Hindistan da yetişen tefsir, hadis ve fıkıh alimlerinin büyüklerinden. Evliyanın önderi Muhammed Baki-billah hazretlerinin talebesi idi. Muhaddis Dehlevî diye meşhûr oldu. 1551 (H. 958) de Delhi’de doğdu. Babası Seyfeddin bin Sa’dullah’dır. Dedeleri, Sultan Alauddîn Muhammed Halcî zamanında Buhara’dan Hindistan’a hicret etmişlerdi.
Seyfeddin bin Sa’dullah, oğlu Abdulhak-i Dehlevî’yi büyük bir alim olacak şekilde yetiştirdi. Abdulhak-i Dehlevi’nin fevkalade kuvvetli bir hafızası vardı. Öyle ki, annesinden süt emdiğini hatırlıyordu. İki ay gibi kısa bir zamanda babasının önünde Kur’ân-ı kerîmi ezberledi. Buyururdu ki: “Babamın terbiye, talim, irşad eserleri, bu fakîrin üzerinde açıkca görülür. Nazm ve şiir kitaplarından bu diyarda (Hindistan’da) okutulanları, Sa’dî’nin Bostan ve Gulistan’mi ve Hafiz-i Şirazî divanını öğretti. Arabî Sarf çekimlerini okutup ezberletti. Nahivden, Kafiye ve Misbah okuttu.
Mübarek vakitlerinin ekserisini bu zavalli ile geçirdi. Buyurdu ki: “İnsaallah, alim olacaksın.” Yine buyurdu ki: “Bize, Allahü teâlâ senin elinle görülmemiş nîmetler verecektir. Zîra Hak teâlâ, sana yüksek kemaller verdi. Ömrümün sonunda, köşemde senin ders vermeni dinleyeceğim,” Sonra bazı kitaplar sayarak; “Her ilimden muhtasar bir kitabı iyice oku. Bundan sonra inşaallah bereket ve saadet eserleri üzerine saçılacaktır. Böylece bütün ilimleri zorlanmaksızın tahsil edeceksin” dedi ve bana hayır dua buyurdu. Onun emirlerine uymam ve duasının bereketiyle, en zor mes’eleleri ve kitapları kendi başıma hallediyordum. Bundan sonra Maveraünnehr alimlerinin derslerinde bulundum.
İlme o kadar çok çalışıyordum ki, onüç yaşında Mutavvel adlı meşhûr eseri bitirdim. Hocalanın bendeki gayreti görerek; “Biz senden istifade ediyoruz. Sen bizden değil… Bizim senin üzerinde bir hakkımız yok!” diyorlardı. İdare edecek kadar yiyor, sonra ilim ile meşgul oluyordum.”
Abdulhak-i Dehlevî; tefsîr, hadis, fıkıh ve zamanın fen ilimleri yanında tasavvuf ilimlerini tamamlayarak on yedi yaşında iken tahsilini bitirdi. Bunlarla yetinmeyerek, 1587 yılında Hicaz’a gitti. O devirde Mekke, ilim ve kültür merkezi idi. İbn-i Hacer-i Mekkî hazretlerinin talebesi Ali Mutteki ve onun talebesi Abdülvehhab-i Mutteki, Mekke’de bulunuyordu.
Abdulhak-i Dehlevî, burada Abdülvehhab-i Muttekî’den hadis ilimlerini okudu. Daha sonra Medine-i münevvereye gelerek, Peygamber efendimizin Ravda-i mutahharasına yakın olan yerde ikamet etti. Burada Resûlullah efendimizden pek çok manevî feyz ve berekete kavuştu. Buyurdu ki: “Bu hakîr ve fakir, Resûlullah’ın ikram ve ihsanlarını anlatmaya kalksam gücüm yetmez.”
Abdulhak-i Dehlevî, Mekke-i mukerremeye yerleşmek istedi, fakat hocası Abdülvehhab-i Mutteki, Hindistan’a dönmesini, emr-i maruf ve nehy-i anil-münker yapmasını yani insanlara iyiliği emr edip, kötülükten sakındırmasını istedi. Bunun üzerine Hindistan’a döndü. Hace Muhammed Bakî-billah hazretlerinin sohbetlerine kavuşarak, Ahrariyye yolunda yetişti. 1592 (H. 1001) senesinde, Kadiri yolunun büyüklerinden şehid Mûsâ Multanî’nin derslerinde bulundu. Ondan, Kadirî yolunun inceliklerini öğrendi. Zamanın ileri gelenlerine, mektuplar yazdı. Din ilimlerinin her sahasında eser te’lif etti. Hindistan’ın en büyük alimlerinden oldu.
Abdulhak-i Dehlevî, ilk zamanlar, İmam-ı Rabbânî hazretlerinin yazılarını beğenmez, îtirazlar yazardı. Fakat, son zamanlarda, Allahü teâlânın inayetine kavuşarak, yaptıklarına pisman olup, tövbe etti.
Hace Muhammed Baki’nin me’zun ettiği talebelerinden Mevlana Husameddîn Ahmed’e, bu tövbesini şöyle yazdı: “Allahü teâlâ, Ahmed-i Farukî’ye selametler ihsan etsin! Bu fakîrin kalbi, şimdi ona karşı çok halis oldu. Beş eriyyet perdeleri kalkdı. Nefsin lekeleri temizlendi. Yol birliğini bir tarafa bırakalım, böyle bir din büyüğüne karşı gelmemeliydim. Aklın îcabi bu idi. Ne insafsızlık, ne cahillik etmişim. Şimdi kalbimde ve vicdanımda duyduğum mahcubiyeti, ona karşı küçüklüğümü anlatamam! Kalbleri çevirmek, halleri değiştirmek, Allahü teâlâya mahsustur.”
Abdulhak-i Dehlevi, kendi çocuklarına da mektup yazarak; “Ahmed-i Farukî’nin “rahmetullahi teâlâ aleyh” sözlerine karşı îtirazlarımın müsveddelerini yırtınız! Kalbimde ona karşı hiç bir bulanıklık kalmamıştır. Kalbim ona karşı halis olmuşdur” dedi.
Abdulhak-i Dehlevî’nin tövbesinin sebebi iyi bilinmiyor. Bazıları diyor ki: “Resûlullah efendimizi rüyada gördü ve inkarından dolayı kendisini azarladı.” Bazıları da diyor ki: “İmam-i Rabbanî hakkında, Kur’ân-ı kerîm’den tefe’ul (hayır dileme) de bulundu: “Yalancı ise, zararı onadır. Doğru söylüyorsa, Allahü teâlâ vâd ettiklerinden bâzısını başınıza getirir!” meâlindeki ayet-i kerîme çıktı. Bir kerre de; “Onlar, Allahü teâlânın sevgili kullarıdır. Alış-verişde bile Allahü teâlâyı kalblerinden çıkarmazlar” meâlindeki ayet-i kerîme çıktı. Bazıları da diyor ki: “Ona karşı îtirazları, düşmanların gönderdiği uydurma bir mektup sebebi ile idi. İŞin doğrusunu anlayınca, pisman blup tövbe etti.”
Abdulhak-i Dehlevî hazretleri, insanların kurtuluşa ve saadete kavuşmaları için birbirinden kıymetli kitaplar yazmıştır. Bunlardan bazıları şunlardır: Tarih-i Hakkı, Tarih-i Abdulhak, Matla’ul-envar, Medaric-ün-nübüvve, Cezb-ul-kulub, Ahbar-ul-ahyar, Mektubat, Sifr-us-seadet Şerhi, Merec-ül-Bahreyn, Eşi’at-ül-leme’at.
Abdulhak-i Dehlevi, çeşitli kademedeki devlet büyüklerine mektuplar yazıp onlara nasihatlarda bulunurdu. Bu mektuplardan birisi söyledir:
“Şerh-i Sadr; göğsün yani kalbin açılması en yüce makam, en büyük nimet ve en aziz ilahî hediyelerdendir. Zira Hak teâlâ, büyüklerin efendisi, kainatın hülasası, habib-i kibriyası olan Resûlünü sallallahü aleyhi ve sellem bu hususî ihsan ile nimetlendirmiştir.
Resûl-i ekrem efendimiz buyurdu ki: “Kalbe imân nuru girince, genişler ve açılır.” Eshab-ı kiram aleyhimürrıdvan; “Ya Resûlallah! O nurun kalbe girmesinin alameti, işareti nedir?” dediler. Buyurdu ki: “Alameti; kulun, yüzünü ebedi olan dhirete dönmesi, aldatan ve yoldan çıkaran dunyâdan ve ona tutulmaktan uzaklaşıp kurtulmasıdır.” Dünya, görünüste susludur, yaldızlıdır, ama aldatıcıdır, hîlecidir. Kendini sevenlerin gönüllerini galar. İman nuruyla bakılmca, yakmen görülür ve anlaşılır ki, dünya işlerinin temeli sakat ve dayanıksızdır.
Ahıret ise daimî ve sonsuzdur. Bu anlayışa erişen kimse, yüzünü fanî olan dünyadan çevirir, kalb gözünü sonsuzluk alemine döndürür ve yolculuk için lazım olan sevab aziklarını hazırlar. Kişinin sadrının (göğsünün) inşirahından, açılmasından nasibi, bu îman nurundan olan nasibi kadardır.
Bunun da mikdârı, kalbindeki ferahlıkla ölçülür. Çünkü nurun, sinenin açılmasında ve kalbin ferahında te’siri tamdır. Bu sebebdendir ki, dünyadaki ışığın bile, gönül rahatlığma, kalb ferahlığına; karanlığın da, sıkılmaya, daralmaya yol açması, sebeb olması büyüktür. Bunun için demişlerdir ki, nefs-i natıka (insanî ruh), nura, ışığa aşıktır. Nerede bir ışık hüzmesi, parıltısı bulsa, o tarafa döner ve o yöne koşar. Bu yüzden aydınlık yerde uyku az gelir. Zîra ruh, aydınlığa, nura olan teveccühü sebebiyle içerden dışarıya gelir. Karanlık olunca, içe çekilir ve uykuya dalar. Beyt:
Sana visal meclisinde, göz uyku yüzü görmez,
Yüzünün kandili önde, uykuya sıra gelmez.
Anlaşıldı ki, nurun zuhuru, ferah ve sürûr sebeblerindendir. Kalbler onunla açılır. Sadrın serhinin sebeblerinden biri de ilimdir. İlim sebebiyle kalb o kadar genişler, açılır ki, onun her kosesi göklerden ve yerden daha geniş olur. Hepsini içine alır. Bir kimsenin ilmi ne kadar çoğalırsa, sinesindeki genişleme de o kadar artar. Bu ilimden murad, her ilim değil, Peygamber efendimiz sallallahü aleyhi ve sellemden miras kalan ilimdir.
Peygamberlere ilimden başka şeyle varis olunmaz. Hadîs-i serîfde; “Peygamberler, varislerine, altın ve gümüş bırakmazlar. Onlar ilim bırakırlar” buyurulması o ilme işarettir. O zamandan bu yana çok vakit geçti. Felsefe karanlıkları zuhur etti. İslâm semasm’ kararttılar. Bir kısım insanları yoldan çıkardılar. Bunlara ilim değil, cehalet demek daha uygun olur.
Sadrın serhi sebeplerinden biri de, Allahü teâlânın kullarına; mal, para, makam ve benzeri şeylerde ihsanda bulunmaktır. Mal ve para ile olan ihsan ve iyiliğin ne olduğunu herkes bilir. Kimin eli daha açık ise, kalbi de o kadar geniştir. Kimin eli kısa ve kapalı ise, sinesi de o nisbette dardır. El açıklığı, cömertlik ve ihsan, Allahü teâlâ ve kulları katında büyük mertebedir. Dünya ve ahırette izzettir, iyiliktir ve sevabdir. Makamla olan ihsan; kimsesiz bir kişiyi, yanına veya emrine veya birisinin yanında bir ise koymakla yapılan ihsandır.
Sadrın serhi sebeplerinden biri de; Allah yolunda kahramanlık, insaf sahipleri yanında doğruyu söylemektir. Bu da gönül açıklığına yol açar. Böyle yiğitlik, güzelliklerin başı ve bütün iyiliklerin kaynağıdır. Din yolundaki şiddet ve zorluklar, ancak bununla asılır. “Canını düşünmeden saldırdığı zaman, yiğidin kalbine açılan ve görünen şeyi, başkaları kırk sene halvette kalmakla göremez” derrüslerdir. Ama bu cesaret ve yiğitlik, Allah için ve Allah’ın dininde olursa, herşeyden daha yüksektir. Bunun için onların karşılığı Al-i imran sûresi 169 ve 170.; “Onlar, Rableri katında diridirler. Cennet meyvelerinden riziklanırlar. Onlar, Allah’ın verdiği ihsandan dolayı, ferah ve sevinç içindedirler.” ayetlerinde meâlen bildirilen büyük nimetlerdir. Bundan daha yüksek hangi mertebe olur.
Sinenin açılması sebeplerinden biri de; kalbi, sıfat-ı zemime, yani kötü sıfatlar denilen, hased, ucb, kibir, riya, buğz, kin ve Allah için olmayan mal ve makam, yani dünya sevgisi gibi kötü huylardan temizlemektir. Çünkü bunlar; şehvet ve nefs topragından yükselen, zulmanî buhar ve dumanlardır. Kalbi bulandırır ve karartırlar ve sadrın serhine sebeb olan iman nurundan, tevhidden, ilimden, muhabbetten ve zikirden insanı alıkoyarlar. Mahrum bırakırlar. Kalb sahasını karartır ve daraltırlar. Beyt:
Dışarı çıkmaz isen tabiat sarayından,
Nasıl haberin olur, hakikat diyarından.
Bu güzel sıfatlar, en kamil, en yüksek, en mükemmel şekilde Resûl-i Ekrem sallallahü aleyhi ve selem de mevcud idiler. O’ndan sonra, uyma mikdarınca, O’na tabi olanlarda bulunur.
Mutabeatta, yani Resûlullah’a uymada, kim daha ileri gitmisse, sadn daha çok genişlemiş ve kalbi o nisbette nurlanmış olur. Al-i imran sûresi 31. ayetinde meâlen; “Ey sevgili Peygamberim! Onlara de ki, eğer Allahü teâlâyı seviyorsaniz ve Allahü teâlânın da sizi sevmesini istiyorsaniz, bana tabi olunuz! Allahü teâlâ bana tabi olanları sever” buyruldu. Hiç şüphesiz bir kimse, kimin peşinden gider, adim adim onu takib ederse, onun kavuştuğu yere, bu da kavuşur.
Gerçi Resûlullah’ın makamı daha yücedir, yeri herkesin olduğu yerden yüksektir. O’nun makamında hiç kimse yoktur, herkes O’ndan aşağıdadır, ama daire geniştir ve etrafında makamlar vardır. O parlayan nurdan ve gelen feyzden, etrafında olanlara da bir sua, bir serpinti ulaşır. Ayet-i kerîmede meâlen; “Biz seni alemlere rahmet olarak gönderdik” buyruldu. (Enbiya sûresi: 107)
Bilhassa muhabbet, alaka ve bağlılık bu işte büyük bir esastır. Çünkü muhabbet, ma’iyyeti (beraberliği) icabettirir. Hadîs-i şerîfde; “Kişi, sevdiği ile beraber olur” buyruldu.” (41. mektup)
ÜZÜNTÜ VE SIKINTILARA SABIR
Abdulhak-i Dehlevi İmam-i Rabbanî hazretlerinin sohbetleriyle şereflendi. Onun sadık talebelerinden oldu. Teveccühlerine kavuşarak, feyz ve bereketlerinden istifade etti. İmam-ı Rabbanî, ona zaman zaman mektuplar yazarak nasihatlarda bulunurdu. Gönderdiği mektuplardan birisi şöyledir:
“Allahü teâlâya hamd olsun ve O’nun seçtiği, sevdiği kullarına selam olsun! Kıymetli efendim! Sıkıntıların gelmeleri, görünüşde Çok acı ise de, bunların nimet oldukları umulur. Bu dünyanın en kıymetli sermayesi; üzüntüler ve sıkıntılardır. Bu dünya sofrasının en tatlı yemeği, dert ve musibetlerdir. Bu tatlı nimetleri, acı ilaçlarla kaplamışlar. Bunun için dostlara dert ve sıkıntı yağdırmağa başlamışlardır. Saadetli, akıllı olanlar, bunların içine yerleştirilmiş olan tatlılan görür. Üzerindeki acı örtüleri de tatlı gibi çiğnerler. Acılardan tat alırlar. Nasıl tatlı olmasın ki, sevgiliden gelen her şey tatlı olur. Hasta olanlar, onun tadını duyamaz. Hastalık da, O’ndan başkasına gönül vermekdir. Saadet sahipleri, sevgiliden gelen sıkıntılardan o kadar tat alırlar ki, iyiliklerinde o tadı duyamazlar. Her ikisi de sevgiliden geldiği halde, sıkıntılardan, sevenin nefsi pay almaz. İyiliklerini ise, nefs de istemektedir. Mısra’;
Nimete kavuşanlara afiyet olsun!
Ya Rabbi! Bizi, Sıkıntıların sevablarından mahrum eyleme! Bunlardan sonra, bizi fitnelere duşürme! İslâm’ın zayıf olduğu bu günlerde sizin kıymetli varlığınız, müslümanlar için büyük bir nimettir. Allahü teâlâ selamet versin ve uzun ömürler ihsan eylesin! Vesselam.” (İkinci cild-29. mektup)
1) Ahbar-ul-Ahyar; sh. 314
2) Medâric-ün-nübüvve mukaddimesi.
3) Tam İlmihal Seddet-i Ebediyye; sh. 240, 313, 380, 403, 425, 660, 972
4) Eşi’at-ul-leme’at.
5) Merac-ül-bahreyn.
6) Herkese Lazım Olan İman; sh. 115
7) İslâm ahlâkı; sh 277, 283, 306, 310
8) İslâm Alimleri Ansiklopedisi cild-15, sh. 126