Resûlullah efendimizin amcası Ebû Tâlib’in oğlu. Hulefâ-i râşidînin ve Cennet’le müjdelenen on kişinin dördüncüsü. Resûlullah’ın damadı. Ehl-i beytin, Ehl-i abanın birincisidir. Künyesi, Ebü’l-Hasen ve Ebû Türâb’dır. Hiç puta tapmadan müslüman olduğu için, Kerremallahü veçheh; kahraman ve çok cesur olmasından ve dönüp dönüp düşmana saldırmasından dolayı Kerrâr; Allahü teâlânın aslanı mânâsına, Esedüllah’il-Gâlib ve Haydar lakabları verilmiştir. Ayrıca Allahü teâlânın takdîrine rızâ gösterdiği için Mürtedâ dendi. Çeşitli hadîs-i şerîflerde medh edildi.
Ehl-i sünnetin gözbebeği, evliyanın reisidir. Hicretten 23 yıl önce (M. 599) senesinde Mekke’de doğdu. Annesi, Abdülmuttalib’in vefatından sonra ana ve babadan yetim kalan Peygamber efendimizi şefkat ve muhabbetle yanında tutup, öz evlâdı gibi bakmakla şereflenen Fâtıma binti Esed bin Hâşim’dir.
Hazret-i Ali, Ebû Tâlib’in dördüncü oğluydu. Ebû Tâlib’in geliri az, ailesi kalabalıktı. O sıralarda Mekke’de kıtlık hüküm sürdüğünden, Peygamber efendimiz, amcası Abbâs’a (radıyallahü anh); “Onun geçim yükünü hafifletelim. Her birimiz bir oğlunu alalım” teklifinde bulundu.
Böyle bir teklif, Ebû Tâlib tarafından kabul edilince, hazret-i Ali beş yaşından îtibâren Resûlullah efendimizin yanında yaşadı. Resûlullah’ın tâlim ve terbiyesinde yetişerek, o yüce irfan hazînesinin feyzinden kana kana içti.
Çocuklar arasında ilk defa Muhammed aleyhisselâmın peygamberliğini tasdik eden, hazret-i Ali’dir. On yaşında iken bi’setin (Resûlullah efendimize peygamber olduğu bildirilmesinin) ikinci günü îmâna geldi.
Hazret-i Ali, bir gün Resûlullah ile hazret-i Hadîce’nin beraber namaz kıldıklarını gördü. Namazdan sonra; “Bu nedir?” diye sordu. Resûlullah efendimiz de ona şirkin mânâsını, onun ne kadar kötü, ne kadar alçaltıcı birşey olduğunu, daha sonra tevhidin mânâsını anlatarak peygamberliğini açıkladı ve; “Bu, Allahü teâlânın dînidir. Seni bu dîne davet ederim. Allahü teâlâ birdir. Ortağı yoktur. Lât ve Uzzâ isimli putlardan uzak durmanı emrederim” buyurdu. Hazret-i Ali; “önce babama danışayım” dedi. Resûlullah efendimiz ona; “İslâm’a gelmezsen bunu kimseye söyleme” buyurdu. Hazret-i Ali ertesi sabah gelip; “Yâ Resûlallah! Bana İslâm’ı öğret” diyerek, müslüman oldu. Ali (radıyallahü anh), müslüman olanların üçüncüsüdür.
Hazret-i Ali İslâmiyet’i kabul ettikten sonra, bütün Mekke devrini teşkil eden on üç seneyi Peygamber efendimizle birlikte geçirdi. Resûlullah’ın yanından hiç bir suretle ayrılmayı p, dâima mübarek huzur ve hizmetlerinde bulundu. O’nu can kulağıyla dinledi. Resûlullah’ın ibâdetlerine iştirak etti. Peygamber efendimizin yüksek nazarlarına ve muhabbetlerine kavuştu. Kendisinde harikulade hâller tecellî edip, Resûlullah’ın ilmen ve ahlâken vârisi oldu.
Peygamber efendimiz bi’setin dördüncü senesinde, yakın akrabalarını, hak dîne davet İçin safa tepesinde topladığında, peygamber olduğunu bildirdi. Fakat alay edip, hakarette bulundular. Ondan sonra ikinci bir toplantının tertibini hazret-i Ali’ye bıraktı. Hazret-i Ali bir ziyafet hazırlayıp, Hâşimoğullarını davet etti. Davetliler kırkdan fazla idi.
Yemekten sonra Peygamber efendimiz onları tekrar güler yüz ve tatlı dille îmâna davet edip, peygamber olduğunu bildirdi ve; “İçinizde hanginiz benim kardeşim olmak üzere bî’at edecek” buyurdu. Gelenlerden hiç ses çıkmadı. Bunun üzerine orada bulunanların en genci hazret-i Ali ayağa kalktı. Fakat Resûlullah efendimiz onu oturttu. Tekrar kalktı yine oturttu. Üçüncüden sonra hazret-i Ali’ye mübarek elini uzattılar. Davetliler, şaşkınlık içinde dağıldılar.
Peygamber efendimiz Mekke’de, on pç sene çeşitli eziyet ve sıkıntılara katlanarak îmânı bildirmekle meşgul oldu. İlk müslümanlar, müşriklerin binbir türlü eziyetlerine uğradılar. Peygamber efendimiz onları bu işkenceden kurtarmak için, Habeşistan’a ve Medîne’ye hicret etmelerine izin verdi. Müslümanlar kafile hâlinde gizlice Mekke’den ayrıldılar. Daha sonra müşrikler, Dâr-ün-nedve’de toplanarak, Resûlullah efendimizi öldürme kararı aldılar. Onlar bu hazırlık içindeyken, Allahü teâlâ Resûlüne hicret emri verdi.
Peygamber efendimiz Hak teâlâdan hicret emri aldığı zaman, hazret-i Ali’nin de Resûlullah’ın yatağında yatacağı, Allahü teâlâ tarafından emredilmişti. Resûlullah efendimiz Ali’yi (radıyallahü anh) çağırarak, kendi yatağında yatmasını ve bıraktığı emânetleri sahiplerine vermesini söyledi. Hazret-i Ali, bu emri tam bir teslîmiyetle kabul etti. Hicret gecesi kâfirler, Resûlullah efendimizin saâdet-hânelerinin etrafını sardılar.
Hak teâlâ, şeytan dâhil hepsine bir uyku verdi. Bunlar uykuda iken, Resûlullah aralarından geçerek hazret-i Ebû Bekr’in evine geldi ve oradan da Medîne’ye hicret ettiler. Kâfirler, Peygamber efendimizin evine hücûm ettiklerinde, Resûlullah’ın yatağında hazret-i Ali’yi gördüler. Büyük bir şaşkınlıkla Ali’yi (radıyallahü anh) bırakarak Resûlullah’ın takibine koyuldular.
Hazret-i Ali, ertesi gün o kadar kâfirin arasında, Resûl aleyhisselâmın Kâbe-i şerîfde devamlı oturdukları makama oturdu. “Resûlullah’da kimin hakkı ver ise, gelsin benden alsın!” diye nida ettirdi. Herkes gelip nişanını söyleyerek emânetini aldı. Bütün emânetlerini sahiplerine teslim etti.
Mekke-i mükerremede kalan Eshâb-ı güzîn, hazret-i Ali’nin kanadı altına sığındılar. Hiç bir kâfir, Ali’nin (radıyallahü anh) korkusundan Eshâb-ı kiramın hiç birine eziyet edemedi. Resûlullah’ın hâne-i saadetleri Mekke’de olduğu müddetçe, Ali (radıyallahü anh) da orada kaldı. Bir zaman sonra Resûl-i ekrem, evinin Medîne-i münevvereye getirilmesini emir buyurdu.
Allah’ın aslanı hazret-i Ali, Kureyş kâfirlerinin toplandıkları yere gitti. “İnşâallahü teâlâ yarın Medîne-i münevvereye gidiyorum. Bir diyeceğiniz var mı? Ben burada iken söyleyin” buyurdu. Hepsi başlarını eğip, hiç bir şey söylemediler.
Hazret-i Ali oradan ayrılınca, Ebû Cehl kalktı; “Ey Kureyş’in büyükleri! Muhammed, evi burada olduğu müddetçe bize düşmanlık etmez, buna mâni olmalıyız” dedi. Kâfirlerin her biri, şöyle yaparız, böyle yaparız, dediler. Sonra hazret-i Abbâs’a yalvardılar. “Kardeşinin oğluna söyle, Muhammed’in evini kaldırmasın, yoksa aramız açılır” dediler. Hazret-i Abbâs, bu sözleri hazret-i Ali’ye söylediğinde o; “Amcacığım, yarın inşâalları Resûl-i ekremin evindekileri götüreceğim. Kararım kat’îdir.
Yoluma çıkan olursa cenk ederim” buyurdu. Hazret-i Abbâs, onun sözlerini Kureyş kâfirlerine söyleyince, canları sıkıldı ve onu şehirden dışarı çıkarmayacaklarına karar aldılar. Sabah olunca; Ali (radıyallahü anh), Resûl-i ekremin saâdethânesindeki eşyaları toplayıp, Ehl-i beyt ile birlikte yola koyuldu.
Hazret-i Ali, Resûlullah’a, şişmiş olan ayaklarından kanlar akar vaziyette, Kuba’da yetişti. Gündüzleri saklanıp, geceleri yaya olarak yürüdüğü bu yolculuğun sonunda, Peygamberimizin huzuruna gidemeyecek bir hâlde idi. Resûl-i ekrem efendimiz bunu haber alınca, bizzat kendisi teşrif etti. Hazret-i Âli’yi görünce, hâline acıdı ve sevgili, fedakâr amcazâdesini kucaklayıp, mübarek eliyle, o hak yolunda binlerce meşakkate katlanmış narin, nâzik ayakları okşayarak, kendisine afiyeti için dua buyurdu.
Hattâ hazret-i Ali’nin bu fedâkârlığı üzerine; “İnsanlardan öyleleri vardır ki, Allah’ın rızâsı için nefsini feda eder.” (Bekara sûresi: 207) meâlindeki âyet-i celîlenin nazil olduğu rivayet edilir.
Hazret-i Ali’nin, Medîne-i münevverede de hizmeti çok oldu. Mescid-i Nebevî’nin inşaatında çok çalıştı. Bizzat sırtında taş ve toprak taşıdı. Ali (radıyallahü anh) Tebük gazası hâriç, Resûlullah’ın bütün gazalarında bulundu.
Peygamber efendimiz Bedr gazasına hareket ederken, siyah renkli olan iki sancağından birini hazret-i Ali’ye verdi. Bedr havalisine yaklaşıldığında, Resûlullah onu, düşmanın ahvâlini ve harekâtını keşf için gönderdi. Hazret-i Ali’nin vaktinde hareket etmesi neticesinde, Eshâb-ı kiram harp meydanının mühim yerlerini ele geçirdiler.
Alî (radıyallahü anh), Bedr savaşında birçok azılı müşriki ve bu arada Velîd bin Ukbe’yi bir kılıç darbesiyle öldürdü. Akşama doğru, iki taraf birbirlerine karıştı. Kum tepesinin üzerinde zırhlara bürünmüş müşriklerden birisi, Sa’d bin Hayseme’yi şehîd etti.
Hazret-i Ali, ona yaklaştı. Müşrik atından indi ve Ali (radıyallahü anh) ile vuruşmaya başladı. Hazret-i Ali, müşrikin darbesini kalkanı ile karşıladı ve müşrikin kılıcı kalkana saplanıp kaldı. Hamle sırası hazret-i Ali’ye gelince, kılıcını müşrikin göğsüne çaldı ve zırhını enlemesine biçti. Müşrik titredi ve sarsıldı.
Hazret-i Ali o esnada arkasında bir kılıcın parladığını görünce, başını eğdi. Arkada kılıcı parlayan; “Al bu da Abdülmuttalib’in oğlundan!” derken, müşrikin kellesi, miğferiyle birlikte yere yuvarlandı. Ali (radıyallahü anh) dönüp arkasına baktığında, hazret-i Hamza bütün heybet ve ihtişamıyla ayakta duruyordu.
Yine bu savaşta Nevfel bin Huveylid ile karşılaştı. Nevfel hakkında Peygamber efendimiz; “Yâ Rabbî! Nevfel bin Huveylid’e karşı bana yardımcı ol! Onun hakkından gel!” diye dua etmişti. Hazret-i Ali, kılıcıyla bir hamlede bacaklarını ve kafasını kopardı.
Sonra Peygamber efendimize Nevfel’i öldürdüğünü haber verdi. Bunun üzerine Resûl-i ekrem; “Allahü ekber” diye tekbir getirdi ve; “Allahü teâlâ onun hakkında duamı kabul etti” buyurdu. Hazret-i Ali, Bedr’de ayrıca As bin Sa’îd’i de katlederek, müslümanlara büyük hizmet etti. İbn-i Esîr’in rivayetine göre hazret-i Ali, Bedr savaşında müşriklerin başlarını ağaçlardan meyva düşürür gibi düşürüyordu.
Bu savaşa katıldığında yirmibeş yaşında idi. Bedr ganimetlerinden hazret-i Ali’ye; bir kalkan, bir kılıç, bir de deve isabet etti. Ali (radıyallahü anh) aynı sene içinde Peygamber efendimizin mübarek kerîmesi Fâtıma (radıyallahü anhâ) ile evlendi. Böylece Resûlullah efendimizin damadı olma şerefine kavuştu. Nikâhlarını Resûlullah efendimiz kıyarak duada bulundular.
Hazret-i Ali, Bedr gazasında olduğu gibi Uhud’da da büyük kahramanlıklar gösterdi. Müşriklerin alemdarı olan Ebû Sa’d bin Ebî Talha’yı yıktı. Resûlullah’ın etrafında, O’nu canla başla müdâfaa ederken, hazret-i Fâtıma da onun yaralarını sarmıştı. Zîrâ Uhud’da on altı kılıç darbesi almıştı. Uhud gazasından sonra hazret-i Ali, Resûlullah’ın Benî Nâdir yahûdîleri üzerine gönderdiği orduya katıldı ve yahûdîlere yaptıkları hıyanetin hesabını sordu.
Hazret-i Ali, Hendek (Ahzâb) muharebesinde büyük kahramanlık gösterdi. Kazılan hendeği geçmek isteyen müşriklerin bu hareketlerini önledi. Müşriklerin en azılıları ile savaştı. Muharebenin iyice şiddetlendiği yirmi ikinci gün, müşriklerin en azılılarından olan Amr bin Abdûd, meydana çıkıp er diledi. Müslümanlardan kimse, Amr’ın davetini kabul etmedi. Bir daha meydan okudu, yine ses çıkmadı.
Yedi kere böyle oldu. Yedincide Resûlullah efendimiz, hazret-i Ali’yi çağırdı, huzuruna oturttu; “Yâ Ali! Benim atıma bin, kılıcımı al, Amr bin Abdûd’un önüne yiğitçe, cesaretle var. Onun heybetinden, uzun boyundan endişe etme. Ben, Hak teâladan sana yardım etmesi için, senin elinle müslümanların, bunun şerrinden kurtulmaları için dua ediyorum” buyurdu..
Hazret-i Ali atına bindi ve kılıcını kuşandı. Avını gözetleyerek giden bir aslan gibi, Amr’ın önüne vardı. “Yâ Amr! Senin Kabe’nin karşısında and ettiğini ve Kureyş’den bir kişi senden iki şey isteyince, birini yaptığını duydum, bu doğru mudur?” buyurdu. Amr; “Evet öyle söz verdim” dedi. Ali (r. anh); “Biliyorsun ben Kureyş’denim.
Senden iki şey isteyeceğim. Hiç olmazsa birini kabul et. Birinci isteğim; “Allah’ın birliğini ve Muhammed aleyhisselâmın O’nun Resûlü olduğunu ikrar ve tasdîk etmendir” buyurdu. Amr; “Bunu kabul etmiyorum, başka ne istiyorsun?” dedi. Hazret-i Ali; “İkinci isteğim; bu iki kuvveti hâllerine bırakıp, Mekke-i mükerremeye gitmendir” buyurdu.
Amr; “Bunu kabul ettim, yalnız Ebû Bekr, Ömer ve Osman’ın (radıyallahü anhüm) başlarını keserim” dedi. Hazret-i Ali; “Ey ahmak! Benim başımı kesmeden onların başını nasıl kesersin?” buyurdu. Amr; “Yâ Ali! Sen henüz gençsin, dünyânın tadını almamışsın, ben senin başını kesmek istemem” dedi. Hazret-i Ali; “Ben, Allahü teâlânın yardımı ve Resûlünün duası ile senin başını kesmek isterim” buyurunca, Amr, bu söz üzerine atından inip ona doğru yürüdü. Hazret-i Ali de atından indi.
Birbirlerine hamle yaptılar. Ali (radıyallahü anh) bir fırsatını bulup, Amr’ın uyluğunu bir kılıç darbesiyle kopardı. Artık işi bitti, diyerek geriye dönmüş gelirken, Amr, kendi kopmuş bacağını hazret-i Aliye fırlattı. Ali (radıyallahü anh) hemen geri dönüp, Amr’ın başını da kesti. O anda, İslâm ordusunun tekbîr sesleri yeri göğü inletiyordu. Hazret-i Ali, daha sonra da hendeğe inen Nevfel bin Abdullah’ı yakalayıp öldürdü ve Kureyş ordusunun moralinin bozulmasına sebeb oldu.
Hazret-i Ali, Benî Kureyzâ yahûdîleri üzerine olan seferde, Resûlullah efendimizin sancağını taşıyıp, Benî Kureyzâ kalesine dikti ve ikindi namazını orada eda etti.
Hicretin altıncı senesinde Hayber yahûdîlerine yardıma hazırlanan Benî Sa’d kabîlesinin üzerine giderek, onları dağıtıp hezîmete uğrattı.
Hazret-i Ali, Hudeybiye musâlahasında, sulh şartlarının yazılmasında vazife aldı.
Hazret-i Ali, Hayber gazasında bulunup büyük kahramanlıklar gösterdi. Peygamber efendimiz bu gazada; “Yarın sancağı, Allah ve Resûlünü çok seven birine vereceğim. Allahü teâlâ fethi onunla nasîb edecektir” buyurdu ve ertesi gün sancağı Ali bin Ebî Tâlib’e verdi.
Hazret-i Ali, Hayber kalesinin fethinde, kalenin kapısını koparıp, kalkan olarak kullandı. Bu savaşta hazret-i Ali’nin gözleri ağrıyordu. Resûlullah onu çağırtarak, gözlerine okuyup, şifâ bulması için Allahü teâlâya dua edince, gözlerinde bir ağrı ve sızı kalmadı.
Bu savaşta, yahûdîlerin meşhûr pehlivanı Merhab; “Hayber halkı iyi bilir ki, ben, gelip geçmiş bütün harplerde tepeden tırnağa kadar silâhlanmış, cesaret ve kahramanlığı ile tanınmış Merhab’ım! Ben, kükreyen aslanları bile mızrak veya kılıcımla delik deşik ederim!…” diyerek müslümanlardan er diledi. Bunun üzerine hazret-i Ali; “Ben oyum ki; anam babam Haydar yâni (Aslan) adını takmıştır! Ben, ormanların heybetli görünüşlü aslanı gibiyimdir! Seni bir hamlede yere serecek yiğit bir kişiyimdir!” diye şiir söyleyerek Merhab’ın karşısına dikildi.
Bu şiir, Merhab’a o gece gördüğü rüyayı hatırlattı. Rüyasında kendisini biraslanın parçaladığını görmüştü. Hazret-i Ali, Merhab’la karşı karşıya geldiğinde, Merhab’ın tepesine öyle bir kılıç indirdi ki, kılıç, Merhab’ın siperlendiği kalkanını ve demirden miğferini keserek başını ikiye ayırdı. Merhab’ın başına inen kılıcın çıkardığı ses, o kadar fazla idi ki, Hayber karargâhında bulunan Ümmü Seleme (radıyallahü anhâ); “Merhab’ın dişlerine kadar inen kılıcın sesini ben de işittim” demiştir. Hazret-i Ali, o gün yahûdîlerin en namlı kişilerinden sekizini öldürdü.
Hazret-i Ali’nin şecaat ve kahramanlıkta üstüne yoktu. Düşmanlarıyla çarpışmadan önce İslâm’a davet ederdi. Kabul etmezlerse savaşır ve savaşırken de onlara acır ve haddi tecâvüz etmezdi. Çok cesurdu. Her yaptığı işi; Allahü teâlânın rızâsı için ve insanlığın iyiliğini düşünerek yapardı. Savaşlarda düşmanlarının ölümüne bile acırdı. Çok şefkatli ve merhametliydi. Bir harpte hasmını altına almış, kılıcı ile boğazlamak üzereyken, düşmanı, var gücü ile hazret-i Ali’nin yüzüne tükürdü.
Hazret-i Ali, bu hareketi üzerine onu öldürmekten vazgeçti. Ayağa kalkan düşman, niçin öldürmediğini sorunca; “Biraz önce seni, Allah için öldürecektim. Yüzüme tükürünce, kendi nefsim için öldüreceğimden korktum. Nefsimin isteğine uymamak için vazgeçtim” buyurdu. Hasmı bu hareketine hayran kaldı..
İslâmiyet’in büyüklüğünü anlayıp Kelime-i şehâdet getirdi ve müslüman olmakla şereflendi.
Hazret-i Ali, servet sahibi değildi. Buna rağmen çok cömert, çok kerîmdi. Son derece mütevazı, alçak gönüllü idi. Hakkında birkaç âyet-i kerîme nazil olmuş; kerem, cömertlik, adalet, merhamet ve diğer yüksek faziletleri öğülmüştür. Pek çok hadîs-i şerîflerde methedilmiştir.
Hazret-i Ali, Huneyn gazasında da büyük kahramanlıklar göstererek, dağılmaya yüz tutan ordunun yeniden toparlanmasına sebeb oldu. Tebük gazasında bulunmayıp, Resûlullah efendimiz tarafından Ehl-i beytin muhafazası için Medine’de bırakıldı. Gazadan geri kaldığı için üzüldüğünü gören Resûlullah efendimiz; “Harun, Mûsâ’ya (aleyhimesselâm) nasıl yakın ise, sen de bana öylesin” buyurarak gönlünü hoşnûd edip, iltifatta bulundu.
Resûlullah efendimiz, hazret-i Ebû Bekr’i hacıların başında Mekke’ye gönderdiklerinde, hemen arkalarından “Berâe” sûresi nazil oldu. Bunun üzerine Peygamber efendimiz, bu âyetleri tebliğ için hazret-i Ali’yi me’mûr etti. Bundan böyle hiç bir müşrikin Kabe’ye gelemeyeceği îlân edildi.
Daha sonra hazret-i Ali, Resûlullah efendimiz tarafından ordu kumandanı olarak Yemen’e gönderildi. Kısa zamanda oradaki kabilelerin müslüman olmasına, hidâyet nurlarına kavuşmalarına vesile oldu.
Resûlullah efendimiz veda haccından döndükten sonra, hastalanıp vefat edince, Ali (radıyallahü anh) yıkayıp kefenledi. Bu son mübarek vazife de ona nasîb oldu. Definden sonra halîfe seçilen Ebû Bekr’e (radıyallahü anh) bî’at edip, ona devlet işlerinde yardımcı oldu ve kadılık (hâkimlik) görevlerinde bulundu.
Hazret-i Ömer’in halifeliğine de bî’at edip, halîfenin danışmanı ve hâkimliğini yaptı. Hattâ hazret-i Ömer buyurdu ki: “Şayet Ali (radıyallahü anh) olmasaydı, Ömer helak olurdu.” Hazret-i Osman’ın da halifeliğine bî’at edip. hilâfet işlerinde onun vezirliğini yaptı. Hazret-i Osman’ın şehîd olmasından evvel, oğullarıyla birlikte onu korumak için gerekli dedbirleri aldı. Hazret-i Osman’ın şahadetini duyunca da, oğullarına ve yanındakilere; “Siz yaşar iken onun şehîd düşmesine nasıl imkân bıraktınız?” diyerek, üzüntüsünü ve ona olan muhabbetini dile getirdi.
Hazret-i Ali, mâni olmaya çalıştığı hâlde bir türlü önüne geçemediği elîm şehâdet vak’ası üzerine, Hicrî 35 yılının Zilhicce ayında, Medîne-i münevverede, halîfe seçildi. Halîfe olmasında hiç bir îtirâz olmadığından, icmâ’-ı ümmet ile hilâfet makamına geldi. Hazret-i Osman zamanında, fitne, yahûdîler tarafından başlatılmış ve halîfenin şehîd edilmesine kadar varmıştı.
Bu durum, hazret-i Ali’nin hilâfeti zamanında da devam etti. Hazret-i Osman’ı şehîd edenlerin cezalandırılması hususundu, Eshâb-ı kiram arasında üç ayrı ictihâd oldu. Sahâbîlerden bir kısmı, tarafsız kalmayı; hazret-i Talha, hazret-i Zübeyr, Âişe (radıyallahü anhâ) ve Şam’da bulunan Muâviye (r. anh), suçluların hemen cezalandırılmasını; hazret-i Ali ise, bu hususta acele etmemeyi, adaletin tatbikinde dikkat ve tedbiri elden bırakmamayı, bir başka fitneye sebeb olmamayı, suçluları ortalığın durulmasından sonra cezalandırmayı ictihâd etmişlerdi.
Âişe-i Sıddîka, Zübeyr bin Avvâm, Talha bin Ubeydullah (radıyallahü anhüm) ve içtihadı bunlara uyanlar ile Aliyy-ül-mürtezâ’nın (radıyallahü anh) ordusu, 36 yılında Basra’da karşı karşıya geldiler. İki taraf da birbirlerine elçi göndererek anlaşma karârı aldılar. Anlaşma yapılmasını istemeyen yahûdî İbn-i Sebe ve taraftarları, gece her iki tarafa da baskın yaptılar.
Karşı tarafın baskınına uğradığını zanneden taraflar, muharebeye tutuştular. Cemel Vak’ası denilen bu olayda, iki tarafdan onbin kişi şehîd düştü. Bu hâdisede, Aişe-i Sıddîka (r. anhâ) esir alınınca, hazret-i Ali hürmet ve ikram edip, kendi askerleri arasında bulunan kardeşi Muhammed bin Ebî Bekr ile Medîne’ye gönderdi.
Cemel vak’asından bir sene sonra Sıffîn denilen yerde, hazret-i Muâviye’nin ordusu ile yüz günde doksan meydan muharebesi yaptı. Askerlerinden yirmi beş bin, karşı taraftan kırkbeş bin kişi şehîd oldu. Karşı taraftan gelen sulh teklifini kabul edince, ordusundan yedi bin kişi ayrıldı. Bunlara Haricî denildi.
Eshâb-ı kiram (radıyallahü anhüm) arasındaki muharebeler, meselâ Cemel (Deve) ve Sıffîn vak’ası, iyi niyetlerle, güzel sebeplerle yapılmış olup, nefsin arzularına göre inâd ve düşmanlık ile değildi. Çünkü, onların hepsi büyük idi. Kalpleri Peygamber efendimizin sohbetinde ve mübarek nazarları karşısında temizlenmiş, hırs, kin ve düşmanlık gibi şeyler kalmamıştı. Bunların sulhları da, ayrılık ve muharebeleri de, Hak için idi. Herbiri, kendi içtihadına göre hareket etmiştir.
İctihâdlarına uymayanlara inâd ve düşmanlık etmeyerek, onlardan ayrılmıştır. İçtihadı doğru olanlara iki veya on sevâb, isabet etmeyenlere de bir sevâb vardır. O hâlde, doğruyu bulmağa çalışıp da bulamayıp yanılanlarına da doğru olanlar gibi, dil uzatmamak lâzımdır. Çünkü, bunlar da sevâb kazanmıştır. Bu muharebelerde Ali (radıyallahü anh); “Kardeşlerimiz bizden ayrıldı. Onlar kâfir, fâsık değildir. Çünkü, İctihâdlarına göre hareket ediyorlar” buyurmuştur.
Peygamberimiz aleyhisselâm da; “Eshabıma dil uzatmaktan sakınınız” buyurdu. Görülüyor ki, Resûlullah efendimizin Eshâb-ı kirâmının hepsini büyük bilmemiz ve hepsini hürmetle, iyilikle söylememiz lâzımdır. Bu büyüklerin hiç birini fena bilmemeli, kötü sanmamalıdır. Onların birbirleri ile olan muharebelerini başkalarının sulhlarından daha iyi bilmelidir.
Kurtuluş yolu budur. Çünkü, Eshâb-ı kiramı sevmek, Peygamber efendimizi sevmek; onlara düşmanlık, O’na düşmanlık olur. Büyük âlim, Ebû Bekr-i Şiblî (rahmetullahi aleyh) buyurdu ki: “Eshâb-ı kirama hürmet etmeyen bir kimse Muhammed aleyhisselâma îmân etmiş olmaz.”
Eshâb-ı kiram birbirlerini çok severlerdi.
Bir gün Ebû Bekr-i Siddîk (radıyallahü anh), Resûlullah efendimizin evine geldi. İçeri gireceği sırada, Ali bin Ebî Tâlib (radıyallahü anh) da geldi. Hazret-i Ebû Bekr: (Geri çekilip) Yâ Ali! Sen buyur, gir dedi. O da cevap verip, aralarında karşılıklı şu konuşma oldu:
Hazret-i Ali- Yâ Ebâ Bekr! Sen önce gir ki, her iyilikte önde olan, her hayırlı işte ileri olan, herkesi geçen sensin.
Hazret-i Ebû Bekr- Sen önce gir yâ Ali! Resûlullah’a daha yakın sensin.
Hazret-i Ali- Ben senin önüne nasıl geçerim. Çünkü Resûlullah’ın; “Ümmetimden Ebû Bekr’den daha üstün bir kimsenin üzerine güneş doğmadı” buyurduğunu işittim.
Hazret-i Ebû Bekr- Ben, senin önüne nasıl geçebilirim ki, Resûlullah efendimiz kızı Fâtımat-üz-Zehrâ’yı sana verdiği gün; “Kadınların en iyisini, erkeklerin en iyisine verdim” buyurdu.
Hazret-i Ali- Ben senin önüne geçemem. Çünkü, Resûlullah efendimiz; “İbrahim aleyhisselâmı görmek isteyen, Ebû Bekr’in yüzüne baksın” buyurdu.
Hazret-i Ebû Bekr- Senin önüne geçemem. Çünkü Resûlullah efendimiz; “Âdem’in (aleyhisselâm) hilm sıfatını ve Yûsuf’un (aleyhisselâm) güzel ahlâkını görmek isteyen, Ali Mürtezâ’ya baksın” buyurdu.
Hazret-i Ali- Senin önünden giremem. Çünkü, Resûlullah efendimiz; “Yâ Rabbî! Beni en çok seven ve Eshâbımın en iyisi kimdir?” dedi. Cenâb-ı Hak; “Yâ Muhammed (aleyhisselâm)! Ebû Bekr-i Sıddîk’dır” buyurdu.
Hazret-i Ebû Bekr- Senin önüne nasıl geçebilirim? Çünkü, Resûl aleyhisselâm Hayber gazasında, bayrağı sana verip; “Bu bayrak, Melik-i galibin Ali bin Ebî Tâlib’e hediyesidir” buyurdu.
Hazret-i Ali- Senin önüne nasıl geçebilirim? Çünkü, Resûl aleyhisselâm; “Yâ Ebâ Bekr! Sen benim, gören gözüm ve bilen gönlüm yerindesin?” buyurdu.
Hazret-i Ebû Bekr- Senin önüne geçemem. Çünkü, Resûl aleyhisselâm buyurdu ki: “Kıyamet günü, Ali, Cennet hayvanlarından birine binmiş olarak gelir. Cenâb-ı Hak; “Yâ Muhammed (aleyhisselâm)! Senin baban İbrahim Halil, ne güzel babadır. Senin kardeşin Ali bin Ebî Tâlib ne güzel kardeşdir” buyurur.”
Hazret-i Ali- Senin önüne geçemem! Çünkü Resûl aleyhisselâm buyurdu ki: “Kıyamet günü, Cennet meleklerinin reisi olan Rıdvan adındaki melek Cennet’e girer. Cennet’in anahtarını getirir. Bana verir. Sonra Cebrail (aleyhisselâm) gelip, yâ Muhammed! Cennet’in ve Cehennem’in anahtarlarını Ebû Bekr-i Sıddîk’a ver. Ebû Bekr, istediğini Cennet’e, dilediğini Cehennem’e göndersin, der.”
Hazret-i Ebû Bekr- Senin önünden giremem. Çünkü, Resûl aleyhisselâm buyurdu ki: “Ali, kıyamet günü benim yanımdadır. Havz ve kevser yanında, benimledir. Sırat üzerinde benimledir. Cennet’te benimledir.”
Hazret-i Ali- Senden önce giremem. Çünkü Resûl aleyhisselâm; “Ebû Bekr’in îmânı, bütün mü’minlerin îmânları yekûnu ile tartılsa, Ebû Bekr’in îmânı ağır gelir” buyurdu.
Hazret-i Ebû Bekr- Senin önüne nasıl geçebilirim? Çünkü Resûl aleyhisselâm; “Ben ilmin şehriyim. Ali bunun kapısıdır” buyurdu.
Hazret-i Ali- Senin önünden nasıl yürüyebilirim? Çünkü, Resûl aleyhisselâm; “Ben sâdıklığın şehriyim. Ebû Bekr, bunun kapısıdır” buyurdu.
Hazret-i Ebû Bekr- Senin önüne geçemem! Çünkü Resûl aleyhisselâm buyurdu ki: “Kıyamet günü, Ali bir güzel ata bindirilir. Görenler acaba, bu hangi peygamberdir? derler. Allahü teâlâ, bu Ali bin Ebi Tâlib’dir buyurur.”
Hazret-i Ali- Senin önünden gidemem! Çünkü Resûl aleyhisselâm; “Ben ve Ebû Bekr, bir topraktanız. Tekrar bir olacağız” buyurdu.
Hazret-i Ebû Bekr- Senin önünden gidemem! Çünkü, Resûl aleyhisselâm; “Allahü teâlâ buyurdu ki: Ey Cennet! Senin dört köşeni, dört kimse ile bezerim. Biri, peygamberlerin üstünü Muhammed’dir (aleyhisselâm). Biri, Allah’dan korkanların üstünü Ali’dir. Üçüncüsü, kadınların üstünü, Fâtımatü’z-Zehrâ’dır. Dördüncü köşesindeki de temizlerin üstünü Hasen ve Hüseyn’dir” buyurdu.
Hazret-i Ali- Senin önünden nasıl girebilirim? Çünkü, Resûl aleyhisselâm buyurdu ki: “Sekiz Cennet’ten şöyle ses gelir; Ey Ebû Bekr! Sevdiklerinle birlikte gel. Hepiniz, Cennet’e girin!”
Hazret-i Ebû Bekr- Senin önünden gidemem! Çünkü Resûl aleyhisselâm; “Ben bir ağaca benzerim. Fâtima bunun kökü, Ali, gövdesi, Hasan ve Hüseyn meyvesidir” buyurdu.
Hazret-i Ali- Senin önüne geçemem! Çünkü, Resûl aleyhisselâm buyurdu ki: “Allahü teâlâ, Ebû Bekr’in bütün kusurlarını af etsin. Çünkü o, kızı Âişe’yi bana verdi. Hicrette bana yardımcı oldu. Bilâl-i Habeşî’yi, benim için alıp âzâd etti.”
Resûlullah efendimizin bu iki sevgilisi, kapıda böyle konuşurlarken, kendileri içeriden dinliyordu. Hazret-i Ali’nin sözünü kesip içeriden buyurdu ki: “Ey kardeşlerim Ebû Bekr ve Ali (radıyallahü anhümâ)! Artık içeri girin! Cebrail (aleyhisselâm) gelip dedi ki, yerdeki ve yedi kat göklerdeki melekler sizi dinlemektedir. Kıyamete kadar birbirinizi övseniz, Allahü teâlâ yanındaki kıymetinizi anlatamazsınız.” İkisi birbirine sarılıp, birlikte Resûlullah efendimizin huzuruna girdiler.
Fahr-i kâinat efendimiz; “Allahü teâlâ, ikinize de yüzbinlerle rahmet etsin. İkinizi sevenlere de, yüz binlerle rahmet etsin ve düşmanlarınıza da, yüz binlerle lanet olsun” buyurdu.
Hazret-i Ebû Bekr-i Sıddîk dedi ki: “Yâ Resûlallah! Ben, Ali kardeşimin düşmanlarına şefaat etmem.”
Hazret-i Ali de dedi ki: “Yâ Resûlallah! Ben de Ebû Bekr kardeşimin düşmanlarına şefaat etmem ve başını kılıç ile bedeninden ayırırım.”
Ebû Bekr (radıyallahü anh); “Ben, senin düşmanlarına kevser havzından su vermem” buyurdu.
Hazret-i Ali de; “Ben senin düşmanlarını sırat üzerinden geçirmem” buyurdu.
Hazret-i Ali, hicretin kırkıncı yılının (M. 660) Ramazân-ı şerîf ayının on yedisinde Cum’a günü sabah namazına giderken, İbn-i Mülcem adlı bir haricî tarafından zehirli bir kılıçla başına vurularak yaralandı. İki gün sonra altmış üç yaşında iken şehîd oldu. Teçhiz ve tekfini, oğlu hazret-i Hasen tarafından yapıldı ve namazı eda olunduktan sonra, Kûfe’nin kabristanı Necef’e defnedildi.
Halifeliği devrinde zuhur eden fesatçılarla mücâdele ettiğinden, beş sene süren hilâfet zamanında sükûn ve huzur bulamamış, hükümet idaresinde hazret-i Ömer’in yolunu tutmuştur. Me’mûrları murakabe eder, her işin emniyet ve istikâmet dâiresinde yapılmasını ister, halka karşı şefkat gösterirdi. Yoksulları Beyt-ül-mâlden geçindirirdi. Her tarafta askerî birer merkez vücûda getirdi. Beyt-ül-mâlı muhafaza yolunda gerekli teşkîlâtı kurdu. Hazret-i Ali’nin, İslâmiyet’in yayılmasındaki hizmeti büyüktür.
Ali (radıyallahü anh), vahy kâtiplerindendi. Peyamber efendimizin mektuplarını da yazardı. Resûlullah efendimiz, Eshâb-ı kiram arasında iki defa kardeşlik akd edilmesini buyurmuşlar, fakat hiç birinde hazret-i Ali ile, bir başkası arasında akd buyurmamışlardı. Bunun üzerine hazret-i Ali’nin; “Beni unuttunuz mu?” suâline, Peygamberimiz; “Sen, dünyâda ve âhırette benim kardeşimsin” demiştir.
Hazret-i Ali âlîcenâbtı (cömertti), doğru söylerdi. İlmin menbâı, yâni kaynağı idi. Dindarları, müttekîleri sever, fakirlere yardım ederdi. Hazret-i Fâtımâ’dan; Hasen, Hüseyn ve Ümmü Gülsum (radıyallahü anhüm) isimlerinde üç evlâdı olmuştur.
Resûlullah efendimizin hazret-i Ali ile Fâtıma, Hasen ve Hüseyn’i (radıyallahü anhümâ) mübarek abaları ile örterek; “İşte, benim Ehl-i beytim bunlardır. Yâ Rabbî! Bunlardan kötülüğü kaldır ve hepsini temiz eyle!” buyurdukları bildirilmiştir. İşte bu Ehl-i beyt; Âl-i Nebî nâmıyla, kıyamete kadar her mü’min tarafından, her namaz ve duada yâd olunurlar. Hazret-i Ali, fevkalâde beliğ, fasih konuşurdu. Resûlullah’dan sonra, Aliyy-ül-Mürtezâ derecesinde beliğ hutbe tertip ve îrâd eden bir zât görülmemiştir.
Arab lisânının ilk kaidelerini koyan zâtın da, hazret-i Ali olduğu rivayet edilmiştir. Bir gün Kur’ân-ı kerîmin yanlış okunduğunu duydu; bunun üzerine Arab gramerinin ana hatlarını ortaya koyarak; buna mâni oldu. Zamanının en kudretli hatiplerinden biri idi. Her nutku bir şaheserdir.
Kur’ân-ı kerîm lisânına herkesten daha ziyâde âşinâ idi. Kur’ân-ı kerîmin belâgatine, îcâzına, hakîkatlerine herkesterî daha ziyâde vâkıftı. Resûl-i ekremden yayılan feyzlerin nurlarına en evvel kavuşan, hazret-i Ali’nin nezih ruhu idi. Hattâ bir gün hutbede iken; cemâate hitaben; “Sorunuz! Bana ne sorar iseniz, cevâbını veririm. Kitâbullah’dan bana sorunuz.
Vallahi bir âyet yoktur ki, onun gecede mi, gündüzde mi, kırda mı, dağda mı nazil olduğunu bitmeyeyim!..” diye buyurmuştu. Bu sebepten, hakkında bir çok rivayet olan anlaşılması güç mes’elelerde, onun rivayeti tercih edilmiştir. Hacc-ı Ekber’in “Kurban Bayramı” olduğuna dâir olan rivayeti, bunlardan biridir.
Hazret-i Ali, Ehl-i beytten olması sebebiyle, Peygamber efendimizin sünnetine herkesten daha fazla vâkıf idi. Bu hususta herkesin mürâcât kapısı idi. Kendisinden 586 hadîs-i şerîf bildirilmiştir. Bunlardan 20 tanesi, hem Sahîh-i Buhârî’de, hem de Sahîh-i Müslim’de vardır. Bundan başka 9 hadîs-i şerîf Buhârî’de, 15 hadîs-i şerîf Müslim’de, tamâmı da Ahmed bin Hanbel’in Müsned adlı kitabında vardır.
Hazret-i Ali, Eshâb-ı kiramın en büyük fıkıh âlimlerinden idi. Hâlledile meyen konular ona havale edilirdi. Peygamber efendimiz onu Yemen’e kadı olarak gönderdi. “Yâ Resûlallah! Ben âlim değilim, kadılık ahkâmını bilmem” dedi. Mübarek elini göğsüne koyup; “Yâ Rabbî! Kalbine hidâyet, diline doğruluk ver” diye dua buyurdu. Hazret-i Ali buyuruyor ki: “Bundan sonra ben asla iki kimse arasında hüküm vermekten şüpheye düşmedim.” Resûl-i ekrem; “Yâ Ali! Benim deveme binip Yemen’e git.
Falan dağdaki tepeye geldiğin zaman, üzerine çık. Halkın seni karşıladıklarını göreceksin. O zaman; “Ey taşlar, ey ağaçlar! Allah’ın Resûlü size selâm ediyor” diye söyle!” buyurdu. Hazret-i Ali oraya gidip selâmı tebliğ edince, yeryüzünde bir gürültü, uğultu koptu. Taşlar ve ağaçlar Resûl-i ekremin selâmına; “Salât ve selâm, Allah’ın Resûlünün üzerine olsun” diye cevap verdiler. O tepede bulunanlar, bu hâli görünce, hepsi birden îmân ettiler.
Hazret-i Muâviye, hazret-i Ali hakkında; “Ali (radıyallahü anh), son derece âlîcenâb bir insandı. Sözün doğrusunu söyler, her dâvayı hakkaniyetle hallederdi.
Ali (radıyallahü anh), ilim ve hikmetin feyyaz bir kaynağı idi. Kendisi dünyâ zînet ve gösterişlerinden nefret eder, gecenin karanlığında mescidin mihrabına gelir, düşünür, ibâdet eder ve ağlardı. Dindar ve müttekîlere; fukara ve muhtaçlara yardımı severdi. Şeytan ve dünyâ, hiç bir vakit onu aldatamadı” demiştir.
Bir gün Eshâb-ı kiram, Resûlullah efendimizden hazret-i Ali’yi çok sevmelerinin sebebini sordular. Server-i âlem; “Varın Ali’yi çağırın!” buyurdular. Eshâb-ı kiramdan birisi, onu çağırmaya gitti. Habîb-i ekrem, Ali (radıyallahü anh) gelmeden önce Eshâbına; “Ey Eshâbım! Siz birisine iyilik etseniz, o size karşılık olarak kötülük yapsa ne yaparsınız?” buyurdular.
Eshâb-ı kiram; “Tekrar iyilik yaparız” dediler. Resûl-i ekrem; “Tekrar size kötülükte bulunursa, ne yaparsınız?” buyurunca, Eshâb-ı kiram başlarını aşağı indirdiler, bir cevap veremediler.
Hazret-i Ali geldi. Resûl-i ekrem, ona; “Yâ Ali! Sen birisine iyilik etsen, o sana kötülük yapsa ne yaparsın!” buyurdular. Hazret-i Ali; “İyilik yaparım” dedi.
Resûlullah efendimiz, aynı soruyu yedi kere tekrarladı. Ali (r. anh) hepsinde; “Yine iyilik yaparım” diye cevap verdi. Sonra ilâve ederek; “O kimseye ben iyilik yaptıkça, o bana hep kötülükte bulunsa, yine ben ona iyilik yaparım” dedi. Bunun üzerine Eshâb-ı kiram; “Yâ Resûlallah! Hazret-i Ali’yi çok sevmenizin sebebini anladık, bu sevgiye lâyık olduğunu gördük” dediler ve hazret-i Ali’ye dua ettiler.
Peygamber efendimiz birgün hazret-i Ali’ye buyurdular ki: “Yâ Ali! Altı yüz bin koyun mu istersin, yâhud altı yüz bin altın mı veyâhud altı yüz bin nasihat mı istersin?” Hazret-i Ali dedi ki: “Altı yüz bin nasihat isterim.” Peygamber aleyhisselâm buyurdu ki: “Şu altı nasihata uyarsan, altı yüz bin nasihata uymuş olursun.
1-Herkes nafilelerle meşgul olurken, sen farzları ifâ et. Yâni farzlardaki rükünleri, vâcibleri, sünnetleri, müstehabları ifâ et!
2-Herkes dünyâ ile meşgul olurken, sen Allahü teâlâyı hatırla. Yâni din ile meşgul ol, dîne uygun yaşa, dîne uygun kazan, dîne uygun harca!
3-Herkes birbirinin ayıbını araştırırken, sen kendi ayıplarını ara. Kendi ayıplarınla meşgul ol!
4-Herkes, dünyâyı imâr ederken, sen dînini imâr et, zinetlendir.
5-Herkes halka yaklaşmak için vâsıta ararken, halkın rızâsını gözetirken, sen Hakk’ın rızâsını gözet. Allahü teâlâya yaklaştırıcı sebep ve vâsıtaları ara!
6-Herkes çok amel işlerken, sen amelinin çok olmasına değil, ihlâslı olmasına dikkat et!”
Resûl aleyhisselâm bir hadîs-i şerîfde; “Fakirlikle öğünürüm” buyurdu. Hazret-i Ali bu hadîs-i şerîfi Resûlullah’dan işitince, dünyâya hiç kıymet vermedi. Çok fakir oldu. Meselâ bir gün eline bin altın geçse, bir tanesi ertesi güne kalsın demez, hepsini fakirlere dağıtırdı. Resûl-i ekrem, hazret-i Ali’ye cömertlerin sultânı mânâsına; “Sultânü’l-Eshıyâ” buyurdular. Bir gün Ali, (radıyallahü anh) hazret-i Fâtıma’ya; “Evde yiyecek bir şey var mı, çok acıktım” buyurunca; hazret-i Fâtıma evde bir şey bulunmadığını, yalnız altı akçenin varlığını bildirdi ve; “Bu akçeler ile çarşıdan yiyecek al.
Bir de Hasen ve Hüseyn meyve istemişlerdi. Biraz da meyve alırsın” dedi. Hazret-i Ali, altı akçeyi alıp çarşıya çıktı. Yolda giderken bir kimsenin, bir müslümanın yakasına yapışmış, ya hakkımı ver veya yürü mahkemeye gidelim dediğini ve yakasını bırakmadığını gördü.
Borçlu adam, bana bir kaç gün daha müsâde et dediyse de alacaklı; “Hayır ben de sıkıntıdayım, bir saat bile bekleyecek hâlde değilim” diyordu. Hazret-i Ali, bunların çekişmelerini görünce, yanlarına vardı; “Münâkaşanız kaç para içindir?” buyurdu. “Altı akçe” dediklerinde; Hazret-i Ali, kendi kendine; “Müslümam bu sıkıntıdan kurtarayım, nasılsa hazret-i Fâtıma’ya bir cevap bulurum” diye düşündü.
Yanındaki altı akçeyi vererek, borçlu müslümanı sıkıntıdan kurtardı. Bir zaman hazret-i Fâtıma’ya ne söyleyeyim diye düşünceye daldı. Sonunda nasıl olsa hazret-i Fâtıma kadınların seyyidesi, Resûlullah’ın kızıdır, bir şey demez, diyerek eli boş eve döndü.
Hazret-i Hasen ve Hüseyn kapıya koştular. Babalarının meyve getireceğini ümîd ediyorlardı. Elini boş görünce, ağlamaya başladılar. Hazret-i Fâtıma’ya; “Verdiğin altı akçe ile bir müslümanı hapisten kurtardım” buyurdu. Fâtırna (radıyallahü anhâ) “Çok iyi yaptın, elhamdülillah, bir müslümanı hapisten kurtarmışsın.
Hak teâlâ bize kâfîdir” dedi. Fakat, mübarek hâtır-ı şerîfleri biraz mahzun oldu. Ali (radıyallahü anh), üzüntüsünü sezip, iki oğlunun da ağladıklarını görünce, gönlünde bir kırıklık hissetti. Bu elem ile dışarı çıktı. “Bari gidip Resûlullah’ın mübarek yüzünü göreyim de, üzüntüm geçsin” diye düşündü.
Zîrâ Resûlullah’ın mübarek yüzüne bakan kimsenin her üzüntüsü gittiği gibi, kalbinde sürür ve safa hâsıl olurdu. Bunun için hazret-i Ali, Resûlullah’ın te’siri kat’î ve çabuk bir ilâç gibi olan mübarek ayaklarının tozuna yüz sürmeye gitti. Yolda bir kimse gördü. Elinde besili bir deve vardı. Hazret-i Ali’ye; “Ey yiğit! Bu deveyi satıyorum, alır mısın?” dedi. Hazret-i Ali; “Şimdi param yoktur” dedi. O şahıs; “Sana veresiye veririm” dedi. Ali (r. anh); “Kaça veriyorsun?” buyurdu.
O şahıs; “Yüz akçeye veririm” dedi. Hazret-i Ali; “Kabul ettim” dedi. O Şahıs da; “Peki ben de kabul ettim” dedi. Deveyi hazret-i Ali’ye teslim etti. Ali (radıyallahü anh) deveyi alıp biraz gittikten sonra bir adama rastladı. Hazret-i Ali’ye; “Bu deveyi bana satar mısın?” dedi. Ali (r. anh); “Evet satarım” buyurdu. O kimse; “Üç yüz akçeye bana verir misin?” dedi. 1 Hazret-i Ali; “Olur veririm” buyurdu ve deveyi sattı. Üç yüz akçeyi peşin alınca doğru çarşıya gitti. Yiyecek ve meyveler aldı.
Evine girince çocuklar sevindiler. Babalarının getirdiği yiyecek ve meyveleri yemeye koyuldular. Fâtımat-üz-Zehrâ (radıyallahü anhâ), hazret-i Ali’den bu yiyecekleri nereden aldığını sordu.
Ali (radıyallahü anh) mes’eleyi anlattı. Yemeklerini yeyip, Allahü teâlâya hamd ü sena ettikten sonra, hazret-i Ali, mübarek zevcelerine; “Ben, Resûl-i ekremin sohbetine gidiyorum” diyerek evden çıktı. Yolda Resûl-i ekreme, yanında Eshâb-ı kiram oldukları hâlde, rastladı. Resûlullah da, hazret-i Ali ve Fâtıma’yı görmeye geliyorlardı.
Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem; “Yâ Ali! Deveyi kimden alıp, kime sattın!” buyurdu. Hazret-i Ali; “Allah ve Resûlü bilir” dedi. Peygamber efendimiz; “Yâ Ali! Sana deveyi satan Cebrail, (aleyhisselâm) satın alan da, israfil (aleyhisselâm) idi. Deve de, Cennet develerinden idi. O müslümanı sıkıntıdan kurtardığın için Hak teâlâ dünyâda bire elli kasene (sevâb) verdi. Âhırette vereceğinin hesabını ise kendisinden başka kimse bilmez.” buyurdu.
Hazret-i Ali namaza durunca, âlem alt-üst olsa haberi olmazdı. Bir harbde mübarek ayağına bir ok gelmiş, demir kısmı kemiğe işlemişti. Bu yüzden çekemediler ve cerraha gösterdiler. Cerrah: “Sana bayıltan bir ilâç vermeden demiri çekemeyiz. Aksi takdirde bunun ağrısına tahammül edemezsin” dedi. Emîr-ül-mü’minîn; “Bayıltıcı ilâca ne lüzum var, biraz sabredin, namaz vakti gelsin, namaza durunca çıkarın” buyurdu.
Namaz vakti geldi. Hazret-i Ali namaza durdu. Cerrah da, Emir hazretlerinin mübarek ayağını yarıp demiri çıkararak yarayı sardı. Hazret-i Ali, namazını bitirince, cerraha; “Derrori çıkardın mı?” buyurdu. Cerrah; “Evet çıkardım” deyince, Ali (radıyallahü anh); “Hiç farkına varmadım” buyurdu.
Bir kimse hazret-i Ali’den kaderi sordukda; “Karanlık bir yoldur. Bu yolda yürüme!” buyurdu. Tekrar sorunca; “Derin bir denizdir” buyurdu. Tekrar sordu. Bu defa; “Kader, Allahü teâlânın sırrıdır. Bu bilgiyi senden sakladı” buyurdu.
Hazret-i Ali’ye minberde iken, en karışık ferâiz bilgilerini sorarlardı. Kâğıda, kaleme lüzum kalmadan, hepsini zihinden çözer ve cevâbını hemen verirdi.
Hazret-i Ali, buğday benizli, orta boylu, uzun gerdanlı, güler yüzlü, iri siyah gözlü, geniş göğüslü, iri yapılı ve sık sakallı idi. Saçını muharebe zamanlarında sünnet olandan fazla uzatır ve omuzlarına kadar yayardı.
Son zamanlarında saç ve sakalı pamuk gibi beyaz olmuştu. İlim ve amel bakımından en yüksek derecede olduğu hâlde, Allah korkusundan devamlı ağlardı. Güzel ahlâkın canlı bir timsâli idi. Çok hadîs-i şerîf ile övüldü.
Hazret-i Ali hakkında söylenmiş hadîsi şerîflerden bâzıları şunlardır:
“Kızım Fâtıma’yı Ali’ye vermeyi, Rabbim bana emreyledi. Allahü teâlâ her peygamberin sülâlesini kendinden, benim sülâlemi de Ali’den yaratmıştır.”
“Ali, kıyamet günü benim yanımdadır. Havz ve Kevser yanında benimledir. Sırat üzerinde benimledir. Cennet’te benimledir. Allahü teâlâyı görürken benimledir.”
Münafıkların kalbinde dört kimsenin muhabbeti toplanmaz; “Ebû Bekr, Ömer, Osman ve Ali (radıyallahü anhüm).”
“Îmânın alâmetleri vardır; Birinci alâmeti Ali’yi sevmektir. Ali iyilerin rehberidir. Ona yardım edene, yardım edilir. Ona sıkıntı vermeye uğraşanın kendisi perişan olur. Cennet üç kimseye âşıktır: Ali’ye, Selman’a ve Ammâr’a.”
“Ehl-i beytim, Nuh’un (aleyhisselâm) gemisi gibidir. Onlara tâbi olan selâmet bulur. Olmayan helak olur.”
Hazret-i Ali’nin, peygamber efendimizden rivayet ettiği bâzı hadîs-i şerîfler şunlardır:
“Günah işleyen kimse pişman olur, abdest alıp namaz kılar ve günahı için istiğfar ederse (bağışlanmasını dilerse), Allahü teâlâ o günahı elbette affeder. Çünkü Allahü teâlâ (Nisa sûresi 109. âyetinde meâlen); “Biri günah işler veya kendine zulmeder, sonra pişman olup, Allahü teâlâya istiğfar ederse, Allahü teâlâyı çok merhametli, af ve mağfiret edici bulur” buyurmaktadır.”
“Üzerinde farz borcu olan kimse, kazasını kılmadan nafile kılarsa, boş yere zahmet çekmiş olur. Bu kimse kazasını ödemedikçe, Allahü teâlâ, onun nafile namazlarını kabul etmez.”
Hikmetli, ibretlerle dolu sözleri çoktur. Kalblere te’sir eden kıymetli sözlerinden bâzıları şunlardır:
“Kişi dili altında saklıdır. Konuşturunuz; kıymetinden neler kaybettiğini anlarsınız,”
“Dünyâ bir cifedir, leştir. Ondan bir şey isteyen köpeklerle dolaşmaya dayanıklı olmalı.”
“Allahü teâlâya yemîn ederim ki, beni yalnız mü’min sever ve bana yalnız münafık buğz eder.”
“İnsanın yaşlanıp Rabbini bildikten sonra ölmesi, küçükken ölüp, hesapsız Cennet’e girmesinden daha hayırlıdır.”
“Kul ümîdini yalnız Rabbine bağlamalı ve kendini yalnız günahları korkutmalıdır.”
“İnsanlar arasında, Allahü teâlâyı en iyi bilen, O’nu çok seven, tam tazim edendir.”
“Sizin için korktuğum şeylerin en başında, nefsinin hevâsına uymak ve uzun emelli olmak gelir. Birincisi hak yoldan alıkor, ikincisi ise âhıreti unutturur.”
“Kalbler kablara benzer. Hayırlt olan, hayırla dolu olanıdır.”
“Takva, hatâya devamı bırakmak; aldanmamaktır.”
“Bana bir harf öğretenin kölesi olurum.”
“Müslümanların hayırlısı müslümanlara yardım eden ve faydalı olandır!”
“İyilik bilmez birisi de olsa, sen iyilik yap! Zîrâ o, mukabilinde teşekkür edene yapılan iyilikten mîzânda daha ağır basar.”
“Arkadaşlarımdan bir grubu toplayıp kendilerine bir ziyafet vermem, benîm için bir köle âzâd etmekten daha sevimlidir.”
“Ahır zamanda bir mü’min, halk arasında adını unutturmadıkça rahat edemeyecektir.”
“Sizin hayırlılarınız, günâhına gerçekten çok tövbe edenlerdir.”
“Her kim kötüyü yasaklar, fâsıka kızar ve Allah’ın yasaklarının hududu çiğnendiği zaman öfkelenirse, Allahü teâlâ da o kulunun lehine öfkelenir.”
“Her fenalıktan uzak kalmanın yolu, dili tutmaktır.”
“Hayra niyet edince acele et ki, nefsin seni yenip de caydırmasın.”
“Dünyâ hayâtı kimseye bakî değildir. Şiddeti de nîmeti de geçicidir.”
“İki şey, aklı ve tedbiri bozar. Biri acele etmek, biri de olmayacak şeyi istemek.”
“Akıl gibi mal, iyi huy gibi dost, edeb gibi mîrâs, ilim gibi şeref olmaz.”
“Danışmadan (istişare etmeden) doğruya ulaşılamaz.”
“Tenbellik, insanı vaktinden önce yıpratır.”
“Öksüzü ağlatmak zulümdür.”
İlk Hutbesi:
Hazret-i Ali, kendisine bî’at tamamlandıktan sonra minbere çıktı. Allahü teâlâya hamd ve Peygamber efendimize salevât okuduktan sonra, şöyle devâm etti: “Hiç şüphe yok ki, sânı yüce olan Allahü teâlâ insanları kurtuluşa götüren bir kitâb indirdi. Bu kitabında hayrı ve şerri açıkladı, öyleyse hayra sarılın, şerri terkedin.
Farzları, Allah için yerine getirin, sizi Cennet’e götürsüh. Allahü teâlâ, ihlâsa ve müslümanların birlik ve beraberliğine önem verdi. Müslüman, hak edilen durumlar dışında, insanların elinden ve dilinden emîn olduğu kimsedir. Müslümanlara eziyet vermek, ancak eziyetin vâcib olması hâlinde helâl olur. Umûmun işini görmek için koşun. Hususiyetle ölmüşlerinize son hizmeti yerine getirin. Zîrâ insanlar önünüzden, kıyamet ise arkanızdan sizi kuşatmıştır. Güçlük çıkarmayınız ki, ayıplarınız gizli tutulsun.
Zîrâ insanlar başkalarına bakarlar, Allahü teâlânın kullarına kötü davranmaktan kaçının. Ondan korkun. Üzerinde bulunduğunuz topraklardan ve hayvanlardan sorumlusunuz. Allahü teâlâya itaat edin ve O’na isyanda bulunmayın. Hayır gördüğünüzde alın, şer gördüğünüzde terkedin. Bir zamanlar yeryüzünde az ve güçsüz olduğunuzu hatırlayın.”
1) Üsûd-ül-Gâbe; cild-1, sh. 91
2) El-İsâbe; cild-2, sh. 506
3) Târih-i Bağdad; cild-1, sh. 133
4) Târih-ül-hulefâ; sh. 166
5) Tezkiret-ül-Huffâz; cild-1, sh. 10
6) Hulâsatü Tezhibil Kemâl; sh. 232
7) Şezerât-üz-Zeheb; cild-1, sh. 49
8) Tabakât-ü İbn-i Sa’d; cild-3. sh. 11
9) Tabakât-ül-Kurrâ Libnü’l-Cezeri; cild-1, sh. 546
10) Tabakât’üş-Şîrâzî; sh. 41
11) Tabakât-ül-Kurrâ liz-Zeheb; cild-1, sh. 30
12) El-İber; cild-1, sh. 16
13) En-Nücûm-üz-zâhire; cild-1, sh. 119
14) Tabâkât-ül-huffâz; cild-1, sh. 5
15) Ravdat-üs-Safâ; cild-2, sh. 135
16) Hilyet-ül-evliyâ; cild-1, sh. 67
17) El-İstiâb; cild-3. sh. 26
18) Miftâh-un-necât; sh. 18
19) İzâlet-ül-hafâ; cild-1, sh. 254
20) Tam İlmihâl Seâdet-i Ebediyye; sh. 981
21) Eshâb-ı Kiram; sh. 136. 137. 138. 311
22) Savâik-ul-Muhrikâ; sh. 115
23) İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; cild-1, sh. 103
24) Hak Sözün Vesikaları; sh. 220