Nuh aleyhisselâmın en büyük oğlu Sam’ın neslinden gelen yâni Sâmî ırka mensûb büyük bir kavim. Arab, lügatte güzel demektir. Coğrafya terimi olarak; Arabistan yarımadasında doğup büyüyen, oranın iklimi, havası, suyu ve gıdası ile yetişen ve onların kanından olan kimselere verilen addır. Arablar, beyaz ve buğday benizli olur. Şehirde oturanlarına Arab, sahrada oturup hayvancılık ve göçebelikle geçinenlerine ise a’râbî veya bedevî denilmektedir.
Arablar târihte; Hicaz, Yemen, Mısır, Kuzey Afrika, Irak, Suriye ve Filistin bölgelerinde yaşamış, bir çok devletler ve medeniyetler kurmuşlardır. Kendilerine, îmâna ve hak yola davet etmek için Allahü teâlâ tarafından bir çok peygamberler gönderilmiştir.
Nuh aleyhisselâmın oğlu Şam’ın neslinden olan Arablar; Arab-ı bâide, Arab-ı âribe, Arab-ı muşta’ribe ve Arab-ı müsta’cime olmak üzere dört kısma ayrılırlar.
1-Arab-ı bâide: Nuh aleyhisselâmdan sonra Arabistan yarımadasında yerleşen, geçmiş peygamberlerin zamanlarında kendileri ve nesilleri orta dan kalkmış olan Arablardır. Ad, Semûd ve Amâlika kavimleri bunlardandır.
Ad kavmi, inadçı, sapık bir kavim olup, Ad bin Avad bin Erın bin Sam bin Nuh aleyhisselâm, yahut, Ad bin Erın bin Salih bin Erfahşed bin Nuh neslinden idiler.
Bâbil’den yâni Mezopotamya’dan gidip, Yemen’le Umman arasındaki Hadramût’a gelerek, Ahkâf adındaki vilâyete yerleştiler. Hepsi putperest olup, uzun ömürlü idiler. İri cüsseli ve kuvvetli bir yapıya sâhib olan Ad kavmi, iki fırka idi. Bunlardan birisi Hûd aleyhisselâmın kavmi olup, rüzgârla helak oldular. Ad kavmi mimarlıkta ileri gitmişlerdi. Su bendleri ve dillerden düşmeyen İrem bağları bunların eseridir.
Semûd kavmi de habîs, inadçı, sapık idi. Semûd bin Âbir bin Erm bin Sam bin Nuh aleyhisselâmın neslinden olup, Ad kavmi ile akraba idiler. Mekke ile Şam arasında bulunan Hicr adlı taşlı ve kumlu bir yeri yurd edinmişlerdi. Bunlar da kâfir ve putperest idiler.
Salih aleyhisselâm bunları îmâna davet için peygamber olarak gönderildi. Fakat davetini kabul etmediler. İnatlarında ısrar ettiler. Bir müddet sonra, inanan dört bin kişi hâriç diğerleri, Cebrail aleyhisselâmın sayhası ile helak oldular. Salih aleyhisselâma inananların neslinden gelenler de, ondan çok zaman sonra azıtıp sapıttılar. Daha sonra kendilerine gönderilen peygamberlerin davetini kabul etmedikleri için hepsi helak oldular.
Tasm ve Cedis kabîleleri: Hicaz ile Yemen arasında bulunan Yemâme’de yaşarlardı, önceki Arablardan iki kardeş çocukları idiler. Pâdişâhları Amelik, Tasm kabîlesindendi ve Cedis kabilesine zulm ederdi. Cedis kabîlesi, Tasm kabîlesinden kalabalık idi.
Toplanıp, pâdişâhları Amelik’i ve Tasm kabîlesinden seksen bin kişiyi öldürdüler. Bunları da, Yemen hükümdarı Tübbe ortadan kaldırdı. Bu şekilde Tasm ve Cedîs kabîlelerinden eser kalmadı. Putperest olan Tasm ve Cedis kabilelerinin putlarının adı küsra idi.
Amâlika kabîlesi: Nuh aleyhisselâmın oğullarından Şam’ın neslinden olan Arnelik’in oğullarıdır. Mezopotamya’dan Yemen’e ve daha sonra bir fırkası Mekke’ye gelip orada bulunan kabileleri yenip yerleştiler. Ad kavmi ile aynı asırda yaşadılar.
İsmail aleyhisselâm, Yemen’deki Amâlika ile Cürhüm kabilesine peygamber olmuştu. İbrahim aleyhisselâmdan sonra Kâbe-i muazzamayı Amâlika, sonra Cürhüm kabilesi bina etmişti.
Amâlika’dan bir fırka ise Mısır’la Kudüs arasında yerleşti ve deniz kenarında bir çok şehirler kurdu. Yûşâ aleyhisselâmın savaştığı zâlim ve cebbar kavim Amâlikalılar olup, îmânsız idiler.
Şuayb aleyhisselâmın peygamber olarak gönderildiği Medyen ahâlisi ve Eshâb-ı Eyke ve burada zikr edilmeyen bir çok kabileler de Bâide Arablarındandır.
2-Arab-ı âribe: Bâide Arablarından sonra Yemen’de yerleşen Kahtân evlâdlarına Arab-ı âribe denir. İsmail aleyhisselâmın Kahtanoğulları neslinden olan Cürhümlülerden kız alıp, bütün evlâdı, ana tarafından Kahtân neslinden olduğu için, bâzı tarihçiler, bütün Arablar Kahtân neslindendir demişlerdir. Aslında Arab-ı bâide denilen birinci kısım Arablardan başka, bütün Arab kabileleri iki kısım olup, birinci kısım Kahtân’ın, ikinci kısım ise İsmail aleyhisselâmın neslidirler. Kahtân’ın neslinden gelen kabileler şunlardır.
Seba’ kabilesi: Yemen’de yaşayıp, Yemen meliklerinden Seba’ bin Yeşceb bin Ya’reb bin Kahtân bin Âbir bin Salih bin Erfahşed bin Sam bin Nuh aleyhisselâm neslidir. Seba’ın beş veya on oğlu vardı. Bu oğullarından bir çok kabileler ortaya çıkmış devletler kurmuşlardır. Bunlardan bâzıları;
Himyer kabilesi: Çok sayıda kabilelerden meydâna gelmiş olup, Yemen’de Himyerîler Devleti’ni kurmuşlardır. Kudâ’a, Ezd ve Huza’a kabileleri Himyerîlerin en büyük kabileleridir. Himyer Devleti çökünce, önce Habeşliler, sonra Himyerîlerin bir kısmı Medine, bir kısmı da Şam ve Irak taraflarına gitti.
Evs ve Hazrec kabileleri: İki kardeş çocukları olan Evs ve Hazrec kabileleri, Medîne-i münevvereye gelip yerleştiler. Eshâb-ı kiramdan olan Ensâr hep bu iki kabiledendirler. Seb’alılardan olup, Şam taraflarına giden Gassân taifesi orada yerleşip Gassânîler Devleti’ni kurdular ve hıristiyan oldular. Irak taraflarına giden Lahm kabilesi ise Küfe yakınındaki Hire şehrine yerleşip Hire Devleti’ni kurdular.
Cömertlikte ve el açıklığında meşhûr olan Hâtem-i Tâî’nin mensûb olduğu Tay kabilesi ve Sahâbe-i kiramın ileri gelenlerinden Ebû Mûsâ el-Eş’arî’nin mensûb olduğu Eş’arûn kabilesi de Seb’alılardandır. Bir kısmı Yemen dışına giden Himyerîlerin Yemen’de kalanları ise Mezhâc, Himdân, Benî Murâd, Benî Amile gibi birçok kabileler de Seb’alılardan olup, Arab-ı âribedendirler.
3-Arab-ı müsta’ribe: İsmail aleyhisselâmın on iki evlâdının Arab-ı âribe ile karışmasından meydana gelen Arab kabilelerine Arab-ı müsta’ribe denir. Kahtân’ın oğullarından Cürhüm’ün oğulları Hicaz’a gelerek yerleştiler ve bir hükümet kurdular.
İsmail aleyhisselâm, Cürhümlülerle tanışıp onların reisi Müdâd’ın kızı ile, daha sonra Râle binti Amr ile evlendi. Kahtân’ın kardeşi olan Fâlig’in (Fâlic) sülâlesinden Târûh’un oğlu olan İbrahim aleyhissâlamın nesli ile Kahtân’ın neslinin birleşmesinden Müsta’ribe Arablar meydana geldi. İsmail aleyhisselâmın on iki oğlu dünyâya geldi.
Her birisi bir kabilenin atası oldu. İsmail aleyhisselâmın oğullarından Kayzâr en meşhûru olup, Peygamber efendimiz sallallahü aleyhi ve sellemin büyük atasıdır. Bu kabile sürülerinin çokluğu ve koyunlarından alınan yapağıların kalitesi ile şöhret bulmuştur. Peygamber efendimizin yirminci dedesi olan Adnan, Kayzâr’ın neslindendir.
Peygamber efendimizin Adnan’a kadar olan dedelerinin isimleri ve sayısı kesin olarak bilinmektedir. Yirminci dedesi Adnan ile Kayzâr arasındaki dedelerinin isimleri ve sayıları hakkında muhtelif rivayetler vardır. Ancak, Kayzâr’ın, dolayısiyle İsmail aleyhisselâmın neslinden olduğu kesindir.
Sevgili Peygamberimizin yirminci dedesi ve İsmail aleyhisselâmın neslinden olan Adnan’ın soyundan gelen kabileler, Mezopotamya’ya ve Hire taraflarına yayılmıştı. Âsurlular tarafından zulm ve işkence yapıldığı için Mezopotamya’dan ayrılan Adnan’ın oğlu Meâd, Harran tarafına gitti.
Daha sonra İsrâiloğullarının peygamberleri ile hac için Mekke’ye gidip kavmi arasında kaldı. Cürhüm kabilesinden Hârise’nin kızı Muân ile evlenerek, Nizâr ismindeki oğlu dünyâya geldi. Nizâry zamanının en güzeli ve en akıllısıydı. Nizâr’m; Mudâr, Enmar, Iyâd veflebîa adlı dört oğlu olup, bunlardan Mudâr ve Rebîaoğulları kabileleri meşhûr oldu. Mudâr, Resûl-i ekrem efendimizin büyük atasıdır. Böylece Adnânoğulları, Rebîa ve Mudâroğulları olarak devam etmiştir.
Rebîaoğulları kabilesi: Bu kabileden meydana gelen bir çok büyük kabîle, Irak taraflarında yerleştiler. Bunların en önemlisi Benî Bekrbin Vâil kabilesi olup, Musul taraflarında oturduklarından o Memleketlere Diyâr-ı Bekr denilmiştir. Benî Hanîfe, Benî Zehl, Benî Esed, Benî Kâhil, Benî Sâleb ve Benî Abdilkays taifeleri de Rebîaoğulları kabîlelerinin meşhûrlarıdır.
Mudâroğulları kabilesi: Mekke, Medîne ve Hicaz bölgesinde yerleşmiş olan Arablar bu kabîledendir. Çoğu Mekke’de otururdu. Arabın en fasîhleri olduklarından, bütün Arab kabîlelerinin en şereflisi ve büyüğü sayılırlardı. Fesâhatta, cömerdlikte ve her hâlde diğer kabilelerden önde idiler. Ayrıca Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem Mudâr neslinden olduğu için, Mudâr kabilesi muhakkak dünyânın en iyi, en şerefli kabîlesidir.
Mudâr kabilesinden bir çok kabîle meydana geldi. Mudâroğullarının en meşhûr kabilesi Benî Kays Gaylân kabilesi idi. Peygamber efendimizin büyük atası, İlyâs bin Mudâr evlâdındandır. Bu kabileden de Benî Hilâl, Benî Bâhile, Gatafân, Benî Abs, Benî Fezâre, Benî Zibyân, Benî Selîm, Hevâzin kabileleri meydana geldi. Hevâzin kabilesi, Benî Kays’ın en büyük kabilelerinden olup, Resûlullah efendimizin süt annesi Halime Hâtun’un mensûb olduğu Sa’d bin Bekr kabilesi bu kabileden idi.
Çeşm bin Benî Bekr, Sakıf, Nasr bin Muâviye, Ed bin Tanca bin İlyas bin Mudâr kabileleri de Hevâzin kabilesinden meydana gelmiştir.
Ed bin Tanca kabilesinden de en meşhûrları; Benî Temim ve Benî Hanzala bin Mâlik olmak üzere ondan fazla kabîle meydana geldi.
Benî Huzeyl kabilesi de; Müdrike bin İlyâs bin Mudâr’ın oğlu olan Huzeyl’in neslinden gelen kabiledir. Bu kabileden de Benî Sa’d adında bir kabile hâsıl oldu.
Benî Esed bin Huzeyme bin Müdrike ve Benî Kinâne bin Huzeyme bin Müdrike kabilelerinden de bir çok kabileler ortaya çıktı. Bu kabilelerin hepsine Kinânî denirdi. Meşhûrları; Benî Medlec, Benî Gıfâr, Benî Melkân ve Dâyil tâifeleriyle, Peygamber efendimizin neslinden gelmiş olduğu Nadr bin Kinâne kabilesi idi. İslâm âlimlerinin bir kısmının bildirdiklerine göre, Nadr’ın lakabı Kureyş olduğundan, bunun neslinden olan bütün kabîle ve taifelere Kureyş, Kureyşî ve Küresi denilirdi.
Peygamber efendimizin on birinci babası olan Fihr’in lakabının Kureyş olduğunu bildiren âlimler de vardır. Kureyş kabilesi Mekke’de yerleşmekle ayrıca şeref kazandı. Kabîle reisleri mühim işlerde anlaşmak için Mekke’de Dâr-ün-Nedve denilen yerde toplanıp meşveret ederlerdi. Kureyş Kabilesi de, Hâşimî, Emevî, Nevfel, Abdüddâr, Esed, Teym, Mahzum, Adiy, Cumah ve Sehm adında on kola ayrılmıştı.
Peygamber efendimizin ikinci dedesi Hâşim, Kureyş kavminin ulularındandı. Asıl adı Amr olup, yüce bir zât olduğundan Amr’ül-Aliy diye bilinirdi. Mekke’de kıtlık zamanında fakirlere ekmek doğrayıp dağıttığından dolayı, kendisine Hâşim lakabı verildi. Hâşim’in, Abdülmuttalib (Şeybe) isimli bir oğlu ve Fâtıma isimli bir kızı olup, bunlardan başka, Kalan ve Esed isminde iki oğlu daha vardı.
Resûlullah efendimizin dedesi olan Abdülmuttalib’in asıl adı Şeybe olup, Kureyşliler onu ulu bir kimse bilirler, kıtlık ve kuraklık zamanlarında onun hürmetine cenâb-ı Hakk’a yağmur yağdırması için dua ederlerdi. Allahü teâlâ da onun hürmetine yağmur ve bereket ihsan ederdi.
Peygamber efendimiz sallallahü aleyhi ve sellemin dedesi Abdülmuttalib’in on bir erkek ve altı da kız evlâdı vardı. Erkekleri; Abbâs, Dırâr, Hamza, Mukavvim, Abdullah, Ebû Tâlib, Zübeyr, Haris, Ebû Leheb, Kuşem, Hacl. Kızları ise; Safiyye, Ümmü Hakim Beyzâ, Âtike, Ümeyme, Ervâ ve Berre idi. Sevgili Peygamberimizin babası Abdullah, Abdülmuttalib’in oğulları içinde en cemâl sahibi olanı ve iffetlisiydi.
Bunun için Abdülmuttalib onu bütün çocuklarından çok severdi. Onu Zühreoğulları kabilesi reisi Vehb’in kızı Âmine Hâtûn ile evlendirdi. Peygamber efendimiz henüz ana rahminde iken babası vefat etti. Onun vefatından iki ay kadar sonra iki cihanın serveri olan Muhammed aleyhisselâm dünyâyı teşrif ettiler. Peygamber efendimizin nesli de kızı Fâtıma’nın oğulları Hasen ve Hüseyn’den (radıyallahü anhüm) çoğalarak bugüne kadar devam etmiştir.
4-Arab-ı müsta’cime: Arabların, İslâm dîninin doğmasından sonra, bu dîni yaymak, Allahü teâlânın ismini yüceltmek için dünyânın diğer ülkelerine giderek başka milletlerle karışmasından meydana gelen Arablara denir. Peygamber efendimizin vefatından sonra Eshâb-ı kiramın hepsi, sonra da evlâdı, İslâm dîninin verdiği gayretle doğuda Hindistan ve Çin’e, batıda Atlas Okyanusu ve İspanya’ya, Afrika’da Büyük Sahra ve Sudan çöllerine, Kuzeyde Suriye, Irak, Kıbrıs, İstanbul ve Hazar Denizi’ne kadar yayıldılar.
Allahü teâlânın dînini, O’nun kullarına tanıtmak için savaştılar ve canlarını feda ettiler. Bu geniş topraklar bu mübarek şehîdlerle doludur. Evlâdlarını, yavrularını da ilim öğrenmek için, o zamanlar dünyânın en üstün üniversitesi olup, fizik, kimya, astronomi, coğrafya ve hendesedeki tecrübeleri ve ileri buluşları bugün mevcud eserlerinden anlaşılan Bağdad medreselerine gönderdiler.
Zâlim ve kâfir olan meşhûr Moğol hükümdarı Cengiz Hân’ın torunu Hülâgu, 1258 (H. 656) senesinde yaşlı, kadın, çocuk demeden dört yüz binden ziyâde müslümanı işkenceyle öldürdüğü ve Bağdad’ı yakıp yıktığı zaman, yalnız kuyulara ve mahzenlere saklananlar ve bilhassa Anadolu’ya kaçıp kurtulanlar sağ kalabilmişti. İşte Peygamber efendimiz sallallahü aleyhi ve sellemin ve Eshâb-ı kiramın aleyhimürrıdvân evlâdı o zaman Anadolu’nun her tarafına, bilhassa doğu bölgelerine yerleşmişti. Peygamber efendimizin torunları olan Hasen’in (radıyallahü anh) evlâdına Şerîf, Hüseyn’in (radıyallahü anh) evlâdına da Seyyid denir. Osmanlılar zamanında, Haleb’de seyyidlere ve şerîflere mahsus bir mahkeme vardı.
Bu soya âid olan herkesin evlâdı orada kayıtlı olup, yalancılar seyyidlik iddiasında bulunamazdı. Van ile Hakkâri arasındaki meşhûr İrisân beyleri, Abbasî halîfeleri evlâdından olup, Hülâgu katliâmından kurtulan bir yavrudan çoğalmışlardır.
Bugün, memleketimizin her tarafında Eshâb-ı kiramın radıyallahü teâlâ anhüm ecmaîn evlâdı ve seyyidler vardır. Fakat Mısır, Şam, Afrika, Sicilya ve İspanya yerlileri Arab değildir. Arablar, İslâmiyet’i dünyâya yaymak için Arabistan yarımadasından çıkarak buralara geldiklerinden, bugün buralarda da mevcûddur. Nitekim Anadolu, Hindistan ve başka memleketlerde de vardır. Fakat bugün bu memleketlerin hiç birinin ahâlisini Arab diye isimlendirmek doğru olmaz.
Habeşistan ahâlisi siyahdır. Bunlara habeş denir. Zengibâr ahâlisine zencî denir. Bunlar da siyahtır. Mısır ahâlisi esmerdir.
Bugün, Arabistan Mekke-i mükerreme ve Medîne-i münevverede bulunanlar asırlar boyunca Afrika’dan, Asya’dan ve diğer yerlerden gelip yerleşen yabancıların soyundandır. Bu yabancıların bir kısım siyah olup, Allah ve Resûlullah’ın âşıkları idiler. Abdülhamîd Hân’ın amirallerinden Eyyûb Sabri Paşa, beş cildlik Türkçe Mir’at-ül-haremeyn kitabında, koca Mekke şehrinde sâdece iki Arab evinin kalmış olduğunu yazmaktadır. Bugün ise hiç yoktur.
Peygamberimiz sallallahü aleyhi ve sellemin akrabasını, Arabları sevmek ve saymak ibâdettir. Onları her müslüman sever. Anadolu’ya misafir gelen siyah fellahlar, habeşler, zencîler, hürmet ve ikram olunmak için kendilerini Arab diye tanıtınca, Anadolu’nun temiz ve saf müslümanları sözlerine inanıp, bunları sevmişlerdir. Çünkü bu sevgide siyah-beyaz ayırımı yoktur. Siyah bir müslüman, îmân etmiyen beyazdan kat kat daha üstün, daha kıymetli ve sevimlidir. İnsanın siyah olması îmânın şerefini azaltmaz.
Bilâl-i Habeşî hazretleri ve Resûlullah’ın çok sevdiği Üsâme (radıyallahü anhümâ) siyah idiler. Kötülükleri ve aşağılıkları herkesçe bilinen Ebû Leheb ve Ebû Cehl kâfirleri beyaz idiler. Allahü teâlâ insanın rengine değil, îmânının kuvvetine ve takvasına, kıymet vermektedir. Fakat siyahların kendilerini Arab olarak tanıtmaları, İslâm düşmanlarının işlerine yaradı. Siyah insanları, aşağı ve iğrenç olarak tanıttılar. Bunları köle olarak kullandılar. Gençliğe Arabi siyah olarak tanıtmaya, böylece müslüman yavrularını Peygamber efendimizden ve İslâmiyet’ten soğutmaya uğraştılar.
Hâlbuki Arab, lügatde güzel demektir. Meselâ lisân-ı arab, güzel dil demektir. Resûlullah sallallahü aleyhi vesellem efendimiz de Arabdır. Arablar esmer veya siyah olmayıp, beyaz, buğday benizli olur. Bilhassa Peygamber efendimizin sülâlesi beyaz ve çok güzel idi. Babası Abdullah’ın güzelliği Mısır’a kadar şöhret bulmuştu ve alnındaki nurdan dolayı iki yüze yakın kız, onunla evlenmek için Mekke’ye gelmişti. Fakat Muhammed aleyhisselâmın nuru Âmine Hâtun’a nasîb oldu.
Peygamber efendimizin amcası Abbâs ile Abbâs’ın oğlu Abdullah radıyallahü anhümâ da beyaz idi. Peygamberimizin kıyamete kadar gelen evlâdı da beyazdır. Resûlullah’ın Eshâbı da beyaz ve güzel idi. Osman radıyallahü anh beyaz ve sarışın idi. Resûlullah’ın Bizans Rum imparatoru Herekliüs’esefîr olarak gönderdiği Dıhye-i Kelbî çok güzel olup, yüzünü görmek için Rum kızları sokaklara çıkardı. Cebrail aleyhisselâm çok defa Dıhye radıyallahü anh şeklinde gelirdi.
Târihte bir çok devletler ve medeniyetler kurmuş olan Arab kavmine, zaman zaman kendilerini hak yola ve kurtuluşa davet eden peygamberler gönderilmiştir. Bu peygamberlerin dâvetine uymayan Arab kabileleri, Allahü teâlâ tarafından çeşitli şekillerde helak edilmişlerdir.
Arabların İslâmiyet’ten önceki devrine câhiliyye devri denir. Arablar, bu devirde kendi elleriyle yapmış oldukları putlara taparlar ve bunları evlerinde bulundururlardı. En büyükleri kabul ettikleri Hübel adlı put hepsinin başı sayılırdı. Kabîlelerce büyük kabul edilen 360 tane put Mekke’de bulunurdu. (Bkz. Câhiliyye devri)
Neseb, soy ilmi de Arablar arasında çok önemli olup, her Arab kendi aslına ve nesline çok önem verirdi. Sülâlesini kuşaktan kuşağa, hâl tercümeleri ile ezberletip, çocuk ve torunlarına öğretirlerdi.
Arablar arasında cömerdlik üstün bir vasıf olarak kabul edilirdi. Hac mevsiminde Mekke’ye gelen misafirlerin ağırlanması ve Kabe hizmetlerine önem verilirdi, özellikle Kureyş kabilesi, bu hizmetlerin kendisine âid olduğunu kabul eder ve şerefli olmak için ölçü sayardı. Ziyaretçilere tatlı su ve yemek vermek için binalar yaptırmışlardı.
Kureyş kabilesi, bu hizmetleri şerefle ve severek yürütürdü. Zemzem dağıtmak ve Kabe’yi tamir ve tezyîn etmek Hâşimîlere; Kabe kapısını açmak ve kapamak Abdüddâroğullarına; Ukah denilen Kureyş sancağını taşımak Emevîlere; hac zamanı ziyafet vermek Nevfeloğullarına; Dâr-ün-Nedve reisliği Benî Esed’e; mahkeme hâkimliği Teymoğullarına; asker toplamak Benî Muhzûm’a; başka kabilelerle görüşmek, anlaşmak Adiy kabilesine? Ezlâm denilen kur’a ve fal işleri Cumah kabilesine; putlara adak yapmak Benî Sehm’e verilmiş vazifeler idi. Kureyşten Abbâs, Teym’den Ebû Beter, Adiy’den Ömer’ül-Fârûk, Mahzûm’dan Hâlid bin Velîd, Ümeyye’den Ebû Süfyân (radıyallahü anhüm) bu vazifeleri yapıyorladı.
1) Kitâb-ul Muhtasar fî ahbâr-il beşer; cild-1, sh. 198
2) Ünvân-ul-İber Pîrizâde tercümesi; cild-1, sh. 212
3) Târih-i Dîn-i İslâm; cild-1, sh. 113, 464, 501
4) Zübdet-ül-Kısas; sh. 63
5) Tetimmet-ül-Muhtasar fî ahbâr-il-beşer; cild-1, sh. 86, 87
6) Kısas-ı Enbiyâ; cild-1, sh. 45
7) Medeniyet-i İslâmiye Târihi tercümesi; cild-1, sh. 23
8) Tam İlmihâl Seâdet-i Ebediyye; sh. 1030
9) Rehber Ansiklopedisi; cild-1, sh. 333
10) Mir’ât-ı Kâinat
11) Kâmûs-ül-a’lâm; cild-4, sh. 3138
12) Kâmûs-u Okyanus tercümesi; sh. 200
13) Mir’ât-ül-Haremeyn
14) İbn-i Haldun Mukaddimesi; sh. 121
15) Et-Târih-us-Siyâsî lid-Devlet-il-Arabiyye; cild-1, sh. 50