Peygamber efendimizin mübarek zevcelerinden. Hazret-i Ebû Bekr-i Sıddîk’ın kerîmesidir. Annesi, Ümmü Rûmân’dır. İsmi Aişe, lakabı Sıddîka, ünvanı Ümm-ül-mü’minîn, künyesi Ümmü Abdullah’dır. Baba tarafından Teym, anne tarafından Kinâne kabilelerine mensuptur.
Hazret-i Aişe, hicretten sekiz sene önce Mekke-i mükerreme’de doğdu. Doğum târihi hakkında başka rivayetler de vardır. Hicretin elli yedinci yılında Ramazan ayının on yedisinde Salı günü Medine’de 65 yaşında vefat etti. Namazını Medîne valisi Ebû Hüreyre (radıyallahü anh) kıldırdı. Vasiyeti üzerine Bakî’ kabristanına defn edildi.
Hadîce-i Kübrâ’nın vefatından bir yıl sonra, hicretten iki yıl önce nikâh edildi. Nikâhı, Allahü teâlânın emri ile yapıldı. Nikâhından üç sene sonra, Medine’de, hücre-i seâdete girmekle şereflendi. Hiç çocuğu olmadı. Peygamber efendimizin vefatında on sekiz yaşında idi. Aklı, zekâsı, iffeti ve takvası şaşılacak kadar çok idi. Öğrendiği bir şeyi kat’iyyen unutmazdı. Resûlullah tarafından çok sevilir ve öğülürdü. Ayet-i kerîme ile medh edilmiştir. Hafızası pek kuvvetli olduğu için, Eshâb-ı kiram, bir çok şeyleri ondan sorup öğrenirdi.
Aişe validemiz, Medine’ye gelişlerini şöyle anlatmaktadır: “Resûlullah Medine’ye hicret ettiği zaman bizi ve kızlarını geride Mekke’de bırakmıştı. Medine’yi şereflendirince, âzâdlı kölesi Zeyd bin Harise ile Ebû Râffi iki deve ve ihtiyaçları olabilecek şeyleri satın almak üzere 500 dirhem harçlıkla bize gönderdi. Babam da Abdullah bin Ureykıt’ı iki-üç deve ile onların yanına katıp, annem Ümmü Rûmân ile beni ve kız kardeşim Esmâ’yı develere bindirerek göndermesini, kardeşim Abdullah’a mektup yazarak emretti.” Aişe (r. anhâ), annesi Ümmü Rûmân ve Resûlullah’ın kerîmelerinden Zeyneb (radıyallahü anhâ) ile beraber aynı kafilede yola çıktı. Kudeyd mevkîine geldiklerinde hazret-i Zeyd, 500 dirhemle üç deve daha satın aldı.
Kafileye, Talha bin Ubeydullah (radıyallahü anh) da katıldı. Minâ mevkiinden Beyd denilen yere ulaştıkları zaman hazret-i Aişe’nin devesi kaçtı. Bu hususu Aişe (radıyallahü anhâ) şöyle anlatır: “Devem kaçtı. Ben Mahmil’in içindeydim. Annem de yanımdaydı. Annem “Eyvah kızcağızım!” diyerek çırpınıyordu. Allahü teâlâ devemize sükûnet verdi ve bizi kurtardı. Nihayet Medine’ye geldik. Ben, annem ve kızkardeşimden ayrılmayıp onlarla birlikte indim.”
Aişe (radıyallahü anhâ) hicretin birinci senesi Şevval ayında düğünleri yapılıp, hâne-i seâdete gelince, burada mes’ûd bir evlilik hayâtı, Resûlullah’ın yanında dokuz sene devam eden bir tahsil hayâtı yaşadı. Böylece İslâm târihinin, Resûlullah’ın sünnet-i seniyyesinin ve İslâm hukukunun açıklayıcısı oldu.
Aişe validemiz aynı zamanda Resûlullah’ın bir çok gazalarına katıldı. Bu gazalarda eline kılıç alıp çarpışmayı çok istedi fakat, Peygamber efendimiz izin vermediler. Yalnız o da diğer Eshâb-ı kiramın hanımları gibi yaralıların tedavisi ve bakımı ile meşgul oldu. Uhud harbinde Medine’den harp sahasına kadar sırtında su taşıdı. Enes bin Mâlik (radıyallahü anh) diyor ki: “Uhud gazasında, hazret-i Aişe ve annem Ümm-i Süleym’i arkalarında kırbalarla koşa koşa sır taşırlarken ve yaralılara su verirlerken gördüm. Kırbaları boşaldıkça, tekrar gidip geliyorlardı.”
Hazret-i Aişe validemiz, Benî Mustalık (Müreysî) gazasına da katıldı. Resûlullah bu gazaya bin kişi ile çıkmıştı. Ganimete kavuşmak için çok sayıda münafık da gelmişti. Münafıklar yolda Muhacirler ile Ensârın aralarını açmak için ellerinden geleni yaptılar. Zaferle neticelenen bu gaza dönüşünde, münafıklar, Aişe validemize (radıyallahü anhâ) iftirada bulundular.
Bu hususu hazret-i Aişe validemiz şöyle anlatmaktadır: “Kadınların örtünmesi için âyet gelmişti. Bana bir çadır yaptılar. Çadırla deveye bindirirlerdi. Gazadan dönüşde, Medine’ye yakın konmuştuk. Seher vakti göç sesleri işitildi. Abdest için, askerden uzaklaşmıştım. Hemen geldim. Bu arada gerdanlığıma baktım yökdu. Geri gittim. Aradım buldum. Yerime gelince askeri göremedim. Beni çadırın içinde sanıp deveye yükletmişler ve gitmişlerdi. On dört yaşında idim ve zayıftım. Şaşırdım kaldım. Beni bulamayınca ararlar diyerek, oturup bekledim.
Resûlullah efendimiz, Safvân’ın (radıyallahü anh) arkadan gelmesini emreylemişti. Gelip beni görünce, bağırdı. Çnu görünce yüzümü örttüm. Devesini ıhtırdı (çöktürdü). Uzaklaşarak; “Deveye bin!” dedi. Bindim. Safvân yuları tuttu. Sıcak basınca askere yetiştik, önce münafıklara rastladık. Çirkin şeyler söylediler. Onları İbni Ebî Selûl kışkırtıyordu.” Bu hâin, münafıkların elebaşısı idi. Yaptıkları iftira, bâzı müslümanlara da te’sir etti. Söylentiler her tarafa yayıldı.
Bu durumu Aişe (radıyallahü anhâ) şöyle anlatır: “Hastalığım hemen arttı. Ateşim yükseldi. Tepemden duman çıktı zannettim. Aklım gitti. Düştüm. Aklım başıma gelince, evime geldim. Babamın evine gitmek için Resûlullah’dan izin istedim. İzin verdi. Ne olduğunu öğrenmek istiyordum. Anneme sordum. “Yavrum hiç üzülme! Senin işin kolaydır.
Güzel olan ve zevci tarafından çok sevilen her kadın için böyle şeyler söylerler” dedi. Şaşırdım. Böyle sözler acaba Resûlullah’ın mübarek kulağına da gitmiş midir? Babam da duymuş mudur diye üzüldüm. Çok ağladım. Babam, başka odada Kur’ân-ı kerîm okuyordu. Sesimi duyup annemden sormuş. Annem de, dillerde dolaşan sözleri şimdi işitti deyince ağlamıştı. Sonra yanıma gelip; “Yavrum sabret! Allahü teâlâdan ne âyet geleceğini bekliyelim” dedi. O gece, sabaha kadar uyumadım. Gözlerimin yaşı dinmedi.
O gün hiç durmadan ağladım. Ensârdan gelen bir hanım da ağlıyordu. Annem ve babam yanımda oturuyorlardı. Ansızın Resûlullah gelip selâm verdi ve yanıma oturdu. O zamandan beri yanıma hiç gelmemiş ve aradan bir ay geçmişti. Hiç vahiy de inmemişti. Resûlullah oturunca, Allahü teâlâya hamdü sena eyledi. Şehâdet kelimesini okudu. Bana dönüp; “Ey Âişe! Senin için bana şöyle söylediler. Eğer sen, dedikleri gibi değil isen, Allahü teâlâ yakında senin doğru olduğunu bildirir” buyurdu.
Fakat, Allahü teâlânın benim için âyet-i kerîme göndereceğini sanmıyordum. Kıyamete kadar her yerde, benim için âyet-i kerîme okunacağını aklıma sığdıramıyordum. Allahü teâlânın büyüklüğünü ve kendi aşağılığımı bildiğimden, benim için âyet-i kerîme göndereceği aklımdan geçmiyordu. Yalnız; günahsız olduğumu, kalbimin temizliğini Peygamberine rüyada bildirir veya kalb-i şerîfine ilham eder diyordum. Allah hakkı için doğru söylüyorum ki, Resûlullah, oturduğu yerden daha kalkmamıştı ve kimse odadan dışarı çıkmamışdı. Mübarek yüzünde vahy alâmetleri göründü. Oturanların hepsi, vahy geldiğini anladı. Babam bu hâli görünce, deriden bir yastığı Resûlullah’ın mübarek başının altına koydu.
Bir yemeni çarşaf ile üzerini örttü. Vahy gelmesi bitince, mübarek yüzünden örtüyü kaldırdı. Gül yüzünde, inci gibi parlayan terleri, mübarek elleri ile sildi. Gülümseyerek; “Müjdeler olsun sana ey Âişe! Allahü teâlâ, seni temize çıkardı. Senin pak olduğuna şâhid oldu” buyurdu. Babam hemen; “Kalk yâ kızım! Resûlullah’a çabuk teşekkür et!” dedi. Ben de; “Vallahi kalkmam, Allahü teâlâdah başkasına şükretmem! Çünkü, Rabbim benim için âyet-i kerîme indirdi” dedim. Sonra Resûlullah efendimiz, Nur sûresinin on birinci âyetinden başlayarak, on yedi âyet-i kerîme okudu. Babam kalkıp başımı öpdü.”
Resûlullah efendimiz hemen Eshâbını mescide topladı. Gelen âyet-i kerîmeleri okudu. Ayet-i kerîmenin bereketi ile mü’minlerin kalblerindeki şüpheler kalktı.
Âişe validemiz için gelen on yedi âyet-i kerîmeden birincisinin tefsîrini Mevâkib tefsiri şöyle bildiriyor; “Aişe’ye (radıyallahü anhâ) iftira edenler, sizden birkaç kişidir. Siz bu iftirayı kendiniz için kötülük sanmayın! Bu sizin için hayırlıdır. (Bu iftira sebebi ile çok sevâb kazandınız. Onların yalanı meydana çıktığından, sizin sânınız, şerefiniz arttı. Ayet-i kerîme, sizin temiz olduğunuzu bildirdi.) O iftira edenlerden her biri için, kazandıkları günah kadar cezalar vardır. Büyük iftira yaparak çok çirkin şeyi söyleyenlere, dünyâda ve âhırette büyük azâb vardır.” On ikinci âyet-i kerîmede; “Bu iftirayı işitince, mü’min erkek ve kadınlar, kendi ailelerine iyi gözle bakmalı. Bu, meydanda bir yalan ve iftiradır demelidirler”, on dokuzuncu âyet-i kerîmede; “Mü’minlerin kötü olarak anılmasını sevenlere, dünyâda ve âhırette acı azâblar vardır” ve yirmi altıncı âyet-i kerîmede; “Habis söz söylemek, habis adamlara lâyıktır.. Habis adamlara, habis kelâm yakışır” buyruldu. Hazret-i Âişe’ye iftira edenlere had vuruldu. Abdullah bin Übey bin Selûl hakîr ve zelîl oldu.
İslâm dîninin ahkâmının dörtte birini hazret-i Âişe bildirmiştir. İslâm târihine dâir bir çok hâdise; “Bedr, Hendek, Kureyzâ ve başka gazalara ait tafsîlât, Mekke’nin fethinde kadınların Resûlullah’a bî’atı, veda haccı, vahyin başlangıcı, hicretin tafsîlâtı, Kur’ân-ı kerîmin nüzul ve tertibi, namazın edası, Resûlullah’ın son hastalığı, irtihâli, teçhiz ve tekfini, Resûlullah’ın gece ibâdetleri, güzel ahlâkı ve daha bir çok bilgiler, hazret-i Aişe’nin haber vermesiyle ortaya çıkmıştır.
Hazret-i Âişe validemizin bizzat veya vasıtalı olarak İslâmiyet’e hizmetleri çoktur. Bir seferde, Resûlullah efendimize refakati sırasında, teyemmüme ait âyet-i kerîmenin nüzulüne sebeb oldu. Resûlullah efendimiz, gelen âyet-i kerîme ile abdestteki kolaylığı Eshâb-ı kirâmına haber verdi. Eshâb-ı kiramdan (radıyallahü anhüm) Üseyd bin Hudayr (radıyallahü anh), hazret-i Âişe validemize gelerek; “Ey mü’minlerin annesi, bu senin İslâmiyet’e yaptığın ilk hizmet değildir” diyerek şükranlarını dile getirmiştir.
Peygamber efendimiz, hicretin on birinci senesinin Safer ayı sonlarında hastalandıklarında, son günlerini hazret-i Aişe’nin odasında geçirdiler.
Rebî’ul-evvel ayının on ikisinde Pazartesi günü Aişe validemizin (radıyallahü anhâ) göğsüne mübarek başını dayayıp pak ruhlarını teslim ettiler. Bundan sonra hazret-i Aişe, kırk sekiz senelik hayâtında Hulefâ-i râşidînin dördünün hilâfetlerini gördü. Hicretin on üçüncü senesinde (M. 634) babası hazret-i Ebû Bekr vefat etti. Hazret-i Ömer zamanında çok hürmet gördü. Bu sebeple hazret-i Ömer’i medh ü sena ederek; “Hattâboğlu Ömer, Resûlullah efendimizin vefatından sonra bana çok iyilik etti” buyurdu. Hazret-i Ömer yaralanıp şehîd olacağı zaman oğlu Abdullah’ı hazret-i Aişe’ye gönderdi ve Resûlullah’ın yanına defn edilmek için izin istedi. Bunun üzerine hazret-i Aişe; “Oradaki yeri kendim için ayırmıştım, fakat orasını seve seve Ömer’e veririm” buyurdu. 4
Hazret-i Osman zamanında da dîn-i İslâm’ı öğretmekle meşgul oldu. Osman’ın (radıyallahü anh) şehîd edilmesinden sonra, içtihadı, hazret-i Ali’ye uymadığı için, Deve vak’asında hazret-i Ali ile harp eden Eshâb-ı kiram ile birlikte idi. Hazret-i Ali şehîd edilince, çok üzüldü. Eshâb-ı kiram düşmanları kendisine iftira ediyor; “Hazret-i Ali’yi sevmezdi” diyorlar. Halbuki; “Ali’yi sevmek îmândandır” hadîs-i şerîfini, hazret-i Aişe haber verdi. Böylece onu sevdiğini ve herkesin de sevmesi lâzım geldiğini bildirdi.
Aişe (radıyallahü anhâ) müctehid idi. Bütün İslâm ilimlerinde çok büyük derecesi vardı. Bilhassa kadınlara mahsus hâllere dâir fıkhî hükümler, kendisinden sorulurdu. Çünkü o, hem mü’minlerin annesi, hem de dinlerini öğrenecekleri bir müftî ve müctehid idi. Alime, edîbe, çok akıllı ve üstâd idi. Çok fasîh ve beliğ konuşurdu.
Âişe-i Sıddîka validemizin faziletleri, üstünlükleri, sayılamayacak kadar çoktur. Eshâb-ı kirama fetva verirdi. Alimlerin çoğuna göre, fıkh bilgilerinin dörtte birini o haber vermiştir. Hadîs-i şerîfde; “Dîninizin üçte birini Humeyrâdan öğreniniz!” buyruldu. Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem, Aişe validemizi çok sevdiğinden, ona Humeyrâ derdi. Eshâb-ı kiramdan ve Tabiînden çok kimse, hazret-i Aişe’den işittikleri hadîs-i şerîfleri haber vermişlerdir. Urvetübnü Zübeyr hazretleri buyuruyor ki: “Kur’ân-ı kerîmin mânâlarını; helâl ve haramları; Arab şiirlerini ve neseb ilmini hazret-i Aişe’den daha çok bilen kimse görmedim.
Resûl-i ekrem sallallahü aleyhi ve sellem efendimizden 2210 hadîs-i şerîf rivayet etmiştir. Kendisinden de Eshâb ve Tabiînden bir çokları hadîs-i şerîf nakletmişlerdir. Hazret-i Aişe’nin ilmini en ziyâde bildiren, hemşiresi Esmâ’nın oğlu Urvetübnü Zübeyr ve birâderzâdesi Kasım bin Muhammed bin Ebû Bekr’dir. Ahmed ibni Hanbel’in Müsned’inde, Aişe validemizin naklettiği hadîsler iki yüz elli üç sahifeyi bulmaktadır. Sahih hadîs kitapları onun fetvaları ile doludur. Dînî mes’elelerin hâllinde, önce Kur’ân-ı kerîme, sonra hadîs-i şerîflere başvurur, daha sonra da bunlara (Kur’ân-ı kerîm ve hadîs-i şerîflere) kıyas ederek ictihâd ederdi.
O, devrin belli başlı âlimlerinden ve fukahâ-i seb’adan biridir. Fukahâ-i Seb’a, yedi fıkıh âlimi demektir ki, bunlar; hazret-i Ömer, hazret-i Ali, İbn-i Mes’ûd, Zeyd bin Sabit, hazret-i Âişe, Abdullah ibni Abbâs ve Abdullah ibni Ömer’dir (radıyallahü anhüm).
Tabiînden Mesrûk’a; Hazret-i Aişe’nin ferâiz (mîras hukuku) ilmindeki derecesi sorulunca, cevâbında; “Allah’a yemîn ederim ki, Eshâb-ı kiramın ileri gelenlerinden bir çoğu gelir, hazret-i Aişe’den ferâize ait şeyler sorar ve öğrenirlerdi” buyururdu.
İmâm-ı Zührî; “Eğer zamanının bütün âlimleri ve Peygamberimizin diğer zevcelerinin ilmi bir araya toplansa, Âişe’nin (radıyallahü anhâ) ilmi yine çok olurdu” buyurdu.
Ebû Mûsel Eş’arî (radıyallahü anh) buyurdu ki: “Bizler yânî Eshâb-ı kiram müşkül bir mes’ele ile karşılaşınca, gider hazret-i Âişe’ye sorardık. Âişe’nin (radıyallahü anhâ) ilmi pek çoktur.
Urvetübnü Zübeyr (radıyallahü anh); “Ne fıkıhda, ne tıbda, ne şiirde hazret-i Aişe’den daha çok ilmi bulunan kimse yoktu” buyurmuştur.
Abdurrahmân bin Avf hazretlerinin oğlu Ebû Seleme; “Sünnet-i Resûlullan’ı hazret-i Aişe’den daha iyi bilen, dinde tebahhur etmiş (derya gibi geniş ilme sâhib olmuş), âyet-i kerîmelere vâkıf ve sebeb-i nüzullerini bilen, ferâiz ilminde mahir bir kimseyi görmedim” buyurmuştur.
Ata bin Ebî Rebâh; “Hazret-i Aişe, Eshâb içinde en çok fıkıh bilen, isâbet-i rey bakımından en ileri gelen bir kimse idi” buyurmuştur.
Tirmizî de, Mûsâ bin Talha diyor ki: “Hazretti Aişe’den daha fasîh, düzgün konuşanı görmedim. Resûlullah’ı medh eden şu iki beyt, hazret-i Âişe’nindir:
Ve lev semi’û ehl-ü Mısre evsâfe haddihî,
Lemâ bezelû fî sevmi Yûsüfe min nakdin.
Levîmâ Zelîhâ lev raeyne cebînehû
Le âserne bilkat’il kulûbi alel evdi.
Tercümesi:
(Mısır’da güzelliği eğer duyulsa idi. Yûsuf’u almak için kimse para vermezdi. Zelîhâ’ya gülenler O’nun yüzünü görse, ellerinin yerine kalplerini keserlerdi.)
Aişe validemizin sân ve şereflerinden birisi de, Resûlullah’ın en çok sevdiği zevcesi olmasıdır. Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem, onu çok severdi. Resûlullah’a, en çok kimi seviyorsun denildikte; “Âişe’yi” buyurdu. “Erkeklerden kimi?” dediler. “Âişe’nin babasını” buyurdu. Yâni en çok hazret-i Ebû Bekr’i sevdiğini bildirdi. Hazret-i Âişe’ye sordular ki: “Resûlullah en çok kimi severdi?” “Fâtıma’yı severdi” dedi. “Erkekterden en çok kimi severdi?” dediler. “Fâttfna’nın zevcini” buyurdu. Bundan, da Resûlullah’ın sallallahü aleyhi ve sellem zevceleri arasında hazret-i Âişe’yi; çocukları içinde hazret-i Fâtıma’yı; Ehl-i beytden hazret-i Ali’yi; Eshâb içinde de, hazret-i Ebû Bekr’i çok sevdiği anlaşılmaktadır.
Âişe validemiz buyuruyor ki: “Birgün Resûlullah efendimiz, mübarek nâlinlerinin kayışlarını çakıyordu. Ben de iplik eğiriyordum. Mübarek yüzüne baktım. Parlak alnından ter damlıyor, damlalar her tarafa nur saçıyor ve gözlerimi kamaştırıyordu. Şaşakaldım. Bana bakarak; “Sana ne oldu ki, böyle dalgın duruyorsun?” buyurdu. “Yâ Resûlallah! Mübarek yüzünüzdeki nurların parlaklığına ve mübarek alnınızdaki ter tanelerinin sağdıkları ışıklara bakarak kendimden geçtim” dedim. Resûlullah kalkıp yanıma geldi. Gözlerimin arasını öpdü ve; “Yâ Âişe! Allahü teâlâ sana iyilikler versin! Beni sevindirdiğin gibi seni sevindiremedim” buyurdu. Yâni, senin beni sevindirmen, benim seni sevindirmemden çoktur dedi. Hazret-i Âişe’nin mübarek gözlerinin arasını öpmesi, Resûlullah’ı severek onun cemâlini anlıyarak gördüğü için aferin ve takdir mânâsında olmaktadır.
Ne iyi o gözler ki, güzele bakmaktadır.
Ne talihli o kalb ki, onun için yanmaktadır.
Aişe validemizin bunca fazîfet ve menkıbeleriyle birlikte dünyâya rağbeti yok, hayır ve sadakası pek çoktu. Oruçlu olduğu bir gün, eline geçen yüz bin dirhemi, içinden bir dirhemini iftar için ayırmaksızın, tamamen sadaka olarak dağıtmıştır.
Aişe validemiz, vefatına yakın vasiyetini yaptı ve; “Beni, diğer Ezvâc-ı mutahharâtın defn edildikleri Cennet-ül-Bakî’ye defn ediniz” buyurdu. Hâl ve hatırını soranlara; “İyiyim. Elhamdülillah iyiyim” diyordu. Vasiyeti üzerine Cennet-ül-Bakî’ye defnedildi.
Hikmetli sözleri sayılamıyacak kadar çoktur. Meselâ, bir kimse kendisine; “İyi olduğumu ne zaman bilirim” diye sorunca; “Kendini kötü bildiğin zaman” buyurdu. “Peki kötü olduğumu ne zaman bilirim” diye sordukta; “Kendine iyi dediğin zaman” cevâbını verdi.
Hazret-i Aişe hakkında pek çok hadîs-i şerîf vardır. Bunlardan biri, İmâm-ı Münâvî’nin Ebî Şeybe’den bildirdiği; “Âişe Cennet’te de benim zevcemdir” hadîs-i şerîfidir. Râmûz-ül-ehâdîs’de kendisine hitaben buyrulduğu bildirilen hadîs-i şerîflerden bâzıları şunlardır:
“Ey Âişe hiç hayâsız söz söylediğimi gördün mü? Kıyamet gününde Allah katında en kötü insan şerrinden kaçarak insanların terk ettiği kimsedir.”
“Ey Âişe! Allah, kullarına lütf ile muamele edicidir. Her işte yumuşak davranılmasını sever.”
“Ey Âişe! Bilmez misin; kul secde ettiği zaman, Allah onun secde yerini yedi kat yerin sonuna kadar tertemiz kılar.”
“Ey Âişe! Sana birisi, istemeden bir şey verirse, kabul et; çünkü o, Allahü teâlânın sana gönderdiği bir rızıktır.”
Hazret-i Aişe (radıyallahü anhâ) bir gün Resûlullah efendimize; “Şehîdlerin derecesine yükselen olur mu?” diye sorunca; “Her gün yirmi kere ölümü düşünen kimse, şehîdlerin derecesini bulur” buyurmuşlardır. Bir defasında da; “Ey Âişe! Geceleri şu dört şeyi yapmadan uyuma! Kur’ân-ı kerîmi hatim etmeden; benim ve diğer peygamberlerin şefaatlerine kavuşmadan; mü’minleri kendinden hoşnûd etmeden; hac etmeden!” buyurdu.
Bunları söyledikten sonra namaza durdu. Namazını bitirip de yanıma geldiğinde kendilerine dedim ki: “Ey iki cihanın güneşi olan Efendim! Annem-babam, canım sana feda olsun! Bana dört şeyi yapmamı emrediyorsun. Ben bunları bu kısa müddet içinde nasıl yapabilirim?”
Tebessüm ederek buyurdular ki: “Yâ Âişe! Ondan kolay ne var? Üç İhlâs-ı şerîfi ve bir Fatiha sûresini okursan, Kur’ân-ı kerîmi hatmetmiş; bana ve diğer peygamberlere salevât getirirsen, şefâatımıza kavuşmuş; önce müzminlerin ve sonra da kendi affını dilersen, mü’minleri kendinden hoşnûd etmiş; “Sübhânallahi velhamdülillahi ve la ilahe illallahü vahdehû la şerîke leh. Lehül mülkü velehül-hamdü ve hüve âlâ külli şey’in kadir” tesbihini okursan, hac etmiş sayılırsın!”
Tabiînden gençler, hazret-i Aişe’ye geldiler ve Resûlullah efendimizin ahlâkını sordular. Buyurdu ki: “O’nun ahlâkı Kur’ândı… Kur’ân-ı kerîmin hoş gördüğünü kabul edip razı olurdu, hoş görmediğini kendisi de hoş görmez ve kaçınırdı.”
Hazret-i Aişe validemiz buyurdular ki: Resûlullah efendimizin yatağı, içi hurma lifi dolu deri idi.
“Peygamber efendimizin karnı (hiç bir zaman) yemek ile doymamıştır. Bu hususta hiç kimseye yakınmamıştır. İhtiyaç, O’nun için zenginlikten daha iyi idi. Bütün gece açlıktan kıvransa, bu durumu O’nu, gündüz orucu tutmaktan alıkoymazdı. Dileseydi, Rabbinden yeryüzünün bütün hazînelerini, meyvelerini ve refah hayâtını isterdi. And olsun ki, O’nun hâlini gördüğüm zaman acırdım ve ağlardım. Elimle karnını sıvazlardım ve; “Canım sana feda olsun! Sana güç verecek şu dünyâdan bâzı menfaatler (yiyecek ve içecekler) te’min etsem olmaz mı?” derdim.
“Ey Âişe, dünyâ benim neyime! Ülül-azm’den olan peygamber kardeşlerime bundan daha çetin olanına harsı tahammül gösterdiler. Fakat o hâlleri ile yaşayışlarına devam ettiler, Rablerine kavuştular, bu sebeple Rableri onların kendisine dönüşlerini çok güzel bir şekilde yaptı, sevâblarını arttırdı. Ben refah bir hayat yaşamaktan haya ediyorum. Çünkü böyle bir hayat beni onlardan geri bırakır. Benim için en güzel ve sevimli şey, kardeşlerime, dostlarıma kavuşmak ve onlara katılmaktır” buyurdu.
Aişe (radıyallahü anhâ); “Bu sözlerinden bir ay sonra fazla kalmadı vefat etti.” demiştir.
Allahü teâlânın, insanların en üstünü olan Muhammed alayhisselâma, peygamberlikle birlikte şehîdlik derecesini de vermiş olduğu, hazret-i Âişe-i Sıddîka’nın haber vermiş olduğu şu hadîs-i şerîften anlaşılmaktadır. “Hayber’de yediğim zehirli etin açışım duymaktayım. O zehirin te’siri ile ebher (aort) damarım şimdi çalışmayacak hâle geldi.”
Hazret-i Ömer’in haber verdiği hadîs-i şerîfde, Resûlullah efendimiz Aişe validemize; “-Dinde fırkaları ayrıldılar- âyet-i kerîmesi, bu ümmette meydana gelecek olan bid’at sahiplerini ve nefslerine uyanları haber veriyor” buyurdu.
Resûlullah efendimiz, tembellikten Allahü teâlâya sığınıp; “Ya Rabbî! Beni, keselden (tenbellikden) koru!” diye dua ettiğini, Aişe (radıyallahü anhâ) ve Enes bin Mâlik’den Buhârî ve Müslim bildirmişlerdir. Eşi’at-ül-leme’ât’da, Beyân ve Şi’r babında diyor ki, Aişe’nin (radıyallahü anhâ) bildirdiği hadîs-i şerîfde; “Şi’r, iyisi iyi olan, çirkini çirkin olan sözdür” buyruldu. Yâni, vezn ve kâfiye, bir sözü çirkinleştirmez. Şi’ri çirkin yapan, mânâsıdır.
Resûlullah efendimize biri geldi. Onu uzaktan görünce; “Kabilesinin en kötüsüdür” buyurdu. Odaya girince, gülerek karşılayıp iltifat eyledi. Gidince, hazret-i Aişe sebebini sordu, “İnsanların en kötüsü, zararından kurtulmak için yanına yaklaşılmayan kimsedir” buyurdu. O, müslümanların başında bulunan bir münafık idi. Resûlullah efendimiz, müslümanları onun şerrinden korumak için müdârâ buyurdu.
1) Hilyet-ül-evliya; cild-2, sh. 43
2) Tabakatı İbn-i Sa’d; cild- , sh. 58
3) El-Â’lâm; cild-3, sh. 240
4) Eshâb-ı Kiram: sh. 9, 10,22, 27, 47, 72, 76, 78, 310
5) El-İsâbe; cild-4, sh. 359
6) El-İstiâb; cild-4, sh. 356
7) Medâric-ün-Nübüvve; cild-2, sh. 97
8) Tezkiret-ül-Huffâz; cild-1, sh. 27
9) Şezerât-üz-zeheb; cild-1, sh. 8
10) Tabakât-ül-Huffâz; cild-1, sh. 8
11) Üsüd-ül-gâbe; cild-5, sh. 501
12) Fâideli Bilgiler, sh. 68, 70, 76, 153, 184, 202
13) Müsned-i Ahmed bin Hanbel; cild-6, sh. 29
14) Sahîh-i Buhârî Kitâb-un-nikâh; Bâb, 38, 39, 59
15) Miftâhu kunûz-is-sünne. Hazret-i Aişe maddesi
16) Sahîh-i Müslim; Nikâh, 69, 72
17) Ebû Dâvûd; Nikâh, Bâb-32
18) Tirmizî; Nikâh, Bâb 19
19) Nesâî; Nikâh, Bâb-29
20) İbn-i Mâce; Nikâh Bâb-13
21) Tam İlmihâl Seâdet-i Ebediyye; sh. 983
22) İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; cild-1, sh. 153