Akebe biatları Kimler Arasında Yapılmıştır? Mekke’nin kuzeyinde, Mekke ile Medîne arasında bulunan ve Akabe denilen yerde; Peygamber efendimizin Medîneli ilk müslümanlarla yaptığı andlaşma ve sözleşmeler. Bu bî’atlar, Nübüvvetin on birinci yılında, Hazrec kabîlesinden attı kişinin müslüman olmasından sonra; birer yıl arayla, Birinci ve İkinci Akabe bratları olarak gerçekleşti.
Bi’set’in yânı Peygamber olduğunun bildirilmesinin on birinci senesinde Resûlullah efendimiz Kabe’yi ziyarete gelen Medîne halkından bir toplulukla panayırda karşılaştı. Onlara; “Sizler kimlersiniz?” diye sordu. Medîneli ve Hazrec kabîlesinden olduklarını söylediler.
Sevgili Peygamberimiz, Hazredi bu altı kişi ile bir müddet oturup konuştu. Onlara İbrahim sûresinin 35-52. âyet-i kerîmelerini okudu. İslâmiyet’i anlattı. Bu dîni kabul etmeleri için davette bulundu. Hazredi bu kişiler, kendi kabilelerinin büyüklerinden ve Medîne’de yaşayan yahûdîlerden, yakında bir peygamberin geleceğini duymuşlardı. Resûl-i ekrem sallallahü aleyhi vesellem kendilerini dîne çağırınca, birbirlerine baktılar. Bir an durup, düşündüler…
Kâbîle büyüklerinin ve Medîneli yahûdîlerin sözlerini hatırladılar. Sonra aralarında; “Yahudilerin haber verdiği, işte bu Peygamberdir!” diye konuştular. Yahudîlerden evvel îmân etmek istediler. Bu düşünceler içinde olan Hazrecî topluluğu, hemen Resûlullah’ın huzurunda İslâmiyet’i kabûl ettiler ve Kelîmei şehâdet getirerek müslüman oldular.
Hazrec kabilesinden bu altı kişi gerçekten inanmış, Allahü teâlânın Peygamber efendimize tebliğ ettiklerini, Peygamberimizin onlara anlatmaları neticesinde kabul etmişlerdi. Kalbleri islâmiyet’i kabul etmenin ateşiyle yanan bu müslümanlar, Peygamberimize; “Biz kavmimizi, hem birbirlerintfkarşı hem de yahûdîlere karşı, aralarında geçimsizlik ve düşmanlık olduğu hâlde, geride bıraktık. Ümîd edilir ki, Allahü teâlâ, onları sizin sayenizde bir araya toplar. Biz, döner dönmez onlara peygamberliğinizden bahsedip, İslâmiyet’e davet edeceğiz.
Bize anlattıklarınız ve kabul ettiğimiz şeyleri, onlara da arz ve teklif edeceğiz. Allahü teâlâ onları bu din üzerinde toplayıp birleştirirse senden daha aziz ve şerefli kimse olmaz” dediler. Bunun üzerine Resûl-i ekrem efendimiz, onlara; “Siz, Rabbimin elçilik vazifesini, halka anlatıncaya, tebliğ edinceye, yerine getirinceye kadar; beni koruyacak, bana yardımcı olacak mısınız?” diye sordu ve kendileri ile birlikte, Allahü teâlânın emir ve yasaklarını bildirmek için Medine’ye gitmek istediğini söyledi. Onlar; “Sizde, biliyorsunuz yâ Resûlallah! Evs ve Hazrec kabileleri arasında düşmanlık vardır. Allahü teâlânın, onları İslâmiyetle doğru yola çıkarmasını, son derece istiyor ve arzu ediyoruz.
Fakat biz, bu gün birbirlerine karşı kırgın, birbirinden uzaklaşmış bir durumdayız. Dahası, önceki yıl Buas’da birbirimizle çarpıştık. Biz bu durumda iken, bizimle gelirsen, üzerinde birleşme ve toparlanma olmaz! Biz sana görüşümüzü sunuyoruz. Bu yıl bizi serbest bırak.
Biz kavm ve kabilemizin yanına dönelim. Onlara, seni haber verelim. Kendilerini Allahü teâlâya ve O’nun Resûlüne, senin bildirdiğin şeylere davet edelim. Belki Allahü teâlâ aramızı düzeltir, yolumuzu birleştirir. Eğer onlar senin peygamberliğin etrafında söz birliği eder ve sana tâbi olurlarsa, daha çok seviniriz. Yâ Resûlallah! Biz sana, gelecek yıl Hac mevsiminde gelmeye söz veriyoruz” dediler. Peygamber efendimiz de bu tekliflerini kabul etti ve onlara güzel, tatlı sözler söyledi:
Yurtlarına dönmek için Peygamberimizden izin alan bu altı İmanlı kişi, Ukbe bin Âmir, Es’ad bin Zürâre, Avf bin Haris, Râfi bin Mâlik, Kutbe bin Amir ve Câbir bin Abdullah radıyallahü arrhüm idiler.
Birinci Akabe Bî’atı: Müslüman olarak Medine’ye dönen bu altı kişi, İslâmiyet’i yayma konusunda gecikmediler. Kısa bir zaman sonra bu yeni dîne alâka duyanların arasına Evsliler de katıldı. O sırada Mekke’de İslâmiyet ve Muhammed aleyhisselâm konuşuluyordu. İslâmiyet, Hazrec kabilesi arasında yayıldığı gibi, Evs kabilesinden bâzj kimseler de müslüman oldular.
Peygamber efendimizle görüşüp müslüman olan Hazredi altı kişi bir sene sonra tekrar buluşmaya söz vermişlerdi. Aradan bir yıl geçmiş ve Hac mevsimi gelmişti.
O sene, müşrikler, müslümanlara daha önceki yıllardan daha fazla eziyet ettiler. Resûlullah efendimizi tâkib edip, O’nunla konuşan, îmân eden herkese işkence yaptılar. Bu hâli öğrenen Medîneliler, Peygamber efendimizle haberleştiler ve gece buluşmaya karar verdiler. Gece olunca buluştular. İtaat ve bağlılıklarını Peygamberimize arz edip, bütün emir ve isteklerine teslim olacaklarına söz verdiler. Bu sözün ardından da bî’at ettiler. Bu bî’at’a katılanların onu Hazredi, ikisi de Evsli idi.
Bu bî’at, İslâm târihine Birinci Akabe bî’atı olarak geçti. Yapılan bî’at’da; her iki kabileden orada bulunanlar; “Allahü teâlâya ortak koşmayacaklarına, ayıplanmak ve rızık korkusuyla çocuklarını öldürmeyeceklerine, zina yapmayacaklarına, hırsızlık etmeyeceklerine, iftiradan kaçınacaklarına ve daha başka hususlara dâir söz verip, taahhütte bulunuyorlardı. Bî’at eden bu topluluğun reisi Es’ad bin Zürâre (radıyallahü anh) idi. Sevgili Peygamberimiz, bu on iki kişiyi kabilelerine temsilci yaptı. Bunlar, kabilelerine İslâmiyet’i anlatıp, onlar adına Peygamberimize karşı mes’ûl ve kefîl olacaklardı. Es’ad bin Zürâre (radıyallahü anh) da, bütün kabileler ve kabile reislerine, reis tâyin edilmişti.
Bu ilk Akabe bîatında; Mâlik bin Neccâroğullarından Es’ad bin Zürâre, Avf bin Haris, Mu’âz bin Haris, Züreyk bin Amin oğullarından Râfî bin Mâlik, Zekvân bin Abdikays, Ganın bin Avfoğullarından Ubâde bin Sâmit, Gusaynaoğullarından Yezîd bin Sa’lebe, Aclân bin Zeydoğullarından Abbâs bin Ubâde, Haram bin Ka’boğullarından Ukbe bin Amr, Sevâd bin Ganmoğullarından Kutbe bin Amir, Abdüleşhel bin Cüşe’moğullarından Ebü’l-Heysem Mâlik bin Teyyihân ve Amr bin Avfoğullarından Üveym bin Sâide” ismindeki sahâbîler bulunmuştu.
Bu bî’at sözleşmesinden sonra, Medine’ye dönen Es’ad bin Zürâre (radıyallahü anh) ve arkadaşları, kabilelerine gecegündüz İslâmiyet’i anlattılar. Onları hak dîne davet ettiler. Bu gayretli çalışmalar neticesinde İslâmiyet Medine’de sür’atli bir şekilde yayılmaya başladı. İslâmiyet’i kabul etmeleri, birbirlerine düşman olan kabileleri bir araya getirdi.
Hiç şüphesiz bu kabileler, Evs ve Hazrec’di. Kırgınlıklar unutulmuş, herkes İslâmiyet’i daha iyi öğrenme ve anlatma düşüncesine düşmüştü. Bu düşüncelerle gönülleri yanan Evs ve Hazrec kabileleri, İslâmiyet’i iyi öğrenebilmek için Resûlullah efendimizden bir muallim istediler. Resûl-i ekrem sallallahü aleyhi ve sellem de bu istek üzerine, Kur’ân-ı kerîmi ve İslâmiyet’i öğretmek için, Mekke’deki Eshâbından hazret-i Mus’ab bin Umeyr’i hoca olarak Medine’ye gönderdi.
Mus’ab (radıyallahü anh), hazret-i Es’ad’ın misafiri oldu ve onun evinde kaldı. İslâmiyet’in nurlu yolunu, Allahü teâlânın emir ve yasaklarını, dünyâya rahmet olarak gönderilen Peygamberimizin sevgisini anlattı, îmân edip, Allah ve Resûlullah aşkı ile yanan müslümanlardan, Resûlullah efendimizi bütün düşmanlarından koruyacaklarına dâir söz alıp, ikinci bî’atı hazırladı.
Mus’ab bin Umeyr durup dinlenmeden, îmânın verdiği şevk ve heyecanla İslâmiyet’i anlatıyordu. Her geçen gün, İslâmiyet’in nuru Medine’yi sarıyordu. Bunu farkeden; henüz îmân ile şereflenmemiş kabîle reisi olan Sa’d bin Mu’âz, Mus’ab bin Umeyr’in çalışmalarına mâni olmadı. Çünkü Arablar arasında, akrabaya karşı koymak, ona hakaret etmek iyi karşılanmazdı. Bu düşüncede olan Sa’d bin Mu’âz, kabilesinin ileri gelenlerinden Üseyd bin Hudayr’a; “Mahallemize git, gelen şu kişiyi gör ve ne yapacaksan yap. Es’ad benim teyzemin oğlu olmasaydı, bu işi sana havale etmezdim” dedi. Bunun üzerine Üseyd bin Hudayr, mızrağını alıp, hazret-i Mus’ab bin Umeyr’in bulunduğu eve gitti.
Orada olanlara hitaben konuşmaya başladı. Çok hiddetli olduğu hâlinden anlaşılıyordu. Sert bir tavırla; “Buraya niçin geldiniz? İnsanları aldatıp, zayıflarımızın inançlarını mı bozacaksınız? Hayâtınızdan olmak istemiyorsanız, buradan derhâl ayrılınız ve bir daha buraya gelmeyiniz” dedi. Onun bu kızgın hâlini gören Mus’ab bin Umeyr (radıyallahü anh); “Hele bir otur, anlatacaklarımızı dinle! Sözümüzü bitirelim.
Sonra yapacağını yapar, engel olursun…” diyerek, onun bu hiddetli hâline karşılık, güzel ve yumuşak bir tavırla cevap verdi. Üseyd, bu sözler karşısında sakinleşip; “Yerinde ve doğru bir söz söyledin yâ Mus’ab!” dedi ve mızrağını yere saplly arak oturdu.
İslâmiyet’i anlatmanın aşkıyla yanan hazret-i Mus’ab’ın güzel konuşmasını ve okuduğu Kur’ân-ı kerîmi dinleyen Üseyd bin Hudayr, bir an kendinden geçip; “Bu ne güzel şey!” diye söylendi. Sonra da; “Bu dîne girmek için ne yapmak lâzımdır?” demekten kendini alamadı. Anlattılar… Dinledi ve Kelime-i şehâdet getirerek müslüman oldu.
Müslüman olmanın sevincinden yerinde duramayan Üseyd (radıyallahü anh); “Ben gidip size birini göndereyim. Eğer o yanınıza gelip, müslüman olursa; Medine’de onun kavminden İslâmiyet’i kabul etmeyen hiç kimse kalmaz. O, kabilemizin reisi Sa’d bin Mu’âz’dır” dedi. Sözlerini bitirdikten sonra mızrağını alıp, sür’atle oradan ayrıldı. Hızla Sa’d bin Mu’âz ve kavminin yanına gitti. Sa’d bin Mu’âz, onu görünce, etrafındakilere; “Yemin ederim ki, Üseyd buradan gittiği yüzle gelmiyor” dedi. Sonrada; “Neyaptın yâ Üseyd?” diye sordu. Hazret-i Üseyd bin Hudayr, kabilesinin reisi Sa’d bin Mu’âz’ın müslüman olmasını çok arzu ettiğinden; “O şahısla (Mus’âb bin Umeyr ile) konuştum.
Onların bir fenalığını görmedim. Lâkin, çluyduk ki; Benî Hâriseoğulları, Teyze oğlun Es’ad’ın o kimseyi evinde barındırmasından kuşkulanarak, onu öldürmek için harekete geçmişler” dedi. Bu sözler Sa’d bin Mu’âz’ı çok üzdü. Çünkü bir kaç yıl önce yapılan bir savaşta, Benî Hâriseoğullarını yenip, Hayber’e sığınmaya mecbur etmişlerdi. Bir sene sonra da onları affedip, memleketlerine dönmelerine izin vermişlerdi. Bu hâl bilinmekte iken, onların böyle bir davranış içerisinde olmaları ve tavır almaları, Sa’d bin Mu’âz’ı çok kızdırmıştı.
Aslında, böyle bir durum yoktu. Bu küçük bir hîle idi. Üseyd bin Hudayr, bu hileye başvurarak, Sa’d bin Mu’âz’ın teyzesi oğlu ile Es’ad bin Zürâre’ye ve dolayısıyla Muş’ab bin Umeyr’e zarar vermek düşüncesini önlemek istemişti. Bu hareketiyle onların tarafına geçmesine ve müslüman olmasına zemin hazırladı.
Üseyd bin Hudayr’ın (radıyallahü anh) bu sözleri üzerine Sa’d bin Mu’âz kalkıp, hemen hazret-i Es’ad bin Zürâre’nin yanına gitti. Oraya varınca, Es’ad ile Mus’âb bin Umeyr’in (r. arih) hoş bir hâlde sohbet ettiklerini gördü. Yanlarına biraz daha yaklaşıp; “Ey Es’ad! Aramızda akrabalık bağı olmasaydı, sen bunları yapamazdın!…” dedi.
Bu sözleri duyan hazret-i Mus’âb bin Umeyr, bin an düşündü… Üseyd’i (radıyallahü anh) hatırladı. O da böyle kızgın gelmişti ve Kelime-i şehâdet getirerek müslüman olmuştu. Şimdi… Hazret-i Üseyd kendini toparlayarak; “Yâ Sa’d! Biraz otur ve bizi dinle. Sözlerimiz hoşuna giderse ne âlâ, yok eğer beğenmezsen bunu sana teklif etmeyiz. Sen de kalkıp gidersin” dedi. Sa’d bin Mu’âz, bu yumuşak ve tatlı sözler karşısında, tıpkı Üseyd bin Hudayr (radıyallahü anh) gibi sakinleşip, bir kenara oturdu ve onları dinlemeye başladı. Dinledikçe de sâkinleşiyordu. Mus’âb bin Umeyr, önce İslâmiyet’i anlattı. Ardından İslâmiyet’in esaslarını açıkladı. Mus’âb bin Umeyr hazretleri okudukça, anlattıkçai Sa’d bin Mu’âz’ın hâli değişiyor, kendinden geçiyordu.
Kur’ân-ı kerîmin eşsiz belagatı karşısında kalbi yumuşadı ve büyük bir te’sir altında kaldı. Kendini tutamayıp; “Siz bu dîne girmek için ne yapıyorsunuz?” dedi. Mus’ab bin Umeyr (radıyallahü anh) hemen Kelime-i şehâdeti öğretti. O da; “Eşhedü enlâ ilahe illallah ve eşhedü enne Muhammeden abdühû ve Resûlüh” diyerek müslüman oldu. Artık İslâmiyet’le şereflenmekten ve müslüman olmaktan duyduğu sevinçten yerinde duramıyordu. Sa’d bin Mu’âz (radıyallahü anh) hemen eve gidip, öğrendiği gibi gusl abdesti aldı.
Sonra kavminin toplanmasını istedi. Üseyd bin Hudayr’ı yanına alıp, halkın bulunduğu yere vardı. Onlara hitaben bir konuşma yaptı ve dedi ki: “Ey Abdüleşheloğulları! Siz beni nasıl tanırsınız?” Onlar hep bir ağızdan; “Sen bizim reisimiz ve büyüğümüz-sün. Biz sana tâbiyiz ve emirlerine itaat ederiz” diye cevap verdiler. Sa’d bin Mu’âz, kabilesinin bu sözlerine karşılık; “O hâlde beni dinleyin. Hepinize haber veriyorum. Ben müslüman olmakla şereflendim. Sizin de Allahü teâlâya ve O’nun Resûlüne îmân etmenizi istiyorum. Şayet îmân etmezseniz, sizin hiç birinizle konuşup görüşmeyeceğim…” dedi.
Abdüleşheloğulları, reisleri olan Sa’d bin Mu’âz’ın müslüman olması ve kendilerini de İslâm dînine çağırması netîcesinde, hep birlikte müslüman oldular. O gün akşama kadar, Kelime-i şehâdet ve tekbir sedâlarıyla Medîne semâlarını çınlattılar. Bu gelişmelerden kısa bir müddet sonra, bütün Medîne halkı ile birlikte Evs ve Hazrec kabileleri de İslâmiyet’i kabul ettiler. Her yerde ve her evde İslâmiyet’ten bahsediliyordu.
İslâm’ın nuruyla bütün halkın aydınlanmasından sonra, ilk iş olarak Sa’d bin Mu’âz ve Üseyd bin Hudayr (radıyallahü anh), kabîlelerine ait bütün putları kırdılar. Bu husus Peygamber efendimize bildirilince, çok memnun oldular. Mekkeli müslümanlar da sevinç ve neş’e içindeydiler. Bu sebeple o seneye (m. 621) senet-üs-sürûr yâni sevinç yılı denildi.
İkinci Akabe Bî’atı: Bi’set’in 13. senesi olmuştu. Mekkeli müşriklerin müslümanlara zulmü son haddine vararak, dayanılmaz bir hâl almıştı. Mekke’de hâl böyle iken Medîne’de, Es’ad bin Zürâre ile Mus’ab bin Umeyr’in (radıyallahü anhümâ) gayretli çalışmaları sayesinde, Evs ve Hazrecliler; müslümanlara kucak açarak, onları bağırlarına basıp, bu uğurda her türlü fedâkârlığı yapacak hâlin sevinci, içindeydiler. Ve Resûlullah efendimizin de bir an önce Medîne’ye teşriflerini arzuluyor; O’nun uğrunda, mallarını ve canlarını esirgemiyeceklerine dâir söz veriyorlardı.
Sevgili Peygamberimiz, peygamberlik vazifesini tebliğ edeli 13 sene olmuştu. Hac mevsimi gelmişti. Mus’ab bin Umeyr ile beraber, Medîneli 73 erkek ile 2 müslüman kadın Mekke’ye geldiler. Hacdan sonra hepsi birinci bî’at’ta olduğu gibi, peygamberimizle Akabe’de buluştular.
O sırada henüz müslüman olmayan, Resûlullah efendimizin amcası hazret-i Abbâs da orada bulunuyordu. Bîat için gelen bu topululuğa hitaben; “Ey Medîneliler! Bu, kardeşimin oğludur. İnsanlar içinde en çok sevdiğim de O’dur. Eğer, O’nu tasdik edip, Allah’tan getirdiklerine inanıyor ve beraberinizde alıp götürmek istiyorsanız, beni tatmin edecek sağlam bir söz vermeniz lâzım. Bildiğiniz gibi, Muhammed aleyhisselâm bizdendir. Biz O’nu, O’na inanmayan ve düşman olan kimselerden koruduk. O, bizim aramızda izzet ve şerefiyle korunmuş olarak yaşamaktadır.
O, bütün bunlara rağmen, inanmıyan herkesten yüz çevirmiş ve size katılıp, sizinle beraber gitmeğe karar vermiştir. Eğer siz, bütün Arab kabîleleri birleşip üzerinize hücûm ettiğinde, onlara karşı koyabilecek kadar savaş gücüne sahipseniz, bu işe girişiniz. Bu hususu, aranızda iyice görüşüp konuşunuz. Sonradan ayrılığa düşmeyiniz. Verdiğiniz sözde durup, O’nu düşmanlarından koruyabilecek misiniz? Bunu yapabilirseniz ne âlâ. Yok, Mekke’den çıktıkan sonra O’nu yalnız bırakacaksanız, şimdiden vazgeçiniz ki; memleketinde şerefiyle korunmuş olarak yaşasın” dedi.
Medîneli müslümanlar hazret-i Abbâs’ın bu konuşmasına üzüldüler. Böyle bir konuşmayı beklemiyorlardı. Bir şeyler söylemek istiyorlardı. Medîneli sahâbîlerden Es’ad bin Zürâre hazretleri, Peygamber efendimize dönerek; “Yâ Resûlallah! İzin verirseniz bir kaç sözüm vardır. Onu arz edeyim” dedi. Fahr-i Kâinat efendimiz izin verince; Es’ad (radıyallahü anh) “Anam, babam sana feda olsun yâ Resûlallah! Her davetin sert veya yumuşak bir usûlü, yolu vardır.
Şimdi siz, bizi öyle şeye davet ediyorsunuz ki, onu insanların kabul etmesi gayet zordur. Zîrâ insanların eskiden beri tapındıkları putları bırakıp, İslâm’ı kabul etmesi çok güçtür. Buna rağmen biz, İslâmiyet’i bütün kalbimizle kabul ettik. Bir de müşrik insanlarla yakın uzak bütün akrabalık ve komşuluk münâsebetlerimizi kesmeyi emrettiniz.
Bilirsiniz, bunu da kabul etmek çok zordur. Biz, îmân etmenin îcâbı olarak, ihlâş ile onu da kabul ettik. Amcalarının bile düşmanlık edip, muhafaza etmediği zâtınıza gönlümüzü açıp, bu şerefli vazifeyi üzerimize vâcib ve vazife bildik. Bu sözlerimizde hepimiz mutabıkız. Dilimizle ne söylüyorsak, kalbimizle onu tasdik ediyoruz. Kendi çoluk-çocuğumuzu, canımızı, malımızı nasıl müdâfaa ve muhafaza ediyorsak, o mübarek vücûdunuzu da, kanımızın son damlasına kadar koruyacağımıza yemîn ediyoruz.
Bu ahdimizi bozarsak, Allahü teâlâya ve size verdiğimiz sözde durmayıp, münafıklar zümresine mi dâhil olalım.! Yâ Resûlallah! Biz bu sözümüzde sâdıkız. Allahü teâlâ muvaffak eylesin” dedi. Es’ad (radıyallahü anh) konuşmasına; “Yâ Resûlallah! Bizden kendiniz için her türlü te’minât isteyip şart koşabilirsiniz” diye devam etti. Peygamber efendimiz onlara İslâmiyet’i anlattı ve Allahü teâlâya ibâdet etmeniz ve hiç bir şeyi O’na ortak koşmamanız; kendim ve Eshâbım için olan şartım, bizi barındırmanız, bana ve Eshâbıma yardımcı olmanız, kendinizi savunduğunuz, koruduğunuz şeylerden bizleri de korumanızdır.”
Bu konuşmalar üzerine Berâ bin Ma’rûr; “Seni hak din ve kitap ile peygamber gönderen Allahü teâlâya and olsun ki; çoluk-çocuğumuzu koruyup, savunduğumuz gibi, seni de koruyacağız! Biz ahde vefa ve sadâkat göstermek, önünde, canlarımızı feda etmek arzusundayız. Bizimle bî’atlaş yâ Resûlallah” dedi.
Sonra, Medîneli müslümanlardan Abbâs bin Ubâde (radıyallahü anh), Peygamber efendimize yapılacak bî’at andlaşmasını pekiştirmek için arkadaşlarını; “Ey Hazrecliler! Muhammed aleyhisselâmı niçin kabul ettiğinizi biliyor musunuz?” dedi. Onlar da; “Evet” cevâbını verdiler. Bunun üzerine; “Siz O’nu, hem sulh, hem de savaş zamanları için kabul’edip, O’na tâbi oluyorsunuz. Eğer mallarınıza bir zarar gelince, akraba ve yakınlarınız helak olunca, Peygamberimizi yalnız ve yardımsız bırakacaksanız, bunu hemen yapınız. Vallahi, eğer böyle bir şey yaparsanız, dünyâda ve âhırette helak olursunuz!
Şayet davet ettiği şeyde, mallarınızın gittiğini ve yakın akrabalarınızın öldürüldüğünü bilmenize rağmen, O’na vefa etmeyi aklınız kesiyorsa, kabul ediniz. Vallahi, bu dünyâmız ve âhıretimiz için hayırlıdır” deyince, orada bulunanlar hep bir ağızdan; “Biz Peygamberimizden, mallarımız ziyan olsa da, yakınlarımız öldürülse de vazgeçmeyiz. O’ndan hiç bir zaman ayrılmayız. Bu yolda ölmek var, dönmek yok!” dediler. Sonra da sevgili Peygamberimize dönerek; “Yâ Resûlallah! Biz bu ahdimizi yerine getirirsek, bize ne vardır?” diye suâl ettiler. Peygamber efendimiz o zaman; “Allahü teâlânın razı olması ve Cennet var!” buyurdular.
Orada bulunan her kavmin temsilcileri, kavimleri adına söz verdiler. İlk önce hazret-i Es’ad bin Zürâre; “Ben, Allahü teâlâya ve O’nun Resûlüne verdiğim sözü yerine getirmek, canımla ve malımla O’na yardım hususundaki vadimi gerçekleştirmek üzere bî’at ediyorum” diyerek, Peygamberimizle müsafeha etti. Arkasından her biri, bî’atı bu şekilde tamamlayıp; “Allahü teâlânın ve Resûlünün davetini dinleyip, boyun eğerek kabul ettik” diyerek, sevinçlerini ve teslimiyetlerini arz ettiler. Böylece, Resûlullah’ın uğrunda canlarını ve mallarını büyük bir teslimiyetle ve bağlılıkla ortaya koydular. Burada kadınlar ile yapılan bî’at sâdece söz ile yapılmıştı.
Peygamber efendimiz sallallahü aleyhi ve sellem; “Allahü teâlâya hiç bir şeyi ortak koşmamak, iftira, hırsızlık ve zina etmemek, çocuklarını öldürmemek, yalan söylememek, hayırlı işlere muhalefette bulunmamak…” hususlarında onlardan söz aldılar.
Medînelilerin, Peygamber efendimize bî’at ettiği sırada, Akabe tepesinden bir ses; “Ey Minâ’da toplanıp, konaklayanlar! Peygamber ile Medîneli müslümanlar sizlerle savaşmak üzere anlaştılar” diye bağırdı. Resûlullah efendimiz, bî’at edenlere hitaben; “Bu, Akabe’nin şeytanıdır” dedikten sonra, seslenene de; “Ey Allahü teâlânın düşmanı! Senin de hakkından gelirim” buyurdular. Sonra bî’at eden Medînelilere; “Siz hemen konak yerinize dönün” buyurdu. Bunun üzerine Abbâs bin Ubâde; “Yâ Resûlallah! Yemîn ederim ki, istediğin takdirde, en kısa zamanda, hattâ yarın sabah, Minâ’da bulunan kâfirlerin üzerine yürür, onların hepsini kılıçtan geçiririz” sözlerine, Peygamber efendimiz memnun oldular, fakat; “Bize henüz bu şekilde hareket etmemiz emrolunmadı. Şimdilik yerlerinize dönünüz” buyurdular.
İmâm-ı Nesâî’nin, Abdullah İbni Abbâs’dan rivayetine göre; Akabe bî’atına, iştirak eden Medîneli müslümanlar (Ensâr), Resûlullah’ın yanına gelmekle muhacirlerden olmuşlardır.
1) Sîret-i İbn-i Hişam; cild-2, sh. 71
2) Tarih-ül-ümem vel-mülûk; cild-2, sh. 234
3) Tabakat-ı İbni Sa’d; cild-1 sh. 219
4) Delâil-ün-nübüvve(Beyheki); cild-2, sh. 174
5) Müsned-i Ahmed bin Hanbel, cild-3. sh. 162
6) El Kâmil fit târih; cild-2, sh. 99
7) Târih-i İbn-i Haldun; cild-2, sh. 13’
8) El Bidâye ven-nihâye; cild-1, sh. 161
9) Mecma’üz-zevâid; cild-6, sh. 45
10) Ensâb-ül-eşrâf:cild-1, sh. 253
11) Medâric-ün-nübüvve; cild-2, sh. 73
12) Dürr-ül-mensûr; cild-3, sh. 280
13) İrşâd-us-sârî; cild-5. sh. 37
14) Tefsîr-i Kebîr; cild-16, sh. 199
15) Tefsir-i Kurtubî; cild-8, sh. 267.
16) İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; cild-1 sh. 176
17) Peygamberler Târihi Ansiklopedisi; cild-6 sh. 37-42