Endülüs valisi ve kumandanıdır. Döneminin önde gelen komutanlarından biri olduğu kadar yetenekli bir politikacıydı. Yemen’de oturan Akk kabilesinin Gâfık koluna mensuptur.
ENDÜLÜS’ÜN EMÎRİ (VALİSİ) ABDURAHMAN EL-GAFİKİ
“El-Gafikâ, Musa b. Nusayr ve Tarık b. Ziyad için, üstün gayret ve yüce gaye konusunda gerçek bir tablodur.”
-Tarihçiler-
Müminlerin emîri ve Huiefa-i Raşidin’in beşincisi Ömer b. Abdilaziz selefi Süleyman b. Abdilmelik’i kabrine koyduktan hemen sonra vilâyet valilerini tekrar düşünmeye, kimini vazifeden almaya kimini de tayin etmeye başladı.
Tayin ettiklerinin başında es-Semih Ibn Malik el-Havlânî vardı.
Endülüs’ün ve civarındaki, Fransa’dan alınmış şehirlerin valiliğini ona vermişti.
Yeni vali Endülüs’e doğru yürümeye, doğru ve hayırlı yardımcılarını araştırmaya başladı. Etrafındakilere şöyle dedi:
“Bu diyarda tabiînden herhangi biri kaldı mı?”
Ona: “Evet, ey emîr!
Aramızda hâlâ mevcut olan yüce tabiî Abdurrahman b. Abdillah el-Gafiki’dir” dediler.
Daha sonra ona, Allah’ın kitabı konusundaki ilmini, Resûlüllah’ın (s.a.v.) hadislerini anlayışını, cihad meydanlarındaki tecrübesini ve şehit olma tutkusunu, dünyanın geçiciliği sebebiyle birçok şeyden uzak duruşunu anlattılar.1 Hulefa-i Raşidin, dörttür. Bunlara Ömer b. Abdilaziz de ilâve edilmiştir. Allah hepsinden razı olsun. Bu arada şunları ilâve ettiler:
Şüphesiz o, yüce sahabî Abdullah b. Ömer’le görüşmüş ve ondan yeterince hadis almış ve ona uyup yolunda yürümeye çalışmıştır.”
Es-Semh b. Malik el-Havlânî, Abdurrahman el-Gafikfyi görüşmeye davet etti. Abdurrahman yanına gelince ona hoşgeldin deyip büyük ikram ve taltifte bulundu ve hemen yanıbaşına oturttu. Ona hatırına gelen her şeyi sormak, kendisi için problem olan birçok şeyi ona danışmak, onun kapasitesini ölçmek ve onu değerlendirmek için gündüz bir müddet onunla birlikte oturdu.
Gördü ki o hakkında anlatılanların çok üstündeydi.
Ona, Endülüs’teki büyük işlerden birini yüklenmesini teklif etti.
Abdurrahman ona şöyle cevap verdi:
“Ey emîr! Ben ancak halktan birisiyim. Ben bu diyara müslüman hudutlarındaki kalelerden birinde beklemek için geldim…
Canımı Azîz ve Celîl olan Allah’ın rızası için adadım…
Kılıcımı yeryüzünde Allah’ın adını yüceltmek için elime aldım.
inşaallah beni, hakka sarıldığın müddetçe, sana gölgenden daha yakın…
Allah ve Resulüne itaat ettiğin sürece, ne vali ne de komutan olmaksızın beni sana parmağından daha itaatkâr bulacaksın.”
Çok geçmedi, es-Semh b. Malik el-Havlanî bütün Fransa’yla savaşa…
Orayı büyük İslâm Devletine katmaya…
Oradan Balkan devletlerine1 yol bulmaya…
Hz. Peygamber’in (s.a.v.) müjdesini gerçekleştirmek2 için Balkan devletlerinden Konstantiniyye’ye (İstanbul’a) ulaşmaya karar verdi.
Bu büyük gayeyi gerçekleştirmek için ilk adım, Narbonne şehrinin ele geçirilmesini beklemekti.4541 Balkan devletleri: Avrupa’nın güneydoğusundaki yanmada. Bugün Romanya, Arnavutluk, Yugoslavya, Bulgaristan, Türkiye ve Yunanistan’a Balkan devletleri denilmektedir.2 Resûlüllah (s.a.v) şöyle buyurmuştur: Kostantıniyye elbette feth olunacaktır. Onu fetheden asker ne iyi asker, komutanı ne iyi komutandır. Çünkü Narbonne, Endülüs’e komşu olan Fransa şehirlerinin en büyüklerindendi.
Müslümanlar Pirene dağlarından iner inmez oranın, inatçı bir zorba gibi karşılarında dikildiğini görmüşlerdi.
Bunların üstünde o büyük Fransa’nın anahtarı ve orayı arzu e-denlerin yolu ve vasıtasıydı…
Es-Semh b. Malik el-Havlanî Narbonne şehrini kuşattı ve halkına müslüman olmalarını veya cizye vermelerini teklif etti. Bu, halkın zoruna gitti ve kabul etmediler.
Üst üste onlara saldırılarda bulundu ve onlara mancınık atmaya başladı. Nihayet eski ve muhkem şehir, Avrupa’nın daha önce bir benzerine şahit olmadığı dört haftalık kahramanca savaştan sonra müslümanların ellerine geçti.
Muzaffer komutan kalabalık ordusuyla Akitanya eyaletinin merkezi Toulouse (Tuluz) şehrine yöneldi.
Şehrin her tarafına mancınıklar kurdu.
Oraya, Avrupa’nın daha önce bilediği savaş malzemelerini fırlattı.
Muhkem surlarla çevrili şehir onun eline geçmek üzereyken hiç kimsenin hesabında olmayan bir şey oldu.
Sözü Fransız müşteşrık Reinaud’ya bırakalım da bu savaşla ilgili hikâyeyi bize o anlatsın.
Reinaud şöyle anlatmaktadır:
“Müslümanlar zafere çok yaklaşınca Akitanya Dükü herkesi onlarla savaşa davet etmeye başladı.
Adamlar çıkardı. Onlar Avrupa’yı bir ucundan diğer ucuna kadar dolaştılar.
Onlar, Avrupa’daki hükümdar ve idarecilere yurtlarının işgal e-dildiğini, kadın ve çocuklarının esir edildiğini söylediler.
Avrupa’daki bütün milletler ona katıldılar.
Ordunun kalabalıklığı o dereceye varmıştı ki dünya daha önce böylesini duymamıştı.
Öyle ki ayaklarının çıkardığı tozlar Ren bölgesinde güneşin görünmesine engel oluyordu. iki ordu birbirine yaklaşınca, sanki dağlar birbirleriyle çarpışıyor zannedildi. Sonra iki taraf arasında, tarihin daha önce benzerini görmediği korkunç bir çarpışma oldu.
Es-Semh veya daha önceki ismiyle “Zama” her tarafta askerlerimizin önüne çıkıyor ve her yerde ordusunun önüne atılıyordu.
Bu haldeyken, ona bir ok darbesi isabet etti ve atından yere yuvarlandı.
Müslümanlar onu yere yıkılmış olarak görünce moralleri bozuldu ve safları dağılmaya başladı.
Eğer Allah’ın yardımı onlara, Avrupa’nın daha sonra Abdurrahman el-Gafikî diye tanıdığı dahi bir komutan vasıtasıyla ye-tişmeseydi.
O da, müslümanları en az zararla geri çekip Ispanya’ya tekrar döndürmeseydi kalabalık ordumuzun onların tümünü yok etmesi mümkün hale gelmişti…
Ancak Abdurrahman bize yeniden hücum etmeye karar vermiş Ve nihayet…
Karanlık gecede bulutların dolunayın üzerinden nasıl çekildiğini,
Onun ışığıyla yolunu kaybedenlerin nasıl aydınlandığını,
Yolunu şaşıranların onun ışığıyla yollarını nasıl bulduğunu gördün mü?
Böylece, Toulouse savaşı Islâm’ın eşsiz kahramanı Abdurrahman b. Abdillah el-Gafik?yi ortaya çıkarmıştı.
Çölün ortasında ölmek üzere olan susuzlara suyun nasıl göründüğünü,
Ondan kendilerini hayata döndürecek bir yudum suyu avuçla-mak için ellerini ona nasıl uzattıklarını gördün mü?
Böylece müslüman askerleri, onun yanında kurtuluşu aramak… ve memnuniyetle ona beyat etmek üzere büyük komutana ellerini uzattılar…
Hiç şüphe yok ki, Toulouse savaşı müslümanların Avrupa’ya ayak basmalarından itibaren aldıkları ilk yaraydı.
Abdurrahman el-Gafikî bu yaranın merhemi, onu itinalı bir şekilde tutan şefkatli bir el ve ona merhamet duyan büyük bir kalpti. Müslümanların Fransa’da uğradıkları büyük yenilgiyle ilgili haberler Şam’daki halifeyi çok üzdü.
Büyük kahraman es-Semh b. Malik el-Havlanfnin ölümü halifenin öç alma duygularını tutuşturdu.
Halife askerlerin, Abdurrahman el-Gafikî’ye beyat ettiklerini açıklamalarını emretti.
Ona, bütün Endülüs’e emîr olma görevini verdi.
Komşu devlet Fransa’dan fethedilen toprakları da onun idaresine verdi.
Ona, dilediği gibi hareket etme serbestliği verdi.
Bunun şaşılacak bir tarafı yoktu, çünkü et-Gafikî, ağırbaşlı, tereddütsüz, müttaki, temiz, hikmetli (bilgili) ve atılgan bir kimseydi…
Abdurrahman el-Gafikfye Endülüs’ün idaresi verilince hemen, askerlerin kendilerine güvenlerini sağlamaya, şeref, güçlülük ve üstünlük duygularını tekrar uyandırmaya ve Endülüs’teki müslüman komutanlarının Musa b. Nusayr’la1 başlayıp es-Semh b. Malik el-Havlanî ile sona eren büyük gayeyi gerçekleştirmek için çalışmaya başladı.
Bu kahramanlar Fransa’dan İtalya ve Almanya’ya gitmek oralardan da Kostantıniyye’ye (İstanbul’a) geçmeye, Akdeniz’i bir Islâm gölü haline getirmeye ve ona Rum denizi (Bizans denizi) yerine Suriye denizi adını koymaya azmetmişlerdi…
Ancak Abdurrahman el-Gafikî şuna kesin olarak inanıyordu: Büyük savaşlara hazırlanmak ancak nefisleri ıslah ve tezkiye etmekle başlardı…
O inanıyordu ki, kaleleri içerden yarılıp tehdit edildiğinde bir millet zafere ulaşmadaki gayelerini gerçekleştiremezdi…
Bu sebeple o, Endülüs’teki şehirleri tek tek dolaşmaya ve tellallara halka şöyle seslenmelerini emretmeye başladı.
Kimin valiler veya kadılar hakkında yahut halktan birisi hakkında herhangi bir şikâyeti varsa onu emîre ulaştırsın.
Bu konuda müslümanla müslüman olmayan muahid (anla-şan)’ler arasında hiçbir fark yoktu.4571 Musa b. Nusayr: Fas ve Endülüs’ün fatihi.2 Akdeniz’in bir adı da Rum denizidir. (Çeviren) Daha sonra şikâyetleri tek tek incelemeye, zayıfın hakkını güç-lüden, mazlumun hakkını zalimden almaya başladı.
Gasbedilmiş ve sonradan yapılmış kiliseler meselesini soruşturmaya, anlaşmayla yapılanları sahiplerine geri vermeye, rüşvetle yapılanları yıkmaya başladı.
Daha sonra tek tek memurlarının durumunu gözden geçirdi.
Sahtekarlığı ve doğruluktan ayrıldığı sabit olanları vazifeden uzaklaştırıp onların yerine bilgisine, tecrübesine ve doğruluğuna güvendiği kimseleri tayin etti.
Herhangi bir şehre girdiğinde halkı camiye davet eder, onlara bir hitabede bulunurdu. Onları cihada teşvik eder, şehitliğe, Allah’ın hoşnutluğunu ve sevabını kazanmaya özendirirdi.
Abdurrahman sözle fiili birleştirmiş, emelleri amellerle desteklemişti.
Vazifeye geldiği ilk andan itibaren malzeme ve silâh hazırlığına, sur ve kaleleri restore ettirmeye ve köprüler inşa ettirmeye başladı.
İnşa ettirdiği köprülerin en büyüğü, Endülüs’ün merkezi Kurtuba şehrindeki köprüydü.
Onu halkın ve askerlerin geçmeleri, şehri ve insanları taşkından koruması için inşa ettirmişti.
Bu köprü dünyanın harikalarından sayılıyordu. Uzunluğu sekiz yüz, yüksekliği altmış ve eni on kulaçtı. Onsekiz kemeri ve ondokuz kulesi vardı. Ispanya’da bugün hâlâ bu köprüden istifade edilmektedir.
Abdurrahman el-Gafikî konakladığı her beldede, ordu komutanlarını ve halkın ileri gelenlerini toplamayı âdet edinmişti.
Onların söyledikleri her şeyi pür dikkat dinler, teklif ettiklerinin hepsini kaydeder ve tavsiye ettikleri diğer şeylerden istifade ederdi.
Bu toplantılarda, çok dinleyip az konuşmayı prensip edinmişti.
El-Gafikî müslümanların ileri gelenleriyle görüştüğü gibi, aralarında anlaşma olan zimmîlerin büyükleriyle de biraraya gelirdi.
Çoğunlukla, onlara memleketleri hakkında bilmediği meseleleri ve hükümdar ve komutanların durumlarına dair zihnini meşgul eden hususları sorardı. Bir defasında, Fransa’daki muahidlerin büyüklerinden birini çağırttı ve onunla çeşitli konularda konuştuktan sonra şöyle dedi:
“Sizin büyük hükümdarınız Charles (Şarl) neden bizimle savaşmıyor ve neden eyalet valilerine yardım etmiyor?”
O da şöyle cevap verdi:
“Ey emîr!
Siz, bizimle yaptığınız anlaşmaya sadık kaldınız.
Bize sorduğunuz konularda size doğruyu söylememiz gerekir….
Büyük komutanınız Musa b. Nusayr bütün Ispanya’yı avucunun içine aldıktan sonra, Endülüs’le güzel ülkemizi ayıran Pirene dağlarını geçmeye niyet edince, eyalet valileri ve papazları büyük hükümdarımıza gidip ona şöyle dediler:
“Bizim ve etbamızın başına gelen bu ebedi felâket nedir ey hükümdarımız?
Biz müslümanları duyuyorduk…
Onların bizim üzerimize doğudan sıçramalarından korkuyorduk.
işte onlar şimdi bize batıdan geldiler.
Bütün Ispanya’yı istilâ edip oradaki silâh ve malzemeleri ele geçirdiler. Sayıları az olmasına ve silahları güçlü olmamasına rağmen, aramızı ayıran dağların tepelerine çıktılar.
Onların çoğu, kendilerini kılıç darbelerinden koruyan bir zırh veya savaş meydanlarına götüren bir attan başka birşeye sahip değiller.”
Hükümdar onlara şöyle cevap verdi:
“Hatırınıza gelen şeyleri çok düşündüm ve uzun zaman kafa yordum.
Bu sıçrayışlarında bu insanlara karşı durmamaya karar verdim.
Çünkü onlar şu anda, önlerine çıkan herşeyi yutup beraberinde götüren ve dilediği şekilde kenara atan kükremiş sel gibiler.
Gördüm ki onlar, sayı ve malzeme çokluğunu hiçe sayan bir inanç ve niyete sahip bir millettir.
Onlar, zırh ve atların yerine geçen bir iman ve azme sahipler…
Ancak, elleri ganimetlerle doluncaya, evleri ve köşkleri oluncaya, uşak ve hizmetçileri çoğalıncaya ve aralarında başkan olma yarışına girinceye kadar onlara mühlet verin… işte o zaman en kolay yoldan ve en az çabayla onlara gücünüz yeter.”
Bu sözleri duyduktan sonra Abdurrahman el-Gafikî üzüntülü bir şekilde başını önüne eğdi. Derin bir soluk alıp toplantıyı kesti ve:
“Hayye ale’s-salâh (Haydi namaza)” dedi. Çünkü namaz vakti yaklaşmıştı.”
Abdurrahman el-Gafikî büyük savaşa hazırlanmak üzere tam iki yıl geçirdi…
Orduyu çeşitli birliklere taksim edip askerleri savaşa hazır hale getirdi…
Azim ve niyetleri bileyip kalpleri onardı.
Tunus emîrinden yardım istedi, o da Abdurrahman’a cihad özlemiyle tutuşan ve şehitlik ateşiyle yanan seçme askerlerini yardıma gönderdi…
Daha sonra hudutlardaki kalelerin komutanı Osman b. Ebî Nüsa’ya, kendisi ordusunun tamamıyla gelinceye kadar baskın yaparak düşmanı meşgul etmesini bildiren bir haber gönderdi.
Ancak bu Osman gayretli, azimli insanlar arasında adını yücelten her işe koşan ve başkalarını gölgede bırakan bütün emirleri kıskanırdı.
Bunlara, onun daha önce Fransa’ya yaptığı baskınlardan birinde Akitanya dükünün kızı “Mînîn”i1 ele geçirmiş olduğunu ilâve edebiliriz.
Bu Mînîn tam gençliğinin baharında ve mükemmel güzellikte bir genç kızdı.
Güzelliğine saltanat şerefini de ilâve etmişti.
Asaletle saray kızlarının nazlılığını birleştirmişti.
Mînîn Osman’ın gönlünü çelmiş. O da ona tutulmuştu.
Mînîn, onun yanında hiçbir hanıma nasip olmayan bir itibara sahip olmuştu.
Osman’ı babasıyla yaptığı savaşı durdurup barış yapmaya ikna etmişti. Osman onunla Endülüs’teki garnizonlarla sınırı bulunan eyaletine karşı müslümanların baskın yapmayacağına dair teminat veren bir anlaşma yapmıştı.4601 “Mînîn kelimesi arap harfleriyle yazıldığından aslını tespit mümkün olmamıştır. Özür dilerim. (Çeviren). Ona, Abdurrahman el-Gafikî’n’ın, kayınpederi olan Akitanya dükünün memleketine yürüme emri gelince, şaşırıp ne yapacağını bilemedi.
Ancak çok geçmedi, vali el-Gafikfye emrettiği konuda danışmak ve vakti dolmadan Akitanya düküne verdiği sözü bozamayacağını bildiren bir mektup yazdı…
Abdurrahman el-Gafikî ona çok kızdı… ve şu haberi gönderdi:
“Emîrinin haberi olmadan Fransızlara verdiğin söz ona ve müslüman ordularına hiçbir şeyi gerektirmez.
Senin hemen tereddüt etmeden ve beklemeden emrettiğimi yerine getirmen lâzım…”
İbn Ebî Nüs’a emîri kararından döndürmekten ümidini kesince, olanları bildirmek ve kendini düşmanından sakınmaya davet etmek üzere kayınpederine bir elçi gönderdi.
Fakat Abdurrahman el-Gafikî’nin casusları İbn Ebî Nüs’a’nın hareketlerini gözetliyorlardı… Onlar emîre, Osman’ın düşmanla ilişki kurduğu haberlerini getirdiler.
El-Gafikî hemen güçlü kuvvetli adamları arasından seçtiği bir birliği savaşa hazırladı.
Tecrübeli yiğitlerden birine sancağı verdi ve ona Osman ibn Ebî Nüs’a’yı ölü veya diri olarak getirmesini emretti.
Askerler ibn Ebî Nüs’a’nın ordugâhına anî bir saldırı yaptılar, son anda durumdan haberi olmasaydı, onu yakalayacaklardı…
Osman bazı adamları ve asla yanından ayırmadığı, dünyayı ancak onunla gördüğü güzel karısı Mînîn’le birlikte dağlara kaçtı.
El-Gafikî’nin askerleri takip edip onların etrafını sardılar.
Osman kendini ve hanımını aslanın yavrularını savunduğu gibi savundu.
Durmadan hanımının önünde mücadele etti ve nihayet öldürüldü.
Bedeninde sayılamayacak kadar kılıç darbesi ve mızrak yarası vardı….
Askerler başını kestiler, prenses karısıyla birlikte onu Abdurrahman el-Gafikrye gönderdiler. Osman’ın karısı Abdurrahman’ın yanına gelip onun şaşırtıcı güzelliğini görünce, gözlerini yere indirdi ve yüzünü ondan çevirdi…
Daha sonra onu hilâfet (halifelik) merkezine hediye olarak gönderdi.
Böylece güzel Fransız prensesinin hayatı Şam’daki emevî halifesinin hareminde sona erdi.