yüzü kara, sürünerek getirilir. Yaptığı kötülükleri inkâr edemez. Hepsinin cezâsını ziyâdesiyle çeker. Yaptığı zulümlerin, işkencelerin karanlığı, etrâ-fını kaplar, önünü göremez. Azâb meleklerinin pençesinde, kendi yaptık-lannın kat kat kötüsünü çekmek için, Cehennem’e atılır. Allahü teâlânın dînini beğenmediği, ona karşı geldiği için rahmete kavuşamaz.
Adâletin ne olduğunu insan aklı ile bulmak çok güç olduğundan, Allahü teâlâ, kullarına acıyarak, memleketleri korumak için bir ölçü âleti gönderdi. Bu ilâhî âletle, yâni peygamberlerin (aleyhi-müssalevâtü vetteslîmât) getirdikleri dinlerle adâleti ölçmek kolay oldu. İslâm devletlerinde hâkimler adâleti bu İlâhî kânunlarla sağladılar. Hadîd sûresinin 25. âyet-i kerîmesinde meâlen; “Onlara kitâb ve terâzî gönderdik ki, bunlarla adâleti yerine getirsinler” buyruldu. Burada kitap din demektir. Çünki din; Kur’ân-ı kerîmdeki emir ve yasakların hükmüdür. İslâmiyet’e nâmûs-i ilâh! de denir. Bugün ve kıyâmete kadar kullanılması emr olunan ilâhî ölçü, Muhammed aley-hisselâma gönderilen ölçüdür.
Ahlâk ilmine göre adâlet üçe ayrılır: Birincisi, Allahü teâlâya kulluk etmektir. Allahü teâlânın merhameti, nimetleri, ihsânları, her mahlûka yayılmıştır. Nimetlerinin en büyüğü, kullarına saâdet yolunu göstermesidir. Haklan yok iken, hepsini en güzel şekilde yaratmıştır. Ebedî, sayısız nimetler, iyilikler vermiştir. Böyle bir sâhibe, yaratana ibâdet etmek, O’nun ihsân ettiği nimetlere şükretmek elbette lâzımdır. Adâlet için sâhibinin hakkını gözetmek îcâb eder. Her insanın, yaratanına borçlu olduğu kulluk hakkını yerine getirmesi vâcibdir.
İkincisi, insanların hakkını edâ etmektir. Hükümete, âmirlere, kânûn-lara karşı gelmemek, âlimlere hürmet, emânetlere vefâ, alışveriş haklarını edâ, vâdlerini îfâ etmek lâzımdır.
Üçüncüsü, geçmişlerin haklarını edâ etmektir. Bu, onların borçlarını ödemek, vasiyetlerini yerine getirmek, vakflannı muhâfaza ve bıraktığı hayrât ve hasenâtı devâm ettirmekle olur.
Adâlet mefhumunun, haksızlık ve zulüm bulunma ihtimâli olmadan, en güzel şekilde tecellî edeceği, zâlimden mazlumun hakkının alınacağı gün mahşer günüdür. O muazzam hesap gününe Rûz-i cezâ veya Mahkeme-i kübrâ da denir. Orada hâkim, görünen ve görünmeyen bütün mahlûkâtın yaratıcısı yegâne sâhip ve mâliki, kudret ve azamet sâhibi olan Hak teâlâ hazretleridir. O günde, adâletin noksan tecellî etmesi, zâlimde, mazlumun ufacık bir hakkının bile kalması mümkün değildir. Orada adâlet tam tecellî edecektir. Allahü teâlâ-nın, peygamberleri vâsıtasıyla kullarına bildirdiği ve uymalannı emrettiği adâlete de İlâhî adâlet denmektedir.
Adâlet ile alâkalı olarak bâzı âyet-i kerîmelerde meâlen buyruldu ki:
“…(Ey Resulüm!) De ki: Ben Allahü teâlânın indirdiği her kitaba îmân ettim. Aranızda adaleti yerine getirmekle emrolun-dum. Allahü teâlâ bizim de Rabbimizdir, sizin de Rabbiniz-dir… (Şûrâ sûresi: 15)
Ey müminler! Hak üzere durup adâleti yerine getirmeye çalışan hâkimler ve Allah için doğru söyleyen şâhidler olun…” (Nisâ sûresi: 136)
“Ey mü’minler! Allah için hakkı ayakta tutan hâkimler ve adaletle sâhidlik eden kimseler olun. Bir topluluğa olan kininiz, sizi adâletsizliğe götürmesin. Adâlet yapın ki, o, takvaya en yakın olandır. Allahü teâlâdan kortum. Çünkü Allahü teâlâ yaptıklarınızdan haberdârdır. ” (Mâide sûresi: 8)
“…Söz sâhibi olduğunuz zaman, dâvâcı veyâ dâvâlı, hısım ve akrabanız bile olsa hep adâleti gözetin… (En’âm sûresi: 152)
“Muhakkak ki Allahü teâlâ, size, emânetleri ehline vermenizi ve insanlar arasında hükmettiğiniz zaman adâletle hüküm vermenizi emreder. Hakikaten, Allahü teâlâ bununla size ne güzel öğüt veriyor. Şüphesiz ki Allahü teâlâ, hükümlerinizi hakkıyla işitici, emânete âid işlerinizi hakkıyla görücüdür. (Nisâ sûresi: 58)
“Muhakkak ki Allahü teâlâ, adâleti, ihs’ânı ve akrabâya (muhtaç oldukları şeyleri) vermeyi emrediyor. Zinadan, fenalıklardan ve insanlara zulüm yapmaktan da nehyediyor. Size böylece öğüt veriyor ki, iyice dinleyip, anlaya-sınız ve benimseyip tutasınız. (Nahl sûresi: 90)
“…Hep adâletle hareket edin! Muhakkak ki, Allahü teâlâ, adâletle hareket edenleri (âdil olanları) sever. (Hucurât sûresi: 9)
Adâlet ile alâkalı olarak bâzı hadîs-i şerîflerde de buyruldu ki:
“Üç kimsenin duası reddedilmez. Bunlardan biri de âdil devlet adamıdır.
“Çocuklarınız arasında adâleti gözetiniz.
“Hak ve adâlet üzere bir gün hâkimlik yapmağı, bir sene devamlı gazâ etmekten daha çok severim.
“Bir saat adâlet ile idârecilik yapmak, altmış sene nafile ibâdet yapmaktan daha iyidir.”
1) Ahlâk ı Alâî: sh. 61
2) Ahlâk-ı Celâli; sh. 31 3} İslâm Ahlâkı; sh. 37
4) Rehber Ansiklopedisi; cild-l. sh. 51
5) Tam ilmihâl Seâdet-i Ebediyye: sh. 37H