Hindistan’daki Gürganiye Devleti’nin en büyük hükümdarı. Gençliği ve şehzadeliğinde Muhammed Evrengzîb, hükümdarlığında Âlemgîr diye tanındı. Ebû Zafer künyesi ve Muhyiddîn lakabı verildi. İslâmiyet’i içerden yıkmak isteyen hurûfîliği ve kurucusu Fadlullah-ı Tebrîzî’yi ortadan kaldırarak İslâmiyet’e büyük hizmet eden Tîmûr Hân’ın neslindendir.
Babası, Bâbür’ün dördüncü göbekten torunu Şah Cihan’dır. Annesi; adına Taç Mahal gibi muhteşem bir türbe inşâ edilen Ercümend Bânû Begüm Mümtaz Mahal idi. 21 Ekim 1618 târihinde, dedesi Selim Cihângîr Şâh’ın Gücerât ve Racputana sınırında bulunan Dohad’daki karargâhında doğdu. Tahsîl ve terbiyesine husûsî dikkat edilerek yetiştirildi.
Hicrî ikinci bin yılının en büyük âlimi, Müceddîd-i elf-i sânî İmâm-ı Rabbânî Ahmed Fârûkî Serhendî hazretlerinin oğlu ve halîfesi Muhammed Ma’sûm-i Fârûkî hazretleri, Âlemgîr Şâh’ın eğitimini üzerine aldı. Böylece zamanın en büyük âlim ve evliyasının terbiyesinde aklî ve naklî ilimleri öğrenen Evrengzîb; ata binmek, ok atmak, tüfek kullanmak suretiyle de askerlik sahasında eğitilerek maharet kazandı ve 1658 (H. 1068) senesinde hükümdar oldu. Elli senelik hükümdarlığında, halk içinde Hak ile beraber oldu. Vazifedeyken, güzel idaresi sayesinde, pek çok gayr-i müslim, müslüman olmakla şereflendi.
Evrengzîb, çocukluğunda, cesareti ile ünlü idi. On dörton beş yaşlarında genç bir şehzade iken, babası Şah Cihân’ın cülûsunun beşinci senesi kutlamaları yapılıyordu. Bir çok eğlence arasında fil döğüşleri de vardı. Şehzade Evrengzîb, iki büyük kardeşiyle birlikte bunları seyrediyordu. Çok kızışan fil doğuşu herkes tarafından dikkat ve heyecanla tâkib ediliyordu. Bir ara filler den biri rakibini bırakıp genç şehzadeye doğru hücûm etti. Orada bulunanlar şaşkınlıktan hayretle bakıyorlardı. Evrengzîb hiç kaçmadı.
Atının geri dönmesine de müsâde etmedi. Filin saldırısını karşılayıp, mızrağı ile yaraladı. Aldığı yara ile canı yanan ve bu sebeple azdıkça daha da azan fil, hortumu ile şehzadenin atını devirdi. Üzerine ateş edilmesine aldırmayarak, yere düşen Evrengzîb’e saldırdı. O da kılıçını çekip, kendini savunarak, fili bir kaç yerinden daha yaraladı. O anda diğer fil gelip, rakibine saldırarak şehzadeyi kurtardı. Evrengzîb’in bu hareketi Hindistan halkı arasında çok takdîr edildi.
İnsanların gönlünde yer etti ve halk arasında çok sevildi. Buna rağmen saltanatta hiç gözü yoktu. Çünkü daha sırada amcası ve kendisinden büyük iki ağabeyi Dara Şikûh ve Suca vardı. Evrengzîb ve Murâdbahş’la birlikte dört kardeştiler.
Bâbür Devleti’nin dördüncü hükümdarı Cihangir Şâh’ın vefatı üzerine beşinci hükümdar olarak tahta geçen babası Şah Cihan, Evrengzîb’i Dekken valiliğine tâyin ederken, en büyük oğlu Dara Şikûh sarayda kalmıştı. Suca, Bengâl valisi olurken, debdebeye fazlaca düşkün olan Murâdbahş da Gucerât valiliği yapmaktaydı.
Şah Cihân’ın dört oğlu arasında, çok önemli şahsiyet ve yetişme farklılıkları vardı. Bunlardan Suca ile Murâdbahş, eğlenceye düşkünlüklerinin yanında, önemli’işlerde sıkıntıya gelemiyen, silik bir mîzâca sahiptiler. Dara Şikûh ise, büyük evlâd olmanın verdiği avantajla tâyin edildiği valiliklere gitmiyor ve hep sarayda kalıyordu. Dolayısıyla, babasının gölgesinde kalarak idarî ve savaş gibi mühim hususlarda yetişmeden büyüyordu. Merkezden uzakta genç yaşta idarecilik yaparak yetişen diğer kardeşlerini de sevmiyor ve kin besliyordu. Bilhassa Evrengzîb’i hiç çekemiyordu.
Ayrıca halk arasında İslâm dîni ile Hindu dîninin birbirine çok yakın olduğu hususunda, bâzı saçmalıklara kalkışıyordu. Hindûların çok tutmalarına karşılık, babasının Türk ve müslüman vezir ve beyleri tarafından sevilmiyordu. Kısacası dedesi Ekber Şâh’ın yolunda yürüyeceği her hâlinden belli idi.
Dara Şikûh yukarıda îzâh ettiğimiz özellikleri taşırken Evrengzîb, hicrî ikinci bin yılının yenileyicisi, zamanının en büyük âlimi, Müceddîd-i elf-i sânî İmâm-ı Rabbânî Ahmed Fârûkî Serhendî hazretlerinin oğlu ve nalîfesi Muhammed Ma’sûm-i Fârûkî hazretlerinin terbiyesi altında yetişiyordu. Muhammed Ma’sûm hazretleri onu aklî ve naklî ilimlerin yanında, ata binmek, ok atmak, silâh kullanmak gibi mevzularda çok başarılı bir şehzade olarak yetişmeye teşvîk ediyordu. Dârâ’dan farklı olarak, müslüman-Türk vezir ve kumandanlar tarafından da çok seviliyordu.
Dolayısıyla ileride Bâbür Devleti’nin altıncı hükümdarı olma mücâdelesinin, bu iki şehzade arasında olacağı her haliyle belli oluyordu. Evrengzîb, devlet idaresini ele geçirme mücâdelesi yaptığı günlerde babası Şah Cihân’a yazdığı mektuplarda sık sık gayesinin; “Hakîkî îmân ve devletin selâmeti” cihetinde hareket olduğunu ifâde ediyordu. Bu yüzden Türk ve müslüman beylerin çoğu onu seviyor ve İslâmiyet’e hizmet edeceğine inanıyorlardı.
Bâbür Devleti’nin kuruluşunun yaklaşık yüz otuz birinci yıllarında, beşinci hükümdar Şah Cihân’ın altmış altı yaşında iken hastalandığı etrafda yayıldı. Dolayısıyla şehzadeler arasında da duyuldu. Şah Cihan, hastalığı sebebiyle bir süre halka görünmedi. Pencap valiliğine tâyin edildiği hâlde gitmeyen oğlu Dara Şikûh, hekimler ve bir-iki yakınından başka, babasının yanına kimseyi sokmuyordu.
Dara Şikûh’un, babasının durumunu etraftan saklaması çeşitli yorumlara sebeb olmuş, Dârâ’nın tahta rahat yerleşmek için böyle davrandığı etrafa yayılmıştı. Çevrede bu tarz düşünceler yoğun bir şekilde konuşulurken Şah Cihan, Ekim ayı ortalarında halk arasında göründü ve Delhi’den Agra’ya gitti. Büyük oğlu Dârâ’yı veliahd yaptı. Dârâ’dan yana olanlar önemli vazifelere getirildiler. Şüphelendikleri kimseleri vazifeden uzaklaştırdılar. Hâdiseler bu şekilde devam ederken vezîr-i âzam olan ve Dekken valisi Evrengzîb’e yakınlığı ile tanınan Mîr, bütün vazifelerinden uzaklaştırıldı.
Ayrıca, yine Evrengzîb’e yakınlığı ile sarayda tanınan Îsâ Bey hapsedildi. Dekken ordusunun bir kısmı Evrengzîb’in kuvvetini kırmak için geri çağrıldı. Dara, bu yaptıkları yetmiyormuş gibi, kardeşi Evrengzîb’e gidilecek olan başlıca yolları kestirip, saraydan giden mektup ve habercileri yakalattırıyordu.
Şah Cihân’ın iktidarının son zamanlarına doğru, sapık kimseler, faaliyetle rini arttırdılar. Hindular, Dara Şikûh’un yardımıyla devlet dâirelerinde güçlenip söz sahibi olmaya, müslümanlara zulüm ve eziyet etmeye başladılar. Hattâ Rânâ adlı bir hindû kumandan, bir müslümanın evini basıp, hanımını zorla elinden aldı. Rânâ, ileri gelen kumandanlardan olduğu için, o garip müslüman derdini kimseye anlatamadı. Son çâre olarak, o sıralar hacca gitmek için Delhi’ye gelen Muhammed Ma’sûm hazretleri ile ağabeyi Muhammed Sa’îd hazretlerine koştu. Allâhü teâlânın o mübarek kulları, bu hâince işi duyunca birden değiştiler, celallendiler.
O garîb müslümana; “Sultan’ın yanına gidip, senin hâlini anlatacağız; lehine düşünür, hanımını iade eder ve o zâlim adama gerekli cezayı verirse na âlâ. Yoksa onun saltanatını Allâhü teâlânın izniyle değiştireceğiz. Böyle şeylere göz yummak, mazlumların haklarını korumamak, saltanata da Sultan’a da yakışmaz” buyurdular. Hemen Sultan’a gittiler. O sıralarda, Şah Cihâdın büyük oğlu Dara Şikûh, babasının hastalığından istifâdeyle idareyi ete almış ve babasına veliahdlığını îlân ettirmişti.
Dara Şikûh, o mübarek insanların şikâyetlerini dikkatle dinledi. Ama saltanat çatışmalarının yaklaştığı bir zamanda, Rânâ gibi güçlü bir kumandanıyla arasının açılmasını istemiyordu; “O, mağdur olan adama istediği kadar altın vereyim. İstediği bir kadınla yeniden evlensin. Bir kadın için böyle kuvvetli bir kumandanla aramı açamam” şeklinde bir teklifle red cevâbı verdiği azîz kimseler, bu cevâba çok hiddetlendiler. Dara Şikûh’a hitaben; “Eğer bu müslümanın işi ile ilgilenmez ve o kâfire gereken cezayı vermezsen, çıktığımız bu hac yolculuğundan, sen burada bu davranışlar içerisinde olduğun müddetçe geri dönmeyeceğiz” dediler. Gözlerini hırs ve makam sevgisi bürüyen Dara Şikûh, Muhammed Ma’sûm hazretleri ve ağabeylerinin sözlerine karşı; “İstediğiniz yere gidin, serbestsiniz. Kardeşim Muhammed Evrengzîb, hazırladığı askeriyle üzerime gelirken, Rânâ’yı incitemem” dedi.
Buna karşılık Muhammed Ma’sûm hazretleri de; “Rânâ ve ona yardım edenler lâyık oldukları cezaları bulmadan, masumların haklarına riâyet edilmeden, inşâallah biz Hindistan’a gelmeyeceğiz” buyurup, Dârâ’nın yanından ayrıldılar. İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin iki mübarek oğlu, bu hâle çok üzülüp, hac yolculuklarına devam ettiler.
Muhammed Ma’sûm ile ağabeyi Muhammed Sa’îd hazretleri Dekken’e vardıklarında, şehzade Evrengzîb tarafından hürmetle karşılandılar. Onlara hâlini arz eden Evrengzîb; “Kuvvetim azdır. Ağabeyim Dara Şikûh’a karşı koyacak bir ordum yok.
Ancak bu işi yüksek teveccüh ve himmetlerinizle başarabilirim” dedi. Muhammed Ma’sûm da (rahmetullahi aleyh) cevaben; “Hiç korkma! Âyet-i kerîmede meâlen; “Allâhü teâlânın izniyle, nice az bir topluluk, daha çok bir topluluğa üstün gelmiştir” buyruldu. (Bekara sûresi: 249) Allâhü teâlânın yardımı ile sen galip gelip, saltanatı elde edinceye kadar, ben Hindistan’a dönmeyeceğim.
Biz hac farîzasını eda edip, mübarek yerleri de ziyaretten sonra, Hindistan’a dönünceye kadar, her şey bitecek ve saltanata geçeceksin” buyurdu. Bu müjdeyi alan Evrengzîb, askerini topladı, konuşmaları ile şevke getirip, cesaretlerini arttırdı. İktidarı ele geçirip; Allâhü teâlânın dînine hizmet, müslümanlara da şefkat ve merhamet etmek için daha çok çalışmaya karar verdi.
Olup bitenlerden haberdâr olan Bengal valisi Şücâ ve Gücerât valisi Murâd-bahş kendilerini pâdişâh îlân ettiler. Evrengzîb ise; ordusunun gücünü ve taraftarlarını çoğaltmak için elinden geleni yapıyordu. Netîcede üç şehzade, orduları başında Agra üzerine yürüdüler.
Şehzadelerin orduları, bilâhare iki ayrı koldan yollarına devam etti. Doğuda Şücâ; güneybatıda birlikte hareket eden Evrengzîb ve Murâdbahş orduları vardı. Bu iki şehzadenin ortak hareketinde, kumandanlık dâima Evrengzîb’de idi. Şah Cihan adına hareket eden Dara Şikûh, doğudan harekete geçen Şücâ üzerine, oğlu Süleyman Şikûh komutasında bir ordu gönderdi. Kendisi de, diğer iki kardeşiyle arasında çıkacak muharebeye hazırlandı
Dara, Evrengzîb ordusuna karşı bir ordu yola çıkardı. Ordunun başına da Racput hükümdarlarından Marvar Racası Cesvent Sing’i tâyin etti. İki ordu, Ucceyin’in yirmi kilometre kadar güneybatısında karşılaştı. Evrengzîb, 1658 senesi Nisan ayında bu orduyu yendi ve Agra üzerine yürümeye devam etti. Bu zafer, Darâ’nın ordusundan bir çok bey ve erin Evrengzîb’e katılmasına sebeb oldu. Bu muharebeden iki ay önce Süleyman Şikûh, amcası Şücâ’nın ordusunu yenmesine rağmen, mesafenin çok uzak olmasından dolayı Agra’nın yardımına yetişemedi.
Cesvent Sing komutasındaki merkez ordusunun yenilgisi, Dârâ’yı tutan bâzı beyleri endişeye sürükledi. Çözüm yolları aramaya başladılar. Fakat kendine çok güvenen Dara Şikûh, karşısına çıkacak orduyu yeneceğine kesin gözüyle bakıyordu. Kuvvetinin çokluğuna bakarak hükümdar olmak istediğinden, bir an önce savaşmaya ve kardeşi Evrengzîb’i yenmeye can atıyordu. Kesin vuruşma hazırlığı ile yeniden ordusuna çeki düzen verdi. Nihayet iki ordu Haziran 1658 (H. 1063)’de Agra dolaylarındaki Samugarh’da karşılaştı.
Muhammed Ma’sûm hazretlerinin duasını alan Evrengzîb, büyük bir tevekkül içinde, küçük ordusunu merkez ordusuna karşı sevk ve idare ediyordu. Her şey bu muharebede belli olacaktı. Her iki taraf da son gücünü kullanıyordu. Nihayet iki ordu karşılaştı. Dârâ’nin bizzat idare ettiği ordusu dağılmaya başladı ve Dara kaçtı. Vuruşmada çok gayret göseren Murâd-bahş yaralandı.
Bu esnada Şah Cihan ortaya çıkınca, hasta olmadığı ve Dârâ’yı başa geçirmek için böyle bir hîleye baş vurduğu anlaşıldı. Evrengzîb, 1658 yılının son aylarına doğru Agra’yı aldı ve Bâbürlülerin altıncı hükümdarı olarak kırk yaşında tahta çıktı. Babası Şah Cihân’ı, Agra sarayından dışarı çıkarmadı vexjtüfh yılı olan 1666’ya kadar sarayda tuttu.
Hindistan’daki bu hâdiseler sırasında, Muhammed Ma’sûm hazretleri, haccını eda ederek Medîne-i münevvereye gitti. Peygamber efendimizin huzûr-ı saadetlerine vardı. Murakabe esnasında Resûlullah sallallahü aleyhi ve selleme, Âlemgîr Şâh’a Hindistan’da verdiği sözü arzedince, Resûlullah efendimiz; “Saltanatı, Evrengzîb’e ihsan eyledik” buyurdu.
Muhammed Ma’sûm (rahmetullahi aleyh) Hindistan’dan ayrıldıktan sonra kıtlık, veba ve saltanat mücâdeleleri halkı güç durumda bırakmıştı. Âlemgîr Şah, kısa zamanda devletin idaresini ele geçirerek duruma tamamen hâkim oldu. O sırada dünyâ incisi, Allah dostlarının sevgilisi Muhammed Ma’sûm Fârûkîde hac farizasını yerine getirmiş, yüksek derecelere kavuşmuş, dönüş için hazırlık yapıyordu. Zâten Âlemgîr Şâh’ın zafer haberini de duymuştu. Tekrar Hindistan’a döndü. Âlemgîr Şah, karşılamak için yollara düştü. Çok hürmet ve tazimde bulundu ve başşehir Fîrûzâbâd’da (Delhi’de) kalmasını istirham etti.
Muhammed Ma’sûm (rahmetullahi aleyh), yüksek oğulları Muhyissünne Muhammed Seyfeddîn’i (rahmetullahi aleyh); Âlemgîr Şâh’a ilim öğretip, emr-i ma’rûf yapmakla vazifelendirdi. Seyfeddîn (rahmetullahi aleyh) Dehli’ye gelirken, şehrin girişinde fil ve arslan resimlerini gördü. Âlemgîr Şâh’a haber göndererek bunları ortadan kaldırmasını, aksi hâlde şehre girmeyeceğini bildirdi. Hemen emri yerine getirildi.
Sultân Âlemgîr Şah, Muhammed Seyfeddîn’i sarayına alıp, talebesi olmakla şereflendi. Yaşının ilerlemesine rağmen, Kur’ân-ı kerîmi tamamen ezberledi. Arabça, Farsça, Urduca ve Türkçe’yi çok güzel konuşur ve yazar hâle gelip, o mübarek zâtın sohbetlerihin bereketiyle olgunlaştı. Fıkıh ve diğer din bilgilerinde mütehassıs oldu.
Ahlâkını, Resûl-i ekrem sallallahü aleyhi ve sellemin güzel ahlâkına benzetmeye; hareketlerini, Allahü teâlânın emir ve yasaklarına uydurmaya çalıştı. Nefsini tezkiye ve kalbini tasfiye edip, Muhammed Ma’sûm-i Fârûkî hazretlerinin halîfesi olmakla şereflendi. Hocası ve mürşidinin tavsiyeleriyle, Hindistan’da yayılmış olan bir çok kötülükleri, bid’at ve sapıklıkları devlet eliyle ortadan kaldırdı.
Peygamber efendimizin unutulmuş sünnetlerinin yaygın şekilde ortaya çıkmasına vesîle oldu. Çevresindeki devlet adamları, vali ve kumandanlar, İslâmiyet’in emir ve yasaklarını öğrenip yerine getirmekle şereflendiler. Hindistan’ın her tarafında İslâmiyet yayılıp, müslümanlar kuvvetlendi. Azgın hindûlar hor ve hakîr oldular.
Muhyissünne Muhammed Seyfeddîn hazretleri, taht merkezi Fîrûzâbâd’da (Delhi), insanlara nasîhat ediyor, cemâatine iştirak eden fâsıklar tövbekar olup, huzuruna gelen kâfirler îmânla şerefleniyorlardı. Yanlış gördüğü bir şeyi açıkça söyler, çekinmeden Allahü teâlânın emrini bildirirdi.
Yine bir gün, saray bahçesinde gördüğü uygunsuz bir durumu, müdâhale ile ortadan kaldırttı. Bunu haber alan Sultan Âlemgîr Şah, Allahü teâlâya hamd edip; “Benim saltanatım zamanında böyle kıymetli kullarını gönderdiğin için, sana şükürler olsun yâ Rabbî” diyerek şükür secdesi yaptı. Bir defasında da oğlu Muhammed A’zam Şah, Seyfeddîn hazretlerinin dergâhını ziyarete gitmişti.
Seyfeddîn’in (r. aleyh) ilim ve feyzinden istifâde için toplanan cemâat, dergâhın içinden tâ dışarılara taşıyor, adetâ üst üste oturup, şevkle o mübarek zâtın sohbetini dinliyordu. Şehzade Muhammed A’zam Şah, kalabalık arasından güçlükle geçti. Başından sarığı düştü. Seyfeddîn’in (rahmetullahi aleyh) duasını aldıktan sonra, babası Alemgîr Şâh’ın huzuruna çıkıp, hâli arzetti. Alemgîr Şah, kendi zamanında böyle kıymetli bir evliyanın bulunmasına ve halkının ona bu kadar îtibâr etmesine ziyadesiyle sevinip, Hak teâlâya şükretti.
Alemgîr Şah, tahta geçtikten kısa bir müddet sonra memlekette sulh ve sükûnu sağladı. Müslim ve gayr-i müslim herkesin, huzur içinde yaşamasını te’min etti. Zulüm ve kötülüklere, bid’at ve sapıklıklara son verdi. Ayak altına düşme ihtimâline binâen, paralardaki Kelime-i şehâdet yazılarını kaldırdı. Ateşe tapan mecûsîlerin dînî bayramı olan Nevruz (21 Mart) ve Mihrican günlerinin müslümanlar tarafından resmî bayram olarak kutlanmasını yasakladı.
Allahü teâlânın emir ve yasaklarının memleketin her tarafında tatbikinin kontrolü için, Molla İvaz Vecih isimli âlimi vazifelendirip, emrine müfettişler verdi. Molla Ivaz’ın emirlerine aynen kendi emirleri gibi itaat edilmesini, memleketin her köşesindeki idarî âmirlere fermanlarla bildirdi. Memleketteki bütün cami ve dergâhları, eski ve yeni, cemâatli ve cemâatsız farkı gözetmeden tamir ettirip; imâm, müezzin ve hatîb tâyin etti. İslâmiyet’in emr etmediği seksen çeşit vergiyi halktan kaldırdı. Müslüman ve kâfir herkesin gönlünü aldı. Böyle olduğu halde, hazîne zayıflaması gerekirken, zenginleşti.
Mekke ve Medîne’deki Beytullah’ın ve Resûlullah efendimizin komşuları olan müslümanlara dağıtılmak üzere, her biri on bir gram gümüşten yapılan altı yüz altmış bin rupi gönderdi. Bu rupileri dağıtan hey’et ancak beş yıl sonra Hindistan’a dönebildi. Memleketteki fakirlerin de sıkıntı çekmesine meydan vermemek için, çeşitli vesilelerle hayratta bulunurdu. Bilhassa Ramazan aylarında doksan bin rupi dağıttırırdı.
Başta Agra olmak üzere Osmanlılardaki imaretin vazifesini gören Bulgurhâneler açtırdı. Yolcu ve misafirler için han ve kervansaraylar yaptırdı. İlim ve ilim ehline çok kıymet verip, talebelerin ve müderrislerin, vazifelerini rahat yapmaları için maaş verdi. Kitap yazıp eser takdim eden âlimleri mükâfatlandırdı. Mükâfatlandırmalarla ilmi ve yayın faaliyetlerini teşvik etti. Din ve fen ilimlerinin herkes tarafından öğrenilmesine büyük gayret sarf etti.
Alemgîr Şah güvendiği adamlarını, memleketin her tarafına Vekîl-i Pâdişâhi ünvanıyla gönderip, halkın şikâyetlerinden haberdâr oldu. Tebeasının huzur ve saadet içinde yaşamasının te’mini için elinden geleni yaptı. Doğru yolda bulunan, doğru yolu gösteren âlimlere büyük îtibâr, hürmet gösterdi.
Alemgîr Şah, memleketin ileri gelen ulemâsından meydana getirdiği kalabalık bir hey’ete her türlü imkânları verip, büyük bir kütüphane kurarak Fetâvâ-yı Âlemgîriyye ve Fetâvâ-yı Hindiyye adları verilen kânun kitabını ve devletin anayasasını, Hanefî mezhebi hükümlerine göre hazırlattı. Bu hükümler, yetişen âdil kadılar tarafından memleketin her tarafında tatbik edildi. Daha sonra aynı şey Mecelle ile Osmanlı Devleti’nde de yapıldı.
İnsanların huzuru için elinden gelen hiç bir şeyi esirgemeyen Alemgîr Şah, halkı tarafından çok sevildi. Ona bir çok kerametler atfedilip, Alemgîr Zinde Pîr nâmıyla anıldı. Hindular, böyle bir sultânın dînine girmek için adetâ yarışıyorlardı. Kendi bâtıl dinlerini bırakıp, hak din olan İslâmiyet’i seçmelerine teşvik için, bâzı imtiyazlar verdi. İşlerinden atılan gayr-i müslim devlet me’mûrları, müslüman olmaları şartıyla eski vazifelerine dönebileceklerdi. Mahkûmlar, müslüman oldukları takdirde serbest bırakılacaklardı. Bâzı makamlar, yeni müslüman olanlara hasr edildi.
İçerde huzur ve sükûnu te’min eden Alemgîr Şah, Allahü teâlânın dînini yaymak, duymayan insanlara Hakk’ın dînini tebliğ etmek için, uzunluğu altı, genişliği iki aylık yol olan Tibet üzerine sefer açtı. Tibet kralına elçi gönderip; “Ya müslümanlığı kabul edip kardeşimiz, ya cizye (haraç) verip vatandaşımız, veya harbe hazır ol!” dedi. Kral, cizye vererek Alemgîr Şâh’ın vatandaşı olmayı tercih etti.
Tibet’te cami yapılıp, Alemgîr Şah adına hutbe okundu, para basıldı. Tibet seferi ile Gâzîlik ünvanını alan Alemgîr Şah, daha çok, kendi devletine zayıf bir şekilde bağlı olan bölgelerde Eshâb-ı kiram düşmanı sapık kimseler ve hindûlar üzerinde devletin nüfuzunu arttırmak ve Allahü teâlânın dînini yaymak için uğraştı.
Âlemgîr’in ilk fetihleri Hind-Pakistan yarımadasının doğu ucunda cereyan etti. Kuc-Bihar ve Assam’ın hindû idarecileri, taht mücâdelesi sırasında devletin zayıf durumundan faydalanarak buraları istilâ etmişlerdi.
Alemgîr buraları geri aldı. İklimden kaynaklanan bazı zorluklara rağmen fetihler devam etti ve Assam ile Çitagong’un yanında birçok racalıklar da, Âlemgîr’in idaresine girdi. Çitagong’un ismi, İslâmâbâd olarak değiştirildi. Şah Cihan zamanından beri müslümanların alâkasını cezbeden Bengal toprakları da fethedildi. Bu zengin memleketin gelirleri daha sonra Alemgîr Şâh’ın ordularının ana mâlî kaynağı oldu.
Şimdi Bangladeş olarak bilinen bölgenin dünyâya açılması ve iskânı da büyük ölçüde Alemgîr Şah tarafından gerçekleştirildi. Daha önceleri bölge kapalı bir hayat sürmekte idi. Dışardan gelen te’sirler, kendilerini ancak büyük yerleşim merkezleri ve zengin manastırlarda gösterebiliyorlardı. Hindular ve hıristiyanlar, Doğu Bengal insanının şahsı ve dili ile alay ediyorlardı. Diğer insanların kötülükleri, müslümanların bölgedeki çalışmasını kolaylaştırdı. İlk önce, eşkıya ve balta girmemiş ormanlarla mücâdele ettiler? daha sonra da medeniyetlerini Ûoğu Bengal’e yerleştirerek, ülkenin çehresini değiştirdiler.
Batıdaki mes’eleler ortaya çıktığında, doğudaki faaliyetler, daha yeni tamamlanmıştı. Peşâver civarında oturan büyük bir Afgan kabîlesi olan Yusuf za’îlerin lideri Baku başkaldırdı Âlemgîr’in adamlarını mâğlûb etti. Alemgîr bizzat müdâhale edinceye kadar da mücâdelesini devam ettirdi.
Alemgîr’e muhalifler arasında, Hattak kabilesinin lideri Peştu şâiri Huşhal Hân Hattak da vardı. Bu şahıs, taht mücâdelesi sırasında Alemgîr’e arka çıkmasına rağmen, daha sonra Yusufza’îlerle dostluk kurup onun karşısına geçti. Bu sebeple bir müddet zindanlarda kalan şâir, bağlılık sözü vererek hürriyetini elde etti. Ancak daha sonra açıkça isyan etti. 76 yaşında, bir şey elde edemeden ölçn Huşhal’dan geriye sâdece canlı, güçlü ve hicivli mısrâ’lar kaldı.
Alemgîr’le Afganlılar arasındaki bu düşmanlık fazla uzun sürmedi. Onun, devam eden uzun iktidarı boyunca tâkib ettiği usta siyâset, Afganlılarla münâsebetlerinin iyiye dönüşmesini te’min etti. Daha önceleri Afganlılar, görülen kötü hâlleri üzerine yerlerinden ayrılmaya zorlanmıştı. Karşılıklı itimatsızlık ve dînî bâzı mevzularda ortaya çıkan farklılıklar, uzun süre te’sirini muhafaza etti. Fakat, bilhassa Âlemgîr’in idâresinin son zamanlarında münâsebetler iyileşti. Afganlılar, Âlemgîr’den sonra, devletin zor döneminde ilk zamanki davranışlarının aksine müsbet bir rol oynadılar.
Alemgîr Şah, saltanatı süresince askerî kaynağı olan Orta Asya’nın uslu inanlarına büyük îtibâr gösterdi. Çünkü insanlar Hindistan’a gelince, hava şartları sebebiyle, bir nesil sonra, cevvâlliklerini kaybediyorlardı. Ordunun güçlü kalabilmesi için, Orta Asya Türkleri arasından gelecek askerlere ihtiyaç vardı. Memleketin aslî unsuru olan müslümanların güçlenmesi için, elinden geleni yapan Alemgîr Şah, bâzı sihirbaz ve hokkabazların, müslümanları kandırmak için “kendilerini keramet sahibi evliya gibi göstermelerine karsı tedbirler aldı. Kışkırtmalar netîcesinde zaman zaman ayaklanan hindû ve sinler, devletin başına bir hayli gaileler açıyorlardı.
Bâbürlülerle sinleri karşı karşıya getiren en mühim hâdise, merkezî Pencab’daki, kim olursa olsun, baştakilere karşı gelmeği normal sayan militan köylülerin, yeni kurulan sinliği kabul etmesi olmuştur: Âlemgîr, sih mes’elesi ile de yakînen ilgilendi.
1675’lerde sihlerin lideri olan ve kendisinin ermiş bir kişi olduğunu, kerametler gösterdiğini iddia eden Gürü Teg Bahâdır, bâzı sihlerin müslüman olmasını hazmedemeyip isyana kalkıştı.
Câhil kimseleri kandırdığı gibi müslümanları da inandıracağını zannetti. Yakalanıp Delhi’de Alemgîr Şâh’ın huzuruna getirildi. Müslüman olması veyahut da, sih inancının doğruluğunu isbât edecek bir delil getirmesi istendi. Kabul edip, kâğıt kalem istedi. Bir şeyler yazıp; “Bu kâğıdı boynuma asacağım ve boynumu kılıç kesmeyecek” dedi. Söylediği gibi kâğıdı boynuna astı.
Zâlimlerin boynunu vurmakta usta bir cellat getirildi. Cellat, Teg Bahâdır’ın arzu ettiği gibi boynuna kılıç vurdu. Kellesi bir tarafa, boynundaki kâğıt bir tarafa uçtu. Kâğıdı açınca, “Ser verir, sır vermem” yazıldığı görüldü. Teg Bahâdır, sapıklığının cezasını kendi arzusu ile buldu. Hâlbuki Alemgîr Şah, mümkün olduğu kadar adam öldürtmeğe yanaşmaz, her işi sulhla halletmeye çalışırdı. Ama Teg Bahâdır, kılıçın boynuna çalınmasını kendisi istemişti. Artık iş onun Kettesini vurmaktan çok, sapıklığını isbat şekline dönüşmüştü.
Alemgîr Şâh’ın en mühim özelliklerinden biri, dîne bağlılığı ve bu sayede herkesin’hak ve hukukuna titizlikle riâyet etmesi idi. Tahta çıktığı sıradaki çatışmalarda ölenler hâriç, hiç bir hâdise ile hindû veya diğer gayr-i müslimlere zarar gelmemiştir.
Ekber Şah zamanından beri yaklaşık yüz senedir kaldırılmış olan kâfirlerden alınan cizye ve haracı tekrar koyan Alemgîr Şah, Hindistan’ı yavaş yavaş sömürmeye başlamış olan İngilizlerden de haraç alınmasını istedi. Birçok gayr-i müslim, cizyeden kurtulabilmek için müslüman olmakla şereflendi. Kısa zamanda gerçekleri öğrenerek, eski dinlerinin sapıklığını ve kendilerinin nasıl kandırıldığını anladılar. İslâmiyet’e sıkı bir şekilde sarıldılar.
Müslümanların çoğalmasını ve kendi oturdukları yerlerde cami ve mescid yapmalarını hazmedemeyen hindû ve sinler, camileri yıkıp, müslümanlara zulmetmeye kalkıştılar. Bu olaylar üzerine Alemgîr Şah, onlara çok güzel karşılık verip, hadlerini bildirdi. Bunları kışkırtıp, devleti karıştırmak, müslüman-hindû çatışması çıkartmak isteyenlere karşı tedbirler aldı.
Alemgîr, Ekber Şâh’tan kopardığı imtiyazlarla ilk fabrikasını 1612’de Surat’ta açan ve daha sonra başka yerlerde ticâret merkezleri kuran Doğu Hindistan Şirketi ile ciddî bir şekilde karşı karşıya geldi. Bunun temel sebebi, İngiliz, Portekiz ve Hollandalılara âid olan bu şirketin, bu devletlerin denizlerdeki üstünlükleri sebebiyle kânunlara ve mâlî kaidelere riâyet etmeme temayülünde olmasıydı. Bunda, taht mücâdelesi sırasında bazı tarafların şirkete verdiği tâvizlerin de mühim te’siri vardı. Şirketin adamlarının tehdidkâr davranışları bir takım çatışmalara yol açtı ise de, neticede andlaşma sağlandı.
Alemgîr Şâh’ın şirket ile uğraşmayı bırakmasının en mühim sebebi; bunların hac yolunu ellerinde tutmaları ve haccın îfâsına mâni olabilecek kuvvete sâhib olmalarıydı. Aynı zamanda Alemgîr Şâh’ın vezîri Esad Hân’ın da Doğu Hindistan Şirketi ile mücâdeleye karşı olması, bu siyâseti şekillendirdi. Neticede elde edilmesi pek muhtemel olmayan bir başarı olarak, mevzubahis şirketin siyâset ve silâhlı mücâdeleden yarım asır kadar uzak tutulması sağlandı.
Alemgîr’in dîne bağlılığının ve cizye vergisini mer’iyyete sokmasının; hindûları rahatsız ettiği ve bunun da Tîmûroğulları devletinin sonunu hazırlayan en önemli faktörlerden birisi olduğu söylenir.
Ancak yapılan son araştırmalar göstermiştir ki, Alemgîr’in hindûlarla ilgili siyâseti bir takım rahatsızlıklara yol açmışsa da, bu rahatsızlıklar hiç bir zaman devletin bütünlüğünü tehlike altına sokacak mertebeye ulaşamamıştır. Onun, diğer dinlerin mensuplarına gösterdiği müsâmehayı bir hindû tarihçi şöyle ifâde etmektedir: “Alemgîr Şah, hiç bir zaman hindûların özel merasimlerini engellememiş, ibâdetlerine mâni olmamıştır. Din adamlarının vazifelerine sınır koymamıştır.”
Bâbürlüler Devleti’ni yönetmeye başladığı ilk günden îtibâren, Allahü teâlânın rızâsı için cihâdı elden bırakmayan Alemgîr Şah, vefat edeceği zaman bile, Marata denilen isyankâr hindûlarla savaşıyordu. 3 Mart 1707 (H. 1119) târihinde Bombay’ın kuzey doğusuna düşen Evrengâbâd yakınlarında, Ahmednagar’da vefat etti ve Huldâbâd (Ravza) denilen yerde defnedildi. Alemgîr Şâh’ın dört oğlu, üç kızı vardı.
Her müslüman gibi, vefatından önce bir vasiyetname hazırlayan Alemgîr Şah, cenazesinin, Resûlullah efendimizin sünnet-i şerîfine uygun kaldırılmasını, cenazesinde, bilhassa tegannî ile mersiye söyleyenlerin bulunmamasını vasiyet etti.
Alemgîr Şâh’ın vefatından sonra, taht kavgaları başladı. On üç senede on şehzade başa geçti. Devlet zayıfladı ve bâzı devletçikler ortaya çıktı.
Devlet hazînelerini altınlarla dolduran Alemgîr Şah, kendi nafakasını, yazdığı kitapları satarak te’min ederdi. Zâten senenin bir çok gününü oruçla geçirirdi. Arpa ekmeği yer, Resûlullah efendimizin sünnet-i şerîfine harfiyyen uymaya çalışırdı. Namazlarını devamlı cemâatle kılar, hep abdestli bulunurdu. Gecelerini ibâdetle kıymetlendirir, ilimle meşgul olurdu.
Târihlerde Alemgîr Şâh’ın en müşahhas özelliklerinin, eksiksiz bir cesaret ve gayeye sıkı bağlılık olduğu yazılmıştır. Askerî harekâtları, cesaretinin seviyesini yeteri kadar ortaya koymaktadır.
Düşmanlarını safdışı etme, veya kendine bağlamada gösterdiği maharet, onun diplomasi ve devlet adamlığındaki ihtisasını göstermiştir. Çok iyi bir hafızaya sâhib olan Alemgîr, aynı zamanda yorulmaz bir liderdi. İktidarı zamanında kendisiyle görüşebilme fırsatını bulan İtalyan doktor Gemalli Careri, Alemgîr’in kendisine yapılan müracaatları tek tek okuduğunu, bunları cevapladığını ve gözlük kullanmadan yaptığı bu işten büyük haz duyduğunu anladığını kaydetmiştir.
Alemgîr’in sâde hayâtı da tarihçilerin dikkatini celbetmiştir. Giyim-kuşamı, yemeiçmesi ve diğer her türlü faaliyeti, sadelik sınırlarını geçmezdi. Çok düzenli bir hayâtı vardı. Doksan yaşında vefat ettiğinde, işitme hâriç bedenî faaliyetlerinde hiç bir bozukluk yoktu.
Okumayı çok severdi, bu sevgisini vefatına kadar devam ettirdi. Kendisi de yazardı. Fârisî nesirleri halâ çok beğenilmektedir. Mektuplarını ihtiva eden, Ruk’at-i Âlemgirî kitabı uzun zaman, basît, fakat güzel nesir yazmanın umûmî ders kitabı olarak kaldı. Şiir söylemede de kabiliyetli idi.
Ancak, şâirlerin yanlışlarla meşgul olduğunu söyleyerek, şiir yazmaktan uzak durdu. Hemen hemen bütün Hint-İslâm liderlerine ağır bir dille saldıran Will Durant, Alemgîr Şah için şu îtirâfı yapmakdan kendini alıkoyamamıştır: “Suç ve suçlunun üzerine gitmede hemen hiç cezaî metodlar kullanmadı. Dîni tarafından yasaklanan bütün yiyecek, içecek ve şatafattan uzak durdu.”
Tasavvufta Muhammed Ma’sûm-i Fârûkî (rahmetullahi aleyh) gibi bir zâta talebe ve halîfe olmakla şereflenen bu büyük hükümdar, İslâm hukukuna büyük hizmet etmiş, hadîs ilminde pek kıymetli bir eser kaleme almış, aynı eseri şerh ettikten sonra yine kendisi Farsça’ya çevirmişti. Ayrıca belagat yönü çok üstündü.
Bu sebeple, Belagat şaheserleri denilebilecek pek kıymetli risaleler de kaleme almıştı. Böylesine üstün vasıflara sâhib olan Alemgîr Şah hakkında, Müntehâb-ül-lübâb adlı eserin sahibi Hafi Hân şöyle demektedir: “Tîmûroğulları arasında, belki de Delhi’nin gelmiş geçmiş pâdişâhları arasında Alemgîr Şah gibi ibâdet, riyazet ve adalet bakımından mümtaz bir pâdişâh yoktur. Hindistan’da, İskender Lodi’den sonra böyle pâdişâhlar pek az gelmişlerdir. Bu pâdişâhlar, şecâatta, sıkıntılara tahammül ve sabretmekte, görüşünde isabette eşsiz idiler. Allahü teâlânın emir ve yasakları hâricine çıkmazlar, siyâset îcâbı kan dökmekten hoşlanmazlardı.”
Şah Cihan zamanında, her türlü kültür ve san’at faaliyetlerinin saray tarafından himaye edilmesi, daha önce görülmemiş bir seviyedeydi. Alemgîr, bu durumu değiştirerek, İslâmî olan ve olmayan çalışmalar arasında bir ayırım yaptı. Annesinin türbesi ve Tîmûroğullarının Hint-Paklstan Yarımadası’na bıraktığı en büyük eser (Taç Mahal) hakkında ise; bir mezarın üzerine böyle bir bina inşâsının sertliğinin şüpheli olduğunu, ve işe gösteriş ve israf karıştığını beyanla menfî fikir bildirmişti.
Saray şâirlerinin himayesine son verilmesi, şâirlerin daha serbest ve daha verimli çalışmalar yapmasına sebeb oldu. Bu şâirlerden birisi İranlı Bedil’dir. Afganistan ve Orta Asya’da meşhûr olan bu şâirin eserlerinde, ciddî okuyucular için, Celâleddîn-i Rûmî’nin Mesnevî’sinde olduğu gibi bir takım mesajlar vardır. Urdu şâiri Velî de, hocası Gülşen’in te’siri altında Fars şiirinden aldığı fikir ve teşbihleri işleyerek, büyük başarı elde etti.
Alemgîr Şah, eğitime yaptığı yardımın yanında kadıların sayısını büyük nisbette arttırdı. Yeterli bir eğitim görenlerin yükselmelerine de imkan te’min etti. Meşhûr İslâmî tedrisât sistemi olan Ders-i Nizâmiyye’nin hazırlanmasına onun zamanında başlanmıştı. Bu sistemin kitaplarının bir çoğu Alemgîr zamanında tamamlandı. Eğitimle ilgili büyük binaların inşâsını emreden de yine Evrengzîb Alemgîr’di. Himayesinde çalışan Kabil kadısı Mîr Zâhid ve Luknow kadısı Muhibbullah Buhârî, bu işlerde faal rol oynadılar. Evrengzîb Alemgîr, umûmî eğitime de önem verirdi. Bunun iyi bir göstergesi kendi mektuplarında görülür.
Delhi valisi Akil Hân Râzînin manzum eseri Pedmavet, Şîr Hân Lodînin Mir’ât-il-Hilye’si ve tercümelerinden müteşekkil bulunan Fârisî Tıbb-ı Yunânî de onun zamanında yazılan eserler arasındadır.
Alemgîr’in bazı hususlarda tam başarı gösterememesinin sebebi kendisi değildi. Eksikliklerin asıl sebebi, emri altındaki insanların hareketleridir. Aynı zamanda Alemgîr, iki nesil süren benzeri görülmemiş refah, rahat yaşama devrinin ardından başa geçmesi sebebiyle de talihsizdir. O tahta geçtiğinde, Tîmûroğulları artık Bâbür ve Ekber devirlerinin güçlü askerleri değillerdi. Alemgîr dâima iyi adam yokluğundan şikâyetçi oldu. Nitekim mektuplarından birinde şöyle der:
“Dedem Ekber’in bir çok sâdık adamı vardı. Zaferleri kazanmada ve diğer bir çok işi görmede onlara güvenirdi. Babam (Şah Cihan) zamanında da bir çok sâdık hizmetkârlar, düstur bilen me’mûrlar ve kabiliyetli kâtipler vardı. Şimdi ben, Bengal’de bir me’mûrluk için dürüstlük mücevheriyle mücehhez bir tek adam aradım ama bulamadım. Heyhat, işe yarayacak adam çok az.”
Alemgîr zamanındaki Tîmûroğulları askerlerinin gittikçe artan bir zayıflığı da, çok gayret isteyen zor vazifelerden kaçmalarıydı. Onlar için pâyitahtdan uzak kalmak o kadar kötü bir durumdu ki, zafer kazanmak yerine geri dönmeyi tercih eder duruma geldiler. Tabiî ki, böylesine kolayı, rahatı seven askerle Alemgîr’in zaferler kazanması zordu. Küçük kalelerin fethi bile seneler alabiliyordu.
Tîmûroğulları ordusunda hıyanet büyük boyutlara varmış, şehzadeler bile bu tür hâdiselere bulaşmaktan geri kalmamışlardı. Böylesine zor şartlarda hükümdarlık eden Alemgîr’in muvaffak olamadığı seferlere, bitiremediği işlere bakıp da onu devletin çökmesine sebeb olmakla suçlamak haksızlık olur.
Evregzîb Alemgîr adetâ bir insan sarrafıydı. Hizmetine alacağı insanları dikkatle seçer ve bunu yaparken ileride o kişiler hakkında yanlış bir karar vermiş olmamak için çok titiz davranırdı. Hakkında yanıldığı bir kaç kişiden biri de, kendisine otuz yedi sene boyunca vezirlik yapan Esad Hân gelir. Bu şahıs, devletin muhtemelen en çok para alan me’mûru olmasına rağmen; yolsuzluğa, lükse ve sefahate düşkün bir karakter teşhir etmişti.
Aynı adam, Âlemgîr; Doğu Hindistan Şirketi, hac yolundaki gemilerden birine zarar verdiği zaman Bombay’ın istilâsını ve şirketin tahribini emretmesine rağmen, onu vazgeçirebilen kişiydi. Adından bahsedilen şirkete ait kayıtlar, Âlemgîr’in vezirinin sâdece menfaat değil, nakit paraya da tenezzül etmiş olduğunu ispatlamıştır.
KAZANILAN ZAFER
Muhammed Ma’sûm Farukî’nin (rahmetullahi aleyh) yüksek oğullarından ve zamanın evliyasının büyüklerinden Muhammed, Ubeydullah Fârûkî (rahmetullahi aleyh), Âlemgîr Şâh’a yazdığı mektublarından birinde, onun zafer ve hizmetlerini şöyle dile getiriyor:
“Bu fakir büyük zaferinizi tebrik eder, manen yüksek derecelere kavuşmanız için dua ederim. Rana mihracesi Hind yarımadasında müslümanların en büyük düşmanıdır. Bu kafire karşı kazandığınaz zafer, bu duacınızı ve bütün müslümanları büyük sevince gark etmiştir.
Bu sevinci anlatmak kitaplara sığmaz. Şüphe yoktur ki, Rânâ mihracesinin kesin mağlûbiyeti ve vergiye bağlanması, Hindistan’da islâmiyet’in tam hâkimiyeti demektir. islâm’ın zuhurundan bugüne kadar, Rânâ eyâleti, Hindistan’da küfrün merkezi olmuştur. Bugüne kadar, hiçbir islâm pâdişâhı bu şekilde kat’î bir netice alarak Hind yarımadasında tam hükümrân olamamıştır. Şimdiye kadar Rânâ’nın vergiye bağlanması şöyle dursun, hiç bir Hind eyâletinden muntazam bir vergi alınamamıştır.
Sizin bu fütühat ve zaferiniz, hadîs-i şerîflerde açıkça bildirilen, İmâm-ı Mehdî’nin gelmesini hatırlatan ve hazırlayan olaylar zincirinden biridir. Bütün İslâm dünyâsını ilgilendiren bu nimete şükretmekten, bütün diller aciz kalır. Bekara sûresinin ikiyüzellibirinci âyet-i kerîmesinde meâlen; “Eğer Allahü teâlâ müslüman ordularla kâfirleri mağlûb etmeseydi, mü’minler şehîd edilir, memleketleri harâb edilirdi Fakat Allahü teâlâ ihsân sâhibidir Mû’minler sebebiye kâfirlerin, sâlihler sebebiyle günahkarların kötülüklerini, zulümlerini def eder” buyurulmaktadır. Halen İslamiyeti kuvvetlendirmek için, Dekken bölgesine yeni bir sefere çıkmak üzere olduğunuz öğrenilmiştir.
Bu teşebbüsünüz büyük cihaddır. İslam ülkelerini asilerin kötülüklerinden ve şerlerinden temizlemek, bu seferin mühim neticelerinden olacaktır. Hicaz yolunun açılması da, bu seferi îcâb ettirmektedir. Allahü teâlâ sonsuz ihsânıyla bu seferinizi de zaferle bitirmek nasîb eylesin. Ne büyük bahtiyarlıktır ki, böyle büyük bir sefere azm etmiş bulunuyorsunuz. Bu târihî sefer, iyi bir niyetle, çok hayırlı ve bereketli meyveler verecektir. Ebedî saâdet yolunda yüksek mânevi derecelere kavuşmanıza vesile olacaktır.”
1) Müntehab-ül-lübâb (Hâfî Hân, Kalküta 1869); cild-1, sh. 395 cild-2, sh. 1
2) Tüzük-i Cihangiri (Cihangir Bâdşâh, Aligarh 1864)
3) Târih-i Nâimâ; cild-6, sh. 348
4) Mektubat-ı Ma’sûmiyye
5) Hazînet-ül-meârif (Muhammed Ubeydullah Fârûkî, Karaçi 1973); sh. 92
6) Mektûbât-ı şerîfe (Seyfeddîn Fârûkî, Karaçi 1331)
7) Tam İlmihâl Seâdet-i Ebediyye; sh. 1036
8) Silk-üd-dürer; cild-4, sh. 113
9) İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; cild-16, sh. 282, 296
10) History of müslim civilization in India and Pakistan; sh. 380