Dâvâ ve ihtilâflara bakan kuruluş. Dâvâlı ve dâvâcı arasındaki ihtilâfları hâileden, mazlûmun hakkını iâde edip, suçluyu cezâlandıran devlet teşkilâtı. İnsanlar arasındaki anlaşmazlıkların hâili için gerekli bir müessese olan adli-yenin geçmişi, insanlık târihi kadar eskilarını korumak, devletin vazifesi oldu.
Âyet-i kerîmeler ve hadîs-i şerifler, bu yeni İslâm Devleti’nin kânunları oldu. Hüküm verenin taraf tutması, kuvvetli tarafı haklı çıkaracak hükümler vermeye çalışması ihtimâli kalmadı. Bir hususda, İslâmiyet neyi emrediyorsa, karar o şekilde verilir, değişmek ihtimâli olmaz ve aynı dâvâ tekrar hâkim huzûruna getirilmezdi. Fakat bu hâl, câhiliyye devrinde böyle değildi, Bir hâkimin huzurunda, aleyhinde karar çıkması hâlinde, kuvvetli taraf, neticenin kendi lehine dönmesi için dâvâyı başka bir hâkime götürürdü.
Fakat, Resûlullah efendimiz tarafından verilen bir kararın başka biri tarafından değiştirilmesi ihtimâli yoktu. Taraflar, verilen karâra uymak mecbûri-yetinde idiler. Bu hususta âyet-i kerîmelerde meâlen buyruldu ki:
“Allahü teâlâ ve Resulü bir işe hüküm verdiği zaman, mü’min bir erkekle mü’min bir kadın için, kendi işlerinden dolayı Allahü teûlânın ve Resûlünün hükmüne aykırı olanı seçme hakkı yoktur. Kim} Allahü teâlâya ve Resulüne isyan ederse, muhakkak açık bir sapıklık etmiş olur. (Ahzâb sûresi: 36) ı
(Rabbin hakkı için, onlar aralarında çekiştikleri şeylerde seni hakem yapıp, sonra da verdiğin hükme nefsleri hiç bir darlık duymadan tam bir teslimiyetle boyun eğmedikçe îmân etmiş olmazlar. (Nisâ sûresi: 65)
Müminler, aralarında hüküm olunmak için Allahü teâlânm Kitabına ve Peygamberine çağrıldıkları vakit, onların sözü ancak; “Dinledik ve itûat ettik** demeleridir. İşte bunlar, zafer bulacak, saadete erecek olanlardır. (Nûr sûresi: 51)
Peygamber efendimiz, kendilerine intikâl eden adlî dâvâlara bizzat kendileri bakarak, Kur’ân-ı kerîmin emrettiği şekilde hükümler veriyordu. Bunu yaparken, daha sonraki asırlarda gelecek olan Islâm hâkimlerinin de, dikkat ve riâyet etmeleri îcâbeden belli usûller ve kâideler koyuyordu.
Bu arada, Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem efendimize getirilen dâvâlar hâlledilirken, henüz müslüman olmayan kabileler, bu hâli ibret ve gıbta ile tâkib ederek, İslâm’ın adâletine hay-rân oluyorlardı. Hattâ Necrân hıristiyan-ları, Peygamber efendimize mürâcât ederek, aralarında ihtilâfa düştükleri mes’eleleri hâlletmek üzere birini göndermesini istediler. Peygamber efendimiz sallallahü aleyhi ve sellem de Ebû Ubeyde bin Cerrâh hazretlerini gönderdi.
Müslümanlar çoğalıp, İslâm memleketi genişledikçe, Eshâb-ı kirâmdan bazıları çeşitli yerlere, kâdılık (hâkimlik) vazifesi ile gönderildiler. Hazret-i Ömer, hazret-i Ali, ibn-i Mes’ûd, Übey bin Ka’b, Mu’âz bin Cebel, Zeyd bin Sâbit ve Ebû Mûse’l-Eş’arî (r.anhüm) o zamanda kâdılık yapan Eshâb-ı kirâm-dandır. Bu kâdıların verdiği hükümler, Resûlullah efendimize gönderiliyordu.
İslâmiyet, diğer sahâlarda olduğu gibi, bu sahâdada, hukuk âlemine yenilik ve tam bir adâlet getirmiş, her türlü haksızlıkların önüne bu şekilde geçilmiştir. Meselâ, herkesin işlediği fiilden kendisinin mes’ûl olması, ferdin işlediği fiillerde, niyetinin, o fiili niçin yaptığının da mühim olması ve hüküm verilirken bunun dikkate alınması, ayrıca, durumu ne olursa olsun her ferdin, kânun önünde eşit haklara sâhip bulunması bu yeniliklerden bâzılarıdır.
“Mes’ûliyetin şahsîliği prensibi” de denilen, herkesin kendi işinden kendinin mes’ûl olması eski zamanlarda yoktu. Meselâ, medeniyette ileri olarak bilinen Bâbil Krallığı’nın hukuk kânunları olan Hammurâbi kânunlarında adâ-lete, hukûka aykırı maddeler bulunuyordu. Bu kânunlara, meselâ bir kısas kânununa göre, bir kimse, işlediği bir suçtan dolayı bizzat kendisi cezalandırılmıyordu. Bir kimse, başka bir kimsenin kızını öldürse, kısas olarak kâtil değil, kızı öldürülürdü. İslâm’ın bildirdiği İlâhî adâlette ise, herkes kendi fiilinin cezâsını kendisi çekecektir. Nitekim, Kur’ân-ı kerîmde meâlen; “… Hiçbir günahkâr, başkasının günahını taşımaz… buyrulmaktadır. (isrâ sûresi: 15)
İSLAM MUHAKEME USULÜ
Hazreti Ömerin Basra vali ve kadısı olan Ebû Mûse’l-Eş’ari’ye gönderdiği, Islâm muhâkeme usûlünü de târif eden mektubu:
“Kazâ (dâvâları hâlletmek), değiştir-mesi ve bozulması câiz olmayan bir farizadır ve uyulması îcâbeden bir sünnettir Bir hâdise hakkında sana baş vurulunca, iki tarafın Sözlerini güzelce dinle (anla), bir hak ikrâr ve îtirâf edilince, hükme bağla. Verdiğin hükmü yerine getir. Çünkü, infâz edilmiyecek olan hakkın sâdece söylenmesi fayda vermez. Meclisinde, adâlet huzûrunda insanları eşit tut. Tâ ki, mevki sahipleri senden tarafgirlik ümidine düşmesinler, zayıf olanlar da adâletinden me’yûs, kalben kırık olmasınlar.
Beyyine (delil) ve şâhid getirme dâvâ-cıya, yemin etmek de dâvâyı inkâr edene âittir. Yâni dâvâcı şâhid bulamazsa, isteği üzere, dâvâlıya yemîn tevcih edilir. Müslümanların arasında sulh yapılması câizdir. Ancak haramı helâl, helâli haram kılacak bir sulh câiz değildir. Dünkü gün vermiş olduğun bir hüküm, nefsine mürâ-câtla, haklılığa, doğruluğa yol bulduğun takdirde, seni hakka dönmekten men etmesin. Yâni ictihâdın değişerek evvelce vermiş olduğun bir hükümde isabetsizliğine kâni olursan, o hükmün, benzeri bir hâdise hakkında yeni ictihâdına göre hüküm vermene mâni olmasın. Çünkü hak kadîmdir. Hakka dönmek, bâtılda sebât etmekten hayırlıdır.
Kalbini çalıştırıp hükümlerini Kur’ân’ da, sünnette bulamadığın mes’eleler hakkında güzelce îmâl-i fikr et (düşün), sonra bu gibi şeylerin benzerini bul, bunları bir-biriyle kıyâs et Bunlardan Hak teâlâya daha sevimli, daha yakın ve hakka, doğ-rüya daha benzer olanı seç. Dâvâcıya, (beyyinesini, delilini ikâme edecek kadar) bir mühlet ver. Bu müddet İçinde beyyine-sini izhâr ederse, hakkım alır; edemezse aleyhine hüküm verilmesi îcâb eder. Böyle bir mühlet verilmesi, mâzerethusû-sunda, pek beliğ ve şüphenin izâlesi için de pek açık bir esastır.
Bütün müslümanlar birbiri hakkında âdildirler. Kazfden (bir müslümana iftirâ-dan dolayı) hakkında had cezâsı tatbik edilmiş olan, yâhut velilik veya akrabâlık sebebiyle kendisinde menfeati celb (çeken), mazarratı (zararları) def töhmeti bulunan, veya yalan yere şâhidlikte bulundukları tecrübe ile anlaşılan kimseler müstesnâ, bunlardan başkasının şehâdetleri kabûl olunur. Çünkü Hak teâlâ, sizin gizli işlerinizden yüz çevirmiş, beyyineler sebebi ile sizden mes’üliyeti kaldırmıştır. Yâni insanların gizli şeylerini araştırıp ona göre hüküm vermekle mükellef değilsiniz. Sizin yapacağınız şey, beyyinelere, delillere göre hüküm vermektir. Dünyevî hükümler, zahire, görünene göredir. Bunlarda gizlilik, açık olanlara tâbidir. Uhrevî hükümlerde ise gizliler asildir, görünenler, gizli olanlara I tâbidir.
Muhâkeme esnâsında, insanlara, kızmaktan, sabırsızlıktan, kalb ızdirabından ve müteezzi olmaktan (üzülmekten) hazer et (kaçın)! Yâni muhâkemeyi sabır ile, teenni ile yürüt. Çünkü Allahü teâlâ, kazâ işlerinde doğrulukla hükmedenleri mükâfatlandırır, amellerini güzel yapar.
Her kim niyetini kendisi ile Allahü teâlâ arasında hâlis kılarsa, Hak teâlâ onun, kendisiyle insanlar arasında işlerine kifâ-yet eder, yâni onu korur, vereceği hükümden dolayı bir tehlikeye mâruz kalmaz: Herhangi bir kimse, meselâ hâkim, hilâ-fını Allahü teâlânın bildiği bir sıfatla; yâni kendisinde gerçekten bulunmayan bir faziletle, insanlara karşı süslenecek olursa, Allahü teâlâ onu, insanlar arasında rüsvâ eder. Çünkü Allahü teâlâ, ibâdetlerden, ancak hâlisâne olanları kabûl eder.Diğerlerini etmez.
Hak teâlânın dünyâda vereceği rızk ve rahmetinden, hazînelerinden ihsân buyuracağı mükâfât hakkında ne düşünüyorsun? (Yâni bunun derecesi sonsuzdur.)
Ona göre hareket et. Hükmünde hakdan ayrılma, mükâfâtını cenâb-ı Hak’dan bekler
ISLÂM MUHÂKEME USÜLÜ Hazret-i Ömer’in, Basra vâli ve kâdısı Bütün müslümanlar, birbiri hakkında İslâm Adliye Sistemi’nde, bir ferde işlediği bir suçtan dolayı cezâ verilirken; o kimsenin, o suçu işlerken niyetinin ne olduğu, suçu hangi hâlde işlediği, kasdî olarak mı, kazârâ mı işlediği, yoksa başkası tarafından cebir kullanılarak, zorla mı işletti ri İd iğ i gibi hususlar dikkate alınır. Bu sebeple, çocuk, deli ve uyuyan kimsenin hareketlerinde bir kasıt durumu mevzû bahis olmadığı için, bunlar yaptıklarından mes’ûl tutulmamışlardır. Ayrıca, insanlardan başka, diğer bütün mahlûklar, her türlü mes’ûliyetten uzaktırlar. Hâlbuki, İslâm’dan önce durum böyle değildi. Cansız varlıklardan bir zarar gelse, güyâ cezâ verilirdi. Meselâ, bir kimse bir kuyuya düşerek ölse, o kuyu, kısas olarak ölenin vârislerine kalırdı.
Bütün bunlardan daha mühim olmak üzere, İslâm Adliye Sistemi’nde; nesebi, kavmi, kabilesi, vatanı ve bulunduğu mevkî ve makâmı ne olursa olsun, istis-nâsız bütün herkes adâlet önünde eşittir. Yâni kâdı, lüzum ve ihtiyaç görülmesi hâlinde sultânın ifâdesini alabilir ve bunu yaparken de en ufak bir şeyden çekinmez. Kâdı Şüreyh’in halîfe hazret-i Ali ile bir yahûdîyi muhâkemesi, Kâdı Hızır Bey’in Fâtih Sultan Mehmed Hân’la bir hıristiyanı muhâkemesi meşhürdur.
Hâlbuki, İslâmiyet’ten evvel böyle değildi. Mensûb olduğu kabîleye ve kabîle içindeki durumuna göre insanlara farklı muâmele yapılıyordu. Nitekim bir hadîs-i şerîfde, bu duruma işâret edilerek buyruldu ki: “Sizden evvelki kavimlerin helak olmalarının sebebi şudur: Onların aralarında makam ve mevkî sahibi kimselerden biri hırsızlık yapınca, hırsıza lüzumlu cezâyı vermezler, onu sahverirlerdi. Şûyet makam ve mevkî sâhibi olmayan biri hırsız-lık yaparsa, onu hemen cezâlandı-nrlardı.”
Bütün bunlar ve kaynak eserlerde zikredilen mâlûmâtlar gösteriyor kİ, İslâm Adliye Teşkilâtı, Kur’ân-ı kerîmin emrettiği, bildirdiği şekilde, Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem tarafından kurulmuş köklü bir müessesedir. Gayr-i müslim tebeanın bile takdîrini kazanıp yüzyıllarca insanlara adâlet dağıtan
İslâm Adliye Teşkîlâtı’nın kaynaklarını; Allahü teâlânın kitâbı Kur’ân-ı kerîm, onun tefsîri olan Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellemin sünneti, bunların da açıklaması olan Eshâb-ı kirâm ve mücte-hidlerin kıyas, ictihâd ve icmâları meydana getirir. İslâm hukukunun tatbîk edildiği toplumların, İslâmiyet’e uygun olan eski örf ve âdetleri de nazar-ı îtibâra alınmıştır.
İslâm târihinde görülen ilk dâvâlar, Resûlullah efendimizin bizzat gördüğü veya Eshâbından birini vazifelendirdiği adlî dâvâlardır. Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem döneminde yeni müslü-man olan yerlere de vâli-kâdılar gönderilip, oradaki müslümanların dâvâları halledildiği gibi, Hulefâ-i râşidın döneminde de yeni feth edilen yerlere kâdılar tâyin edildi. Hazret-i Ebû Bekr’in hazret-i Ömer’i, onun da yeni kurulan Küfe şehrine Kâdı Şüreyh’i kâdı tâyin etmeleri meşhürdur.
Hazret-i Ömer, Şüreyh’i kâdı tâyin edince, mahkemede hüküm verirken; ilk önce Kur’ân-ı kerîme, onda bulamazsa Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellemin sünnetine bakmasını, onda da bulamazsa kendi re’yi ile ictihâd etmesini tavsiye etti.
Mektupları ve nasîhatleri ile tâyin ettiği kâdıları takviye eden Ömer (r.anh), vâlilerine de mektuplar yazar, onlara da âdil idâre husûsunda nasihatlerde bulunurdu. Şam vâlisi Muâviye’ye (r.anh) veya Suriye umûmî vâlisi Ebû Ubeyde’ye (r.anh) gönderildiğine dâir rivâyetler bulunan bir mektubunda şöyle buyurdu:
“Ben sana, âdil idâre konusunda, benim ve senin için söylenmesi ihmâl edilmeyecek hususları ihtivâ eden bu mektubumu yazıyorum. Dînini koruyacak, rızk ve sevâbdan seni nasîblendire-cek şu beş haslet ve âdeti muhâfaza et: iki hasım huzûruna gelirse, doğru hükmedebilmen için âdil ve isbât edici deliller ortaya koymalannı, sonra şek ve şüpheden uzak, açık bir yemin vermelerini iste. Zayıfı yanına yaklaştır. Böyle yaparsan dili açılır, konuşur ve kalbi korkudan kurtular. Yabancı olanı fazla bekletme. Çünkü beklemesi uzayınca ihtiyâcını bırakır, kendi memleketine dönüp gider. Haksızlık eden kimse, ihtiADLİYE
lâfın hâili için hâkimin önüne çıkmayı istemez. Hak olan taraf ve nasıl hüküm vereceğin konusunda kanâatin tam olmadığı durumlarda, sulh yolunu tut. Vesselâm.”
Hazret-i Ömer zamânında Medîne’de dâr-ül-kazâ (adliye binâsı) yaptırıldı. Vilâyet ve kazâlara kâdılar tâyin edildi.
Hazret-i Osman, Medîne’de dâvâlara bizzat kendisi baktı. Aşere-i mübeşşere-den bâzıları, mahkeme esnâsında hazret-i Osman’ın istişâre hey’etinde idiler.
Hazret-i Ali halîfe olunca, başşehri Kûfe’ye aldı. Vilâyet ve kazâlara kâdılar tâyin etti. Zaman zaman kendisf de bâzı dâvâlara baktı. Dâvâlı ve şâhidlerin ifâdelerini ayrı yerlerde alırdı.
Hazret-i Muâviye zamânında da adlî işler pek güzel şekilde devâm etti. Mahkeme kararları tescil edilmeye başlandı. Hazret-i Muâviye’den sonraki Emevî halîfeleri zamânında, kâdıların tâyinleri vâlilere verildi. Halîfe Ömer bin Abdüla-zîz, adlî idârenin tekâmülüne yardımcı oldu. Gönderdiği tâlimatnâmelerle kâdı-ların işlerini kolaylaştırdı. Adâleti ile, İkinci Ömer nâmıyla meşhûroldu. Kendi mahkemelerine gitmekte serbest olan gayr-i müslimler bile, âdil İslâm kâdıla-rına mürâcât eder hâle geldiler. Abbâsî-ler devrinde; Kâdı’l-kudât teşkîlâtı kuruldu. Bu teşkîlât, kâdıların tâyinlerini, terfîlerini ve kontrollerini yapıyordu. Abbâsî halîfesi Hârûn-ür-Reşîd, kâdı’l-kudât olarak ilk önce Hanefî hukukçusu İmâm Ebû Yûsufu tâyin etti.
Adliye me’murları: Adlî işlerde görevlendirilen me’murlarm başında Ifâdılar (hâkimler) gelir. Kâdı, adlî teşkîlâtm asıl memurudur. (Bkz. Kâdı)
Kâdıya yardım eden yardımcı me’ muriar davardır. Bunların başında müftî-ler gelir. Müftîler, kâdının yardımcısı ve müşâvirldir. Hukûkî ve dînî bir mes’ elenin hâili ve açıklanması için kendisine arz edilen suâlleri cevaplandırmakla vazifelidir, (Bkz. Müftî)
İslâm Hukûku’nda, herkesin dâvâsını tâkib etmenin mümkün olmayacağından hareketle, dâvâyı, dâvâlı veya dâvâcı adına tâkib eden bir vekîl vardır. Vekîl, bugünkü avukat karşılığıdır. Hazret-i Ali, kardeşi Aklt*i ve daha sonra yeğeni
Abdullah bin Ca’fer’i kendisine vekîl tâyin etmişti.
İslâm Hukûku’nda, kamu dâvâsı açmak için savcıya ihtiyaç yoktur. Çünkü, direkt olarak şahsı ilgilendirme-yip, umûmu ilgilendiren ve Hakkullah adını alan hakların ihlâl edilmesinde, halîfe ve kâdıdan başlamak üzere sâde vatandaşa kadar herkes mahkemeye başvurup kamu dâvâsı açabilir. Buna şahâdet-i hisbe denir.
Kâdıların yardımcıları arasında, noterlik vazifesini îfâ eden; udûl, şuhûd, şurutî, kâtib-ül-vesâik gibi isimler verilen kimseler de vardır. Resûlullah efendimiz zamânında ticârî ve hukûkî akit ve muâ-meleler, idârî tasarruf ve siyâsî andlaş-malar yazı ile tesbit edilirdi. Nitekim Bekara sûresinin 282. âyet-i kerîmesi de hukûkî ve ticârî akit ve muâmelelerin yazı ile tevsik edilmesini emretmektedir.
Kâdıların bir diğer yardımcıları da zabıt kâtibleri idi. öyle ki, zaman zaman kâdıların yerine dâvâya bile bakarlardı. Kâtiblik, Resûlullah sallallahü aleyhi ve selleme gelen vahyin yazıcıları olan vahiy kâtipleri ile başladı. Yalnız, ilk zamanlarda mahkemelerin çok az olması sebebiyle, zabıt kâtiblerine pek ihtiyaç duyulmadı. Hazret-i Ali’nin bir dâvâyı, çağırdığı kâtibe tescil ettirdiği kaynaklarda bildirilmektedir. Hazret-i Ömer zamânında Basra kâdısı olan Ebû Mûse’l Eş’arî’nin de kâtibinin bulunduğu yine kaynaklarda zikredilmektedir. (Bkz. Kâtib)
Kâdılara yardımcı me’murlar arasında, bugünkü mübâşirler gibi, mahkeme salonunda huzur ve düzeni sağlayan, teblîgâtları yapan kimseler de vardı.
Kâdılara yardımcı olan me’ murlardan biri de, mîrâs taksim işlerini hâlleden kâsımdır. ölenin mîrâsına ânında el koyarak, vârisler arasında tak-sîm edip, hak sâhiplerinin zararını önlerdi. Hazret-i Ali’nin kâsımı Abdullah bin Yahyâ el-Kindî meşhûrdur. (Bkz. Ferâlz)
Kâdıların işlerini kolaylaştırmak için, şâhidlerin âdil olup olmadıklarını araştıran me’murlar da vardı. Bunlara mttzekkl denirdi. Şâhidleri araştırırken kâdıyı temsil eden müzekkî, kâdı ile aynıvasıftan taşırdı. Müslüman ve Adil olup, köle olmaması gerekirdi.
Kadıya yardımcı olanlardan biri de tercümandı. Tercüman; müslüman, Adil, sâiih, güvenilir kimseler arasından seçilir, dil bilmeyenlerin sözlerini kâdıya tercüme ederdi.
Mahkemeler, kAdı ve ihtiyAca göre yardımcıları ile taraflar ve şAhidlerden meydana gelirdi. Başlangıçta cAmi ve evlerde, ihtiyaç duyulan saatte görülen dâvâlar, sonraları, dAvAların artması sebebiyle yaptırılan husûsî bİnAlarda, belirli gün ve saatlerde görülmeye başlandı.
ilk önceleri mahkemelere, Resûlul-lah sallallahü aleyhi ve sellem bizzat kendileri bakıyorlardı. Yeni yerler fethedildikçe oralara vazifeli vAliler gönderdiler. Bu vâliler, aynı zamanda kAdılık da yapıyorlardı. HulefA-i râşidîn zamAnında da böyle devAm etti. Bâzı yerlere vAli-den başka kâdı da tAyin edildi. KAdıların kısas gerektiren kararlan halîfe tarafından tasdiklenmeden îfâ edilemiyordu. KAdılann kararlanna yapılan îtirAzları incelemek için, hazret-i Ömer zamA-nında, hac esnAsında Mekke-i mükerre-mede temyîz mahkemesi kurulurdu. Bu mahkemeye bizzat hazret-i Ömer başkanlık ederdi.
Sonraları normal mahkemelerin bakmaktan Aciz kaldıkları, nüfûzlu şahısların işledikleri suçlar ile halk tarafından idArecilere açılan dAvAlara bakan mezAlim mahkemeleri kuruldu. Bu mahkemelerin başkanları, ehemmiyetinden dolayı, halîfe, vâii, vezir, emîr gibi kimseler olurdu. (Bkz. Mahkeme)
Ahkâm ı Suliâniye (Ebû Ya ‘lû, Mısır 1958); oh. 67
2) Ahkâm ı SııUânive (Mâ verdi, Mısır 1966); ah. 66
3) Medeniyet i hlâmiyye Târihi; cild i. ah. 217
4) El-Hudarâlül talâmiyyr filkarnıl-râhı-ıl’ hicrî (Adam Mez, Kâhin 1967),cıld-l ah, 378
5) hl&m Hukûku (Sava Paşa. Ankara 196n 1966); »h. 10
6) Brdûyt ımaanâyı; cild-7, ah. 9
7) Mebsût; cild16, ah. 60