On iki imâmın onuncusu. Peygamber efendimizin torunu ve hazret-i Ali ile hazret-i Fâtıma’nın evlâdından İmâm-ı Muhammed Cevâd Takî’nin oğludur. Künyesi, Ebü’l-Hasen-i Askerî’dir.
Hâdî lakabı ile meşhûr oldu. 829 (H. 214) senesi Receb-i şerîf ayında Medîne-i münevverede doğdu. 868 (H. 254) de Bağdâd’ın Samarrâ nahiyesinde vefat etti. Seyyid Ali Nakî’nin Peygamber efendimize kadar mübarek ecdadının isimleri şöyledir: Nakî bin Muhammed Cevâd Takî bin Ali bin Mûsâ Kâzım bin Ca’fer-i Sâdık bin Muhammed Bakır bin Zeynelâbidîn bin Hüseyn bin Ali bin Ebî Tâlib (radıyallahü anhüm).
Seyyid Ali Nakî’nin imamlığı; otuz üç yıl, altı ay, yirmi yedi gündür. Hasen-i Askerî, Hüseyn ve Ca’fer adında üç oğlu ve bir de kızı vardı. İmâm-ı Ali Nakî’nin üstün hâlleri ve menkıbelerinden bâzıları şunlardır:
İmâm-ı Ali Nakî (rahmetullahi aleyh) bir gün, Samarrâ civarında bir köye gitmişti. Bu sırada köylünün biri kendisini aradı. “Falan köye gitti” dediler. Köylü de oraya gitti ve Nakî hazretlerinin huzuruna vardı. Nakî hazretleri köylüye; “Bir isteğin mi var?” diye sorunca; “Hazret-i Ali bin Ebî Tâlib’in sevenlerindenim, çok borçluyum ve bir hayli zaman geçmesine rağmen ödeyemedim. Bu borcun ağır yükünü kaldıracak sizden başka kimse bilmiyorum” deyip, arama sebebini anlattı.
İmâm-ı Nakî hazretleri köylüyü o gece misafir etti ve üzülmemesini söyledi. Sabahleyin; “Sana bir söz söyleyeceğim. O sözü aynen yerine getireceksin” deyince, köylü; “Baş üstüne efendim” dedi. İmâm-ı Nakî hazretleri bir kâğıda; “Bu köylünün borcu benim borcumdur” diye yazıp verdikten sonra, buyurdu ki: “Ben yakında Samarrâ’ya döneceğim. Bir cemâat içinde otururken bu kâğıdı getir. Borcunu benden yavaşça iste!” Bunun üzerine köylü oradan ayrıldı. Bir müddet sonra İmâm-ı Nakî Samarrâ’ya döndü.
Bir gün halîfe ve yakınları ile otururken, köylü geldi. Kâğıdı çıkarıp borcunu istedi. İmâm-ı Nakî hazretleri çok yumuşak konuşup özürler beyân etti ve bir gün sonra ödeyeceğini söyledi. Bunu Halîfe Mütevekkil duydu. Ertesi gün otuz bin akçeyi hemen İmâm’a gönderdi. İmâm da akçelerin hepsini köylüye verdi.
Bir gün İmâm-ı Nakî (rahmetullahi aleyh) bir düğün yemeğinde idiler. Samarrâ ehlinden birisi boş şeyler konuşuyor ve İmâm hazretlerine gerekli olan saygıyı göstermiyordu.
İmâm-ı Nakî bir ara; “Bu şahsın evinden acı bir haber gelip, bu yemekten yiyemiyecek” buyurdular. Yemekler hazırlanınca elini yıkadı, yemeği yiyeceği sırada, hizmetçi ağlayarak içeri girdi ve; “Annen damdan düştü, koma hâlinde, çabuk ol da ölmeden gör” dedi. O şahıs yemeğe oturmadan gitti.
Halîfe Mütevekkil’de büyük bir çıban çıktı. Çok ağrı ve şiddetli ateş yapıyordu. Tabîbler çâre bulamadı ve hastalığı bir hayli ağırlaştı. Annesi, Mütevekkil’in iyi olması hâlinde malımdan İmâm-ı Nakî hazretlerine çok mal göndereceğim diye nezr etti. Mütevekkilin yakınlarından Feth bin Hakan, İmâm-ı Nakî’den de bir ilâç soralım deyince bir kimse gönderdiler.
İmâm hazretleri, falan şeyi yaranın üzerine koyarsanız, Allahü teâlânın izniyle fayda verir buyurdu. Halîfenin meclisinde bulunanlar bu habere gülüştüler ve alay ettiler. Feth bin Hakan’ın ısrarları ile söylenilen şeyi yaraya koydular. Çıban yarılıp içindekiler çıktı ve hasta şifâ buldu.
Mütevekkil’in iyileştiğini duyan annesi bir keseye on bin altını koyarak, kendi mührüyle mühürleyip İmâm hazretlerine gönderdi. Mütevekkil iyice iyileşince, birisi; İmâm-ı Nakî hazretlerinin evinde çok mal ve silâh bulunduğunu söyleyerek halîfeye şikâyette bulundu.
Mütevekkil, vezîri Sa’îd’e, gece yarısı İmâm hazretlerinin evine girmesini ve bulduğu mal ve silâhı kendisine getirmesini emretti. Bundan sonrasını vezir Sa’îd şöyle anlatmaktadır: “Bir merdiven götürüp dama çıktım. Pencereden içeri girdim. Karanlık idi. Ne tarafa gideceğimi şaşırdım. O sırada İmâm-ı Nakî’nin (rahmetullahi aleyh) sesini duydum. “Ey Sa’îd! Biraz bekle, mum getirsinler” buyurdu. Mum gelince aşağıya indim.
İmâm-ı Nakîyünden bir elbise giymiş, başında da yünden bir takke vardı. Altındaki hasır bir seccadede, kıbleye karşı oturuyordu. “Ey Sa’îd işte odalar, ara” buyurdu. Odalara girdim. Fakat söylenilen mal ve silâhları bulamadım. Halîfenin annesinin gönderdiği kese, mührüyle duruyordu. Sonra İmâm-ı Nakî seccadeye de bak buyurunca, seccadeyi kaldırdım. Bir kılıç, kınıyla duruyordu. Bunları alıp halîfeye getirdim. Halîfe, annesinin mührüyle mühürlü keseyi görünce, merak edip sordu.
Durumu anlattılar. Bunun üzerine bir kese de kendisi koyup, keseleri ve kılıçı geri gönderdi. İmâm hazretlerinin huzuruna varıp mahcup bir şekilde; “Efendim, izinsiz evinize girmek bana çok zor geldi, ama emir almış idim” dedim. O zaman Şu’arâ sûresinin; “Allahü teâlâya şirk koşanlar ve peygamberini hicv edenler, öldükten sonra hangi yere gideceklerini bilirler” meâlindeki son âyet-i kerîmesini okudular.”
Salih bin Sa’îd anlatır: “Halîfe Mütevekkil, İmâm-ı Nakî hazretlerini Medîne’den Irak’a çağırdı. Beraberce Sammarâ’ya gittik. Korkulu bir yerde konakladık. İmâm-ı Nakî hazretlerini sevenlerden biri içeri girip; “Efendim, bunlar senin kıymetini gizlemek ve nurunu söndürmek istiyorlar. Bunun için böyle kötü ve korkulu yerde konaklattılar” dedi.
İmâm-ı Nakî hazretleri; “Ey Sa’îd’in oğlu! Şöyle bir bak” buyurup, eliyle işaret etti. İşaret ettiği tarafa baktığımda, dünyâda bir benzeri olmayan bahçeler, ırmaklar ve köşkler gördüm. Biraz sonra bu hâller kayboldu. Sonra bana; “Ey Salih! Biz nerede olursak olalım, Allahü teâlânın nîmetleri bizimle beraberdir” buyurdular.
Bir gün İmâm-ı Nakî hazretleri, halîfenin evlâdlarının birinin düğün yemeğinde bulundu. Herkes edeble oturduğu halde, gencin biri, çok gülünç şeyler söyleyerek edeb sınırını aşıyordu. Bunun üzerine İmâm-ı Nakî (rahmetullahi aleyh) ona; “Ey genç! Çok gülüp, kahkaha atıyor ve Allahü teâlâyı hatırlamaktan gafil oluyorsun. Hâlbuki üç gün sonra ölebilirsin. Kabre hazırlıklı mısın?” buyurdu. O genç, bu sözü duyduğu hâlde, edebsizliğinden vazgeçmedi. Yemekler yendi, düğün bitti. Ertesi gün genç hastalandı. Üç gün sonra da öldü.
Bir gün birisi gelip, hanımının hâmile olduğunu ve doğacak çocuğunun erkek olması için dua etmesini istedi. Bunun üzerine buyurdu ki: “Çoğu kız vardır ki, erkek evlâdından daha hayırlıdır.” Daha sonra o şahsın bir kızı dünyâya geldi.
İmâm-ı Nakî hazretleri zamanında Hindistan’dan bir sihirbaz gelmiş, gösteriler yapıyordu. Zenginlerden biri onu çağırıp; “İmâm-ı Nakî’yi mahcûb edebilirsen, sana bin altın vereceğim” deyince, sihirbaz; “Olur yaparım, yalnız bir yemek ve yanına bir kaç yufka ekmek hazırlayıp beni yanına oturtunuz” dedi. Sihirbazın dediği gibi yaptılar. İmâm-ı Nakî hazretleri gelip sofraya oturdu.
Bir parça ekmek almak istedi. Sihirbaz bir şeyler yaptı. Ekmek önünden uçtu. Bu iş üç defa tekrarlandı. Sofrada bulunanlar gülmeye başladılar. Oturdukları odada, bir divan yastığı üzerinde aslan resmi vardı. İmâm-ı Nakî hazretleri resme işaret ederek; “Bu adamı yut!” dedi. Resim bir anda aslan oldu. Sıçradı ve sihirbazı yuttu. Tekrar eski yerine geldi. Sonra; “Allahü teâlânın düşmanlarını, dostlarının üzerine musallat etmek doğru değildir” buyurdu.
1) Tam İlmihâl Seâdet-i Ebediyye; sh. 60, 1011
2) Târih-i Bağdâd; cild-12, sh. 56
3) Nûr-ül-ebsâr; sh. 158
4) El-A’lâm; cild-4, sh. 323
5) Kâmûs-ül-a’lâm; cild-4, sh. 2199
6) İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; cild-3, sh. 97