Sâime hayvanların ve toprak mahsûllerinin zekâtlarını toplayan sâî ile, şehir dışında durup rastladığı tüccardan ticâret malı zekâtını toplayan âşir. Lügatte, bir işi yapan, işleyen, bir işle mükellef olan kimse manasınadır.
Kur’ân-ı kerîmde; cem’ yâni çoğul olarak, zekât toplayan tahsildar mânâsında geçmektedir. Tevbe sûresi altmışıncı âyet-i kerîmesinde meâlen; “Sadakalar (zekâtlar), Allahü teâlâdan bir farz olarak, ancak; fakirlere, miskinlere, (zekât toplayan) âmillere, kalbleri müslümanlığa ısındırılmak istenilenlere, (efendisinden kendisini satın alıp, borcunu ödeyince âzâd olacak mükâtep) kölelere, borçlulara, cihâd ve hac yolunda olup, muhtaç kalanlara, (kendi memleketinde zengin ise de, bulunduğu yerde yanında mal kalmamış ve çok alacağı varsa da, alamayıp muhtaç düşen) yolda kalmışlara mahsûstur. Allahü teâlâ alimdir, hakimdir” buyrulmaktadır.
Resûlullah efendimiz, hem Allahü teâlânın emir ve yasaklarını yâni İslâm dînini bizzat tatbik ederek insanlara öğretiyorlar, hem de dünyevî işlerin idaresini uhdelerinde bulunduruyorlardı. Müslümanlar arasında çıkan dâvaları hâllediyor, onlardan zekâtlarını topluyorlardı. Resûlullah efendimiz, Medîne-i münevvereye hicret ettikten sonra, İslâm Devleti teşekkül etti.
Resûlullah efendimiz çeşitli kabile ve bölgelere âmiller tâyin etti. Hicaz ve Yemen mıntıkasında bulunan büyük şehir ve kabîlelere gönderdiği bu âmiller, müslümanlara namazda imamlık yapıyor, zekâtlarını topluyor, dâvalarını hâllediyor, İslâmiyet’i öğretiyor ve valilik de yapıyorlardı.
Resûl aleyhisselâm; Hâlid bin Sa’îd’i, San’a’ya; Ziyâd bin Esed’i, Hadramût’a; Ebû Mûse’l-Eş’arî’yi, Aden’e; Ebû Süfyân bin Harbî’yi, Necrân’a; Muâviye’nin (r. anh) büyük kardeşi Yezîd’i, Teymâ’ya; Attâb bin Useyd’i, Mekke’ye ve Amr bin Âs’ı, Amman’a âmil olarak göndermişti. Bu âmillerin bir kısmı tefvîzî, bir kısmı da tenfîzî salâhiyetlere sâhib idi. Medîne’de bulunan âmiller, umumiyetle gelen zekâtların kayıtlarını tutar, muhafazası ve dağıtılmasına yardımcı olurlardı.
Resûlullah efendimizin sağlığında hiç bir Hâşimî, âmil olarak tâyin edilmedi.
Resûlullah efendimiz, Attâb bin Useyd’i Mekke’ye âmil yaptığında, günlük bir dirhem yevmiye tâyin etmişti. Bu, âmiller ve valiler için konulan ilk ücrettir.
Ebû Bekr (radıyallahü anh) halîfe olunca, Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellemin tâyin ettiği âmilleri yerlerinde bıraktı. Arabistan yarımadasını birkaç bölgeye ayırdı. Bunlar; Mekke-i mükerreme, Medîne-i münevvere, Tâif, San’a, Hadramût, Havlan, Zebîd, Yemen’de bir yer olan Rimâ, Cendel, Necrân, Cureş ve Bahreyn’dir.
Hazret-i Ömer’in halifeliği zamanında, İslâm Devleti’nin sınırları bir hayli genişledi. İdare kolaylığı sağlamak ve gelirleri iyi murakabe etmek için, memleket büyük idarî bölgelere ayrıldı. İslâm Devleti’ne yeni katılan bölgeler; Ahvâz, Bahreyn, Sicistân, Mukrân, Kirman, Taberistân ve Horasan’dı. İran üç; Irak, Küfe ve Basra olmak üzere iki; Şam ise, Humus ve Dımeşk olmak üzere iki vilâyete ayrıldı.
Filistin müstakil bir idarî bölge sayıldı. Kuzey Afrika, Yukarı Mısır, Aşağı Mısır, Batı Mısır ve Libya sahrası üç vilâyete taksim edildi. Bu bölgelere âmiller tâyin edildi. Bunlar, halîfe nâmına buraları idare ettiler. Zekâtları, haraç ve cizyeleri topladılar. Ordulara kumanda ettiler. Bu devirde, vilâyetlerde âmil adı altında şu me’mûrlar bulunurdu. 1-Vali, 2-Kâtip, 3-Dîvân kâtibi, 4-Haraç me’mûru, 5-Zabıta me’mûru, 6-Beytul-mâl me’mûru, 7-Kadı yâni hâkim.
Ömer (radıyallahü anh) birisini âmil tâyin edeceği zaman, onun için bir ahidnâme yazar, Muhacir ve Ensâr’dan bir cemâate onun hakkında şâhidlik yaptırırdı. Cins ve değerli ata binmeyeceği, hâlis undan yapılmış ekmek yemiyeceği, süslü elbise giymeyeceği ve ihtiyaçlarını bildirmek için kendisine gelen insanlara mâni olmayacağına dâir, ondan te’mînât alırdı. Âmilleri vazifeye başlatmadan önce mal beyânına tâbi tutar, bunları kaydettirirdi. İşin sonunda âmilin serveti ile beyânını karşılaştırır, uygun olmayan bir fazlalık varsa, mahkeme yoluyla müsadere ettirirdi.
Hazret-i Ömer, gerek hac zamanı ve gerekse diğer vakitlerde muhtelif yerlerden yanına gelen kimselere, âmillerin kendilerine karşı muamelelerini sorar, onlardan bu hususda malûmat alırdı. Esved bin Yezîd’den şöyle nakledilmiştir: Hey’etler hazret-i Ömer’in huzuruna çıkınca, onlardan idarecilerinin durumlarını sorar, onlar da iyi olduğunu söylerlerdi. Ömer (r. anh); “O sizin hastalarınızı, kölelerinizi ziyaret ediyor mu? Zayıflara karşı nasıl muamele ediyor? Onların kapısına gider, yardım eder mi?” diye sorardı. Eğer bu sorduklarından birisine hey’etler; “Hayır” cevâbını verirlerse, derhal o beldenin âmilini azlederdi. Vâki olan şikâyetleri incelemek için Muhammed bin Mesleme’yi görevlendirirdi.
Hazret-i Ömer, bir gün cemâate şöyle hitâb etti: “Ey mü’minler! Allahü teâlâya yemîn ederim ki, bu me’mûrları sâdece vergilerinizi toplamaları için göndermiyorum. Onları size; dîninizi öğretmeleri, rehberlik etmeleri için gönderiyorum. Allahü teâlâ şâhid, kime bunun hâricinde muamele yapılırsa, bana haber versin.
Onun hakkını alıp, gerekeni yaparım. Nefsim yed-i kudretinde olan Allahü teâlâya yemîn ederim ki, bir âmil halktan birisini dövse, ondan dövdüğü kimsenin hakkını alırım. Dövmeyiniz! Çünkü Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellemin, üzerinde hakkı bulunan kimselerin haklarını almaları için, kendisini kısasa teslim ettiğini görmüşümdür. Sakın müslümanları dövmeyiniz. Yoksa onları zelîl etmiş, aşağılamış tve onlara hakaret etmiş olursunuz. Askeri, cephede uzun zaman ailelerinden uzak tutmayın. Haklarını vermemezlik etmeyin. Sonra onları isyana sevkedersiniz.”
Hazret-i Ömer’den sonra halîfe olan hazret-i Osman da, âmillerine şöyle yazdı: “Allahü teâlâ imamlara (devlet reislerine) tebeasmın (halkının), hak ve hukûnu gözetmesini emretmiştir. Yoksa onlara vergi me’mûru olmalarını emretmemiştir. Bu ümmetin reisleri, başkanları; halkın hukukunu gözetmek için yaratılmışlardır, vergi me’mûrları olarak değil. İmamlarınız (idarecileriniz) hak ve hukuk gözetenler değil, sâdece vergi toplayan kimseler olurlarsa; haya, emânete riâyet, vefa (sözünde durma) gibi güzel hasletler ortadan kalkar.”
Bir kimse âmil tâyin edilirken kendisinde şu şartlar aranırdı:
1-Hür ve müslüman olmak: Çünkü dînî işlere de bakmaktadır. Zımmî ve köle âmil olamaz. Bir âmil, âmilliği ne kadar iyi bilse de yahûdî, hıristiyan, zerdüşt ve bozuk îtikâdlı birisi ise, müslümanlara, hesap bahanesiyle meşakkat ve sıkıntı verirler, onları küçümserler. Bu sebeple, hazret-i Ömer, Sa’d bin Ebî Vakkas’ın (radıyallahü anh), pek mahir bir âmil olduğunu söylemesine rağmen bir yahûdiyi âmillikten azlettirmiştir.
2-Emânet: Kendisine emânet edilen hususlarda kötülüğe sapmamak.
3-Doğru sözlü olmak: Yaptığı işlerde ve verdiği haberlerde, sözüne îtimâd edilir olmak.
4-Tamahkâr olmamak: Âmil öyle olmalı ki, rüşvet alarak îtibârmı düşürmemelidir.
5-İnsanlarla arasında düşmanlık, kin olmamak: Düşmanlık, merhamet ve insafa mâni olur.
6-Kuvvetli hafızaya sâhib olmak: Halîfeye verdiği bilgileri ve ondan aldığı emirleri hatırlayabilmeli, unutmamalıdır.
7-Zekâ ve anlayış sahibi olmak: Böylece, vazifelerini birbirine karıştırmamalıdır.
8-Hevâ ehli olmamak: Çünkü hevâ onu yanlış yollara sürükler.
9-Hâşimî olmamak: Ancak bâzı âlimler zekât parasından almamak şartıyla Hâşimîlerin de âmil olabileceklerini bildirmişlerdir.
Resûlullah efendimiz ve hulefâ-i râşidîn devrinde, âmil, şehirleri idare eden, zekâtları toplayan, dâvaları halledenlere denirdi. Emevîler devrinde ise, âmil, daha ziyâde zekât tahsildarlarına denildi. Şehirleri idare edenlere de vali veya emîr denildi (Bkz. Vali). Küçük şehir valilerine yine âmil denilmeye devam edildi.
İlk önce Abbasî halîfeleri devrinde kullanılmaya başlayan Emîr-ul-umerâ ünvanı ile emîr ve âmil ünvanları arasında herhangi bir irtibat yoktur.
Abbasîlerden sonra gelen Türk-İslâm devletlerinde de âmil ünvanı yine farklı mânâlarda kullanılmıştır. Bu ünvana Sâmânîlerde rastlanmış, Horasan’da büyük emirler, kendilerine ait vergileri toplayan me’mûrlarına, âmil ismini vermişlerdir. Gaznelilerde ise, hem umûmî mânâsı ile me’mûr, hem de mâliye me’mûru olarak kullanılmıştır.
Selçuklularda, me’mûr, mâliye me’mûru ve valiler için âmil kelimesinin kullanıldığı görülmektedir. Harezmşahlarda da âmil ünvanı mevcûd idi. Âmil kelimesi, yukardaki mânâlarda, Hindistan Türk devletlerinde de görülmektedir.
Memlûklerde hesap işlerine bakan küçük me’mûr, İlhânîler, Celâyirler ve Tîmûrlularda daha çok mâliye me’mûru mânâsında kullanılmıştır. Bu kelime, on beşinci asırda Kırımlılarda da mâliye me’mûru mânâsında kullanılmıştır.
Doğu İslâm memleketlerinde olduğu gibi, batıdaki Kuzey Afrika ve Endülüs’de de âmil ünvanı kullanılmıştır.
1) El-Ahkâm-us-sultâniyye
2) Kitâb-ül-haraç
3) Kitâb-ül-emvâl
4) Redd-ül-muhtar
5) El-Mebsût
6) El-Fârûk: cild-2, sh. 49
7) Tebyin-ül-hakâyık
8) El-Bahr-ur-raik
9) El-Hâdârat-ül-İslamiyye
10) Medeniyet-i İslâmiyye Târihi
11) Bedâyi-us-Sanâyi; cild-2,sh. 4
12) Tefsîr-i Kurtubî; cild-8. sh. 170
13) Ahkam-ül-Kur’ân; cild-3. sh. 123