PÎR MUHAMMED GENCEVÎ
Karabağ’da yetişen meşhur velîlerden. Karabağ’ın Gence şehrinden olup, evliyânın büyüklerinden Şems-i Tebrîzî’nin torunlarındandır. On altıncı asırda yaşamıştır.
Tasavvufta zamânının meşhûr velîlerinden Abdülgaffâr hazretlerinin ders ve sohbetlerinde yetişip kemâle erdi. Menkıbeleri, adına yazılan Menâkıbnâme’de toplanmıştır.
Tasavvufta hocası Şeyh Abdülgaffâr hazretlerine gitmesi şöyle olmuştur: Pîr Muhammed Gencevî çocukluğunda bir gün çift sürmekle meşgûl olan kardeşine azık götürmüştü. Yanına varıp azığı bıraktıktan sonra bambaşka bir hâle girip kardeşinin yanından süratle kaçmaya başladı. Kardeşinin peşinden koşup çağırmasına rağmen bir türlü dönmedi. Tâ babasının evine kadar koştu eve girip babasını görünce orada da duramayıp kaçmaya başladı. Artık karşısına her kim çıksa ondan kaçıyordu.
Hiçbir yerde duramıyordu. Neden böyle kaçıyorsun diye sorduklarında hiç cevap vermiyordu. Sonunda onu zamânın meşhûr velîlerinden Şeyh Abdülgaffâr hazretlerinin huzûruna götürdüler. Bu zât ona; “İnsanlardan niçin kaçıyorsun?” diye sorunca; “İnsanlar benim gözüme vahşî hayvanlar sûretinde gözüküyor. Eğer kaçmasam rahat edemem. Mecbûren kaçıyorum” cevâbını verdi.
Bunun üzerine Şeyh Abdülgaffâr hazretleri babasına; “Üzülme oğlunda korkulacak bir hal yoktur. Allahü teâlâ oğlunun basîretini, kalp gözünü açmıştır. Her kime baksa onun ne sıfatta olduğunu kalp gözüyle görür. İnsanların çoğu vahşî hayvan tabiatında olduğundan onun gözüne o sûretde görünüyor. Bu sebeple o, insanlardan kaçıyor. Bundan sonra bizim yanımızda dursun.
İnşâallah kâmil bir zât olur.” dedi. Babası bu sözler üzerine onu Abdülgaffâr hazretlerinin yanında bıraktı. Epeyce zaman onun hizmetinde kaldı. Derslerine ve sohbetlerine devâm edip, tasavvufta kemâle erdi. Tasavvufta yetiştikten sonra hocasının izni ile babasının yanına döndü ve evlendi.
Şeyh Abdülgaffâr hazretlerinin âilesi bir gece yarısı; “Sizden sonra yerinizi hangi oğlunuza bırakacaksınız?” dediler. “Oğullarımızın bizim yerimize geçme hakları yoktur. Yerime Pîr Muhammed geçecek, ona bırakacağım.” deyince, râzı olmadılar. “Oğullarından birini elbette yerine bırakmalısın.” dediler ve bu hususta ısrar ettiler. Bunun üzerine; “Üç oğlumuz var. Üçü de yanımızda uyuyorlar.
Pîr Muhammed’in evi Çerkîs Nehrinin kenarında yarım günlük uzak yerdedir. Oğullarımın her birini üçer kere ismiyle çağırayım. Hangisi uykudan uyanırsa yerimi ona bırakayım. Eğer oğullarımdan hiçbiri uykudan uyanmazsa üç defâ daPîr Muhammed’i çağırayım.
Eğer üçüncü çağırışımda yarım günlük yoldan kalkıp gelirse ve kapıdan içeri girip; “Buyurun!” der ise yerime, insanlara rehber olarak Pîr Muhammed’i bırakacağım. Hak onun olduğuna senin de şüphen kalmasın.” dedi. Buna hanımı da râzı oldu. Bundan sonra oğullarının her birini üçer defâ isimleriyle çağırdı.
Hiçbiri uykudan uyanmadı. Daha sonra talebesi Pîr Muhammed’i iki defâ çağırdı, üçüncü çağırışında kapıdan içeri girdi. “Niçin geç geldin?” deyince; “Efendim birinci çağırışınızda çarığımı giydim. İkinci çağırışınızda yolu katettim. Üçüncü çağırışınızda huzûrunuza girdim.” dedi. Bundan sonra hanımına; “Bunu kuluna Allahü teâlâ verir. Senin benim gayretimle olmaz. Bu iş nasîb meselesidir.” dedi.
Pîr Muhammed Gencevî bebek iken, annesi abdestsiz emzirmek istese emmez ve babası böyle bir halde iken yüzünden öpmek istese beşikte yüzünü çevirip o hâliyle öpmesine mâni olmaya çalışırdı.
Hocası Şeyh Abdülgaffâr hazretleri vefâtından önce hasta yatağında huzûrunda bulunup, hizmetlerini görür iken vefâtının yaklaştığı bir sırada; “Sizden sonra kimin hizmetine girelim?” diye sorunca, hocası; “Bizden sonra seccâdemiz, yerimiz senindir. İnsanları irşâda, hak yolu anlatmaya sen müstehaksın.
Kimseye ihtiyâcın yoktur. İnsanları Allah’ın emirlerine çevir, onlara dîn-i İslâmı anlatıp rehberlik yap. Sen o derecede kâmil biri olursun ki, ben kendi talebem için üzülmem. Fakat senin Cennet’e giren talebenin derecesinin daha yüksek olmamasına üzülürüm.” demiştir.
Maksudlu aşîretinden Mehmed adında bir kimse, Kazvin şehrine koyun satmaya giderken, Pîr Muhammed hazretlerine gelip talebe olmak, bîat etmek istediğini söyledi. “Bîat etmek herkesin kârı değildir. Var yoluna git. Şimdi bîat zamânı değildir.” dedi. Fakat o, ısrarla talebeliğe kabûl etmesini isteyerek; “Lutfedip beni de talebelerinizin arasına alınız.” dedi. Bu ısrarı ve şiddetli arzusu üzerine kabûl etti ve; “Haramlardan dâimâ sakın ve ihtiyât üzere ol yoksa pişmanlık çekersin.” dedi. Bu kimse bîat edip talebesi olduktan sonra ticâret için Kazvin şehrine gitmişti. Orada koyun satıp para kazanmıştı. Çarşıda gezerken bâzı ahlâksız kadınlar yanına yaklaştığında hocası Pîr Muhammed Gencevî’yi hatırladı. Hemen vücudu titremeye başladı.
Böylece o kötü kadınlara meyletmekten kurtuldu. Bir gün Pîr MuhammedGencevî, ikindi namazı sırasında âdeti olmayan bir hareket yaptı. Namazdan sonra sebebini sorduklarında şöyle dedi: “Bize talebe olan Mehmed, hayvan ticâreti için giderken bizden bîat almıştı. Kazvin’de çarşıda gezerken yanına düşük kadınlar yaklaşıp meyletmek isteyince vücûduna bir titreme geldi. Bugün ikindi vaktinde falan bağda buluşalım diye bir kadınla anlaşmışlardı.
Biz namazda iken kötü kadın bağın içinden kendini gösterdi. Mehmed, bağın duvarından o tarafa atlarken beline bastım. Düşüp, beli şiddetli derecede ağrıdı. Sonra o düşük kadına kızarak, bağırıp çağırdı ve bırakıp gitti.” dedi. Bu sözleri söyledikten sonra; “Bre hey gâfil! Sana bîat verdikten sonra, senin günah işlemene mâni olmayan, mahşer gününde seninle Cehennem’e gider.” buyurdu.
Pîr Muhammed Gencevî hazretlerinin memleketi, Karabağ’da Gence vilâyetidir. Burası yaz aylarında çok sıcak olması sebebiyle yazın şehre üç günlük mesâfede bulunan yaylaya çıkardı. Yaylada iken bir gün abdest alıyordu. Ayaklarını yıkadığı sırada âniden süratli bir şeklide ayağını ileriye uzattı. Sanki bir şeye vurur gibiydi. Yüzünde de kızgınlık belirtileri görüldü. Âdetiniz olmadığı halde ayağınızı neden böyle uzattınız? diye sorduklarında, buyurdu ki: “Bizim falan talebemiz sâhilde pamuk tarlasını sularken bir kimse yanına gelip; “Suyu ben tarlama bağlamıştım neden suyumu kesip kendi tarlana akıtıyorsun? Beni de avâre bırakıp oyalıyorsun?” deyince, bizim talebemiz dedi ki: “Suyun sizin tarlanıza aktığından benim haberim yoktur. Ben suyu sahraya boşa akıyor zannettim. Al suyu sen tekrar tarlana bağla.” dedi.
Fakat adam bu özrü kabûl etmedi. Kızgın bir halde yanına yaklaşıp elindeki beli tam başına indirmek üzere iken, talebemiz Allahü teâlânın izni ile bizden yardım istedi. O kadar korkup bizi öyle çağırdı ki, yüreğim parçalandı. İşte o kimseye ayağımla vurarak ona mâni oldum. Ayağım başına değdi.
Başı iki ayağının arasından geçti. Artık o kimsenin sıhhate kavuşma ihtimâli yoktur!” dedi. Sonra o kimsenin babasına haber yollayıp çağırttı. Babası gelince; “Oğlun sâhilde gâyet hasta bir vaziyettedir. Kefen hazırlayıp oğlunun yanına git. Ölünce onu defneyle.” diye tenbih etti. Babası hemen söylenilen yere koşup oğlunun yanına vardı. Varınca oğlunun öldüğünü gördü. Cenâzesini kaldırıp defnettiler.
Daha sonra bu hâdiseye şâhid olan talebeye nasıl olduğunu sorduklarında şöyle anlattı: “O kimse aşağıda tarla suluyormuş. Ben onun tarla sulamakta olduğunu bilmiyordum. Su sahraya boş akıyor diye kendi tarlama kestim. Ben pamuk tarlamı sularken, bir de baktım o adam hiddetli bir halde yanıma geldi. “Neden benim suyumu kestin?” dedi. Ben şaşırıp kusura bakma, suyun senin tarlana aktığını bilmiyordum. Boşa akıyor zannediyordum. Özür dilerim. Şimdi buyur tekrar tarlana akıt.” dedim. Fakat adam bir türlü iknâ olmadı pür hiddet yanıma yaklaştı.
Elindeki beli tepeme vurmak için kaldırdı. Çâresiz kaldım hemen hocam Pîr Muhammed Gencevî hazretlerini hatırladım. Allahü teâlânın izni ile imdâdıma yetişmesi için; “Yâ Şeyhim!” diye imdâd isteyerek bağırdım. Bu sırada adamın elindeki bel yere düşüverdi. Başı iki bacağı arasından geçip burun deliklerinden kan fışkırmaya başladı. Çevremizde bulunan kimseleri yardıma çağırdım. Koşup başına toplandılar. “Sana ne oldu bu yanındaki kimse mi seni bu hale soktu?” dediler. “Bu bana hiç vurmadı. Bana ne oldu ise hocasından oldu. Ben ölürsem bu adamı sorguya çekmesinler suçu yok.” dedi. Oraya toplananlar da onun bu sözlerine şâhid oldular.”
Talebelerinden Demirci Hasanlı aşîretinden Molla Muhammed bir gün evinde gusül abdesti alıp, hocasının câmiine gitti. Bir müddet sonra Pîr Muhammed Gencevî hazretleri mescide geldi. Talebelerine bakıp; “Ağzı kırık testi ile beyaz taş üzerinde gusül abdesti alan kimse, koltuğunun altında yıkanmamış yer bırakmışsın. Hemen git yıka gel!” buyurdu. Molla Muhammed bu sözü duyunca, kendi kendine; “Ağzı kırık testi ile beyaz taş üzerinde gusül abdesti alan benim! Hocam bu sözü benim için söyledi. Fakat bu kadar arkadaşım arasında kalkıp gitmekten, hâlimi belli etmekten utanırım.” diye düşünmeye başladı. Tam bu sırada hocası Pîr Muhammed hazretleri ona hitap edip; “Molla Muhammed! Bizim hizmetçiler oduna gidecekler, git onları gönderiver.” dedi. Bunun üzerine Molla Muhammed hemen kalkıp dışarı çıktı. Gidip gusül abdesti alırken kuru kalan koltuğunun altını yıkayıp namaza yetişti.
O zamânın meşhûr mürşidlerinden Şeyh Kubâd Şirvânî vefât edince, Şirvan’da bulunan talebelerinden birkaçı toplanıp Pîr Muhammed Gencevî’ye gidip talebe olmayı kararlaştırdılar. Aralarında tasavvufta yükselmiş keşif sâhibi kıymetli bir talebe de vardı. Ona; “Sen de bizimle gel berâber gidelim.” dediler. Kabûl edip; “Benim tasavvufta bir müşkülüm vardır. Nice zâtlara arzettim hiçbirisi halledemedi. Şeyh Pîr Muhammed Gencevî hazretleri bu müşkülümü halleder kanâatindeyim. Sizinle ben de gideyim.” dedi. Hep birlikte yola çıkıp bir namaz vakti Pîr Muhammed hazretlerinin bulunduğu yere ulaştılar. O günlerde bahar mevsimi girmişti. Pîr Muhammed hazretleri ve talebeleri yaylaya göç hazırlığı yapıyorlardı. Talebelerden herbiri bir çuval un veya bir çuval pirinç yüklenip yaylaya taşıyordu. Pîr Muhammed hazretleri de vazîfelendirdiği kâtibe kimin ne getirdiğini yazdırıyordu. Bu telaşlı sırada Şirvan’dan gelen misâfirler arasındaki keşif ehli talebe bir hû çekip kendinden geçti. Bir müddet kendinden geçmiş bir halde kaldı. Ayılınca, arkadaşları; “Bu ne hal, sana ne oldu?” diye sordular. Bunun üzerine, ben size bahsettiğim müşkülümü Pîr Muhammed hazretleri un ve pirinç yükleri taşınırken halletti. “Şeyh Pîr Muhammed her kimi kabûl ederse, ben dahi kabûl ederim. Kabûl etmediği kimseyi kabûl etmem.” diye bir nidâ işittim. Bu nidâyı işitince kendimden geçtim. Acabâ Şeyh hazretleri beni kabûl eder mi veya red mi eder diye kendimden geçtim.” dedi. Bu talebenin gözleri âmâ olduğu halde, Pîr Muhammed hazretleri yanlarına yaklaşıp mescidin kapısına gelince, farkına varıp yerde emekleyerek ayaklarına kapandı. “Allah rızâsı için beni talebeliğe kabûl eyle!” diye yalvardı. Bunun üzerine Pîr Muhammed hazretleri; “Biz kabûl ettik. Duâ ederiz ki Allahü teâlâ da kabûl buyursun.” dedi.
Yine Şirvan’dan bir grup derviş, Pîr Muhammed Gencevî hazretlerinin ziyâretine gelmişlerdi. Sohbet sırasında kendi memleketlerinde bulunan bâzı zâtların velîlerden olup olmadıklarını sordular. Bunlara cevâben; “Sorduğunuz zâtlardan Şeyh Emîr, Allahü teâlânın velî kuludur. Velîler defterine kayıtlıdır. Muhammed aleyhisselâmın meclis-i şerîfinde aşağı tarafta yeri vardır. Gelir oraya oturur. Şeyh Abdullah ve Şeyh Akâsî evliyâ defterine dâhil değildirler. Fakat Allahü teâlânın, duâsı makbûl kullarındandırlar.” buyurdu.
Anadan doğma âmâ bir kimse, Pîr Muhammed hazretlerine gelip yalvararak; “Dünyâyı aslâ görmemişim! Bana bir duâ etseniz de gözlerim açılsa, dünyâyı seyretsem.” dedi. Âmânın bu yalvarışı üzerine ona duâ etti. “İnşâallahü teâlâ ölümün yaklaştığı sıralarda gözlerin açılır.” buyurdu. Daha sonra Pîr Muhammed hazretleri vefât etti. Duâ alan âmâ kimse, âmâ olarak epey bir müddet daha yaşadı. Bir gün âniden gözleri açılıverdi.Dostları onun gözlerinin açılmasına çok sevindiler. Bunun üzerine gözleri açılan kimse; “Gözlerim açıldı ama ölümüm de yaklaştı! Zîrâ Pîr Muhammed hazretleri hayatta iken gözlerimin açılması için ondan duâ istedim. Bana duâ edip vefâtım yaklaştığı sırada gözlerimin açılacağını söylemişti. Elhamdülillah o mübârek zâtın duâsı kabûl olunup gözlerim açıldı. Allahü teâlâ bilir, ölümüm de yakındır.” dedi. Gözleri açıldıktan birkaç gün sonra vefât etti.
Kara Kethudâ adında bir zât bir gün Pîr Muhammed Gencevî hazretlerine; “Efendim bir kimse ne zaman öleceğini bilip, helalleşse ve gücü yettiği kadar ölüme hazırlansa iyi değil midir?” diye arzetti. Bu suâl üzerine; “İyidir.” buyurunca; “Benim ne zaman vefât edeceğimi lutfedip bildirseniz.” dedi. Bunun üzerine; “Molla Âdil Paşa ile Molla Pürkadem’den hangisi önce vefât ederse sen ölüm hazırlığını yap!Senin ölümün bu iki ilim ehlinin ölümleri arasındadır.” buyurdu. Bu kimse Pîr Muhammed hazretlerinin vefâtından sonra yirmi beş sene daha yaşadı. Nihâyet işâret edilen âlimlerden Molla Âdil Paşa vefât etti.Halk toplanıp cenâze namazını kıldılar. Kara Kethudâ cemâat dağılmadan hepsiyle tek tek müsâfeha yapıp helalleşti ve ağladı. Neden ağladığını sorduklarında; “Şeyh Pîr Muhammed Gencevî hazretleri bana demişti ki: “Senin ölümün, Molla Âdil Paşa ile MollaPürkadem’in vefâtlarının arasında olur!” Âdil Paşa vefât etti. Benim ölümüm de yaklaşmıştır.” dedi. Birkaç gün sonra da vefât etti.
İlim öğrenmekle meşgûl üç talebe, Pîr Muhammed hazretlerini ziyâret için Gence şehrinden yola çıktılar. Yolculukları sırasında içlerinden biri; “Eğer bu huzûruna gittiğimiz zât, mürşîd-i kâmil ise kızını bana nikahlar.” dedi. Bunun üzerine bir diğeri de; “Eğer dediğin gibi bir zât ise, bize süt, pilav ve bal ikrâm eder.” dedi. Üçüncü arkadaşları da; “Mürşîd-i kâmil ise bizi Molla Feyzullah’ın evinde misâfir eder.” dedi. Onların geleceği gün Pîr Muhammed hazretleri; “Bugün misâfirler gelse gerektir. Bir miktar süt hazırlayınız. dedi. Misâfir talebeler huzûruna geldiklerinde; “Misâfirlere süt ve pilav pişirin yanında bal da hazırlayın.” dedi. Hazırlıklar yapıldıktan sonra büyük oğlu Velî Muhammed’e; “Pilavı eniştenin önüne koy.” diyerek, yolda, mürşid-i kâmil ise kızını bana verir diyen talebeyi gösterdi. “Bal da getir.” dedi ve sofrayı kurdurdu. Yemek yendikten sonra, sohbete başlayıp bu talebelere; “Sizden biriniz bizi imtihan için şeyh mürşid-i kâmil ise kızını bana versin der. Allahü teâlânın takdîri olmayan işi insan yapmaya güç yetirebilir mi?” buyurdu. Biriniz de mürşid-i kâmil ise bize süt, pilav ikrâm etsin ve bal da getirsin, der. Siz bir yere gelseniz, süt ve bal bulunmasa mürşid-i kâmil olan kimsenin, mürşîd-i kâmil olmamasını mı gerektirir. Bizi Molla Feyzullah’ın evinde misâfir etsin diyen talebeye de; “Molla Feyzullah’ın birkaç kızı vardır. Bu vesîle ile o kızları görmek istersin.” buyurdu.Talebeler yanlış düşüncelerine ve davranışlarına çok pişman olup ziyâdesiyle utandılar. Daha sonra ayrılıp gittiler.
Devrinin meşhûr âlimlerinden biri Pîr Muhammed hazretlerinin bâzan bilinmeyen bir lisanla konuştuğunu duymuştu. Bu âlim bir yük kitabı yanına alıp, huzûruna gitmişti. “Eğer bâzan konuştuğu lisan bu kitaplardan birinde bulunursa, ne âlâ yoksa onu ateşte yakarım.” dedi. Pîr Muhammed hazretlerine; “Siz bir lisan ile konuşurmuşsunuz. Bu dil kitaplarda var mıdır?” deyince; “Vardır.” cevâbını verdi. Bunun üzerine kitapları getiren kimse, hizmetçisine bir sandık gösterip bunu aç deyince, Pîr Muhammed hazretleri; “O sandıkta değil, öbür sandıktadır.” dedi. Gösterilen sandığı açtı. Aradıkları kitabı buldular. “Hangi sandıkta olduğunu bildin. Hangi kitapta onu da bildir.” diyerek gösterilen sandıktaki kitapları birer birer göstererek bunda mı bunda mı diye sordu. Gösterdikçe “Onda değil” dedi. Sonunda bir kitap çıkardı; “İşte o kitaptadır.” deyince; “Peki hangi sayfada onu da belirt.” diyerek, sayfalarını çevirmeye başladı. İlerde deyince, çevirmeye devâm etti. Açarken; “Bir yaprak daha çevir o sayfanın üst yüzünde yazılıdır.” dedi. İşâret ettiği sayfaya baktı. O sayfada şöyle yazıyordu: “Gerçekte bir lisan vardır ki o lisan ne Arapça, ne Farsça, ne Türkçe ve ne de Süryânî lisanlarındandır. Hiçbir dile uymaz. Fakat Allahü teâlâ o lisanı bâzı kullarına bildirir.” O âlim zât bu hâle şâhid olunca, Pîr Muhammed hazretlerine büyük bir muhabbetle bağlandı.
Bulundukları memleketin ileri gelen bir âilesinin Beşâret Efendi adında bir hizmetçileri vardı. Bu hizmetçi uzun zaman hizmetlerini gördükten sonra onu serbest bıraktılar. Beşâret Efendi onlara; “Sakalım ağardı, ihtiyarladım. Bu âna kadar bana İslâmiyetin şartlarından ve din bilgilerinden hiçbir şey öğretmediniz. Namaz kılmayı da öğretmediniz. Şimdi ben ne yapayım.” diye üzüntüsünü dile getirince, ona; “Sen Şeyh Pîr Muhammed hazretlerinin hizmetine git. Namaz kılmayı ve din bilgilerini onun hizmetinde öğrenirsin.” dediler. Bunun üzerine Pîr Muhammed hazretlerinin huzûruna gidip hâlini arzetti. “Kırâat öğrenebilir misin?” deyince, buna gücüm yetmez, diye cevap verdi. Bunun üzerine Şeyh hazretleri bir talebesine; “Namazın rekatlarını, adedini, her vakitte sünnet ve farz kaçar rekat namaz kılındığını öğret. Kur’ân-ı kerîmi okumaya kâdir olmayan ümmîler gibi bu da namazını kılsın.” buyurdu. Bu ihtiyar; “Bana bir hizmet emredin.” diye arzedince de; “Bizi ziyârete gelen misâfirlerin abdest sularını hazırlamayı sana vazîfe olarak verdik.” dedi. Canla başla kabûl edip, su lâzım oldukça bir ağacın iki ucuna bağladığı iki testi ile taşırdı. Bu ihtiyâr hizmetçi, Şeyh hazretlerine derin bir muhabbetle dâimâ su çeker dururdu.
Bir defâsında Pîr Muhammed hazretleri yaylaya çıkmıştı. Bu sırada Üçoğlan aşîretinden Üveys Ağa namında bir kimse yanında bir grupla birlikte Şeyh hazretlerini ziyârete gitmek üzere yola çıkmıştı. Yolda öğle namazının vakti girdiğinden namazı kıldılar. Bu arada Üveys Ağa cemâatte bulunanlara Şeyhe ne hediye götürüyorsunuz? diye sordu. Herkes birer birer hediyesini söyledi.Aralarında Genç Sofi denmekle meşhur biri daha vardı. Ona sıra gelince; “Senin hediyen nedir?” diye sordu. “Benim kendi tarafımdan hediyem yoktur. Lâkin Şeyh hazretlerininLenberân adındaki nâhiyede bir talebesi var. Bu talebesi bahçesinde zerdali yetiştirir. Yetişen ilk zerdalileri benimle Şeyh hazretlerine gönderdi. Ben de bu zerdalileri götürüyorum.” diye cevap verdi. Üveys Ağa sözü geçen hatırlı biriydi. “Baharın ilk günlerinde zerdali yetişir mi? Aç bakayım.” dedi. Genç Sofi; “Emânettir ben açamam. İsterseniz siz kendiniz açın bakın.” dedi. Üveys Ağa kabı açıp bakınca zerdalileri gördü. Genç Sofiye, iki tâne zerdali ver yiyeyim.” dedi. “Emânettir veremem.” deyince, Üveys Ağa iki tâne zerdali için Şeyh bize ne yapar diyerek iki tâne alıp yedi.Sonra herkes atına binip yola koyuldu. Üveys Ağa atı üzerinde bir düz yolda giderken atı sürçüp attan düştü ve sağ kolu kırıldı. Pîr Muhammed hazretlerinin dergâhına yaklaştıkları sırada yaşlı hizmetçiBeşâret Efendi onları karşılayıp herbirine hoş geldin diye müsâfeha yaptı. Üveys Ağanın sağ kolu kırılmış olduğundan sol elini tutarak müsâfeha yaptı veÜveys Ağa özrümüz var kusura bakma dedi. İhtiyar hizmetçi; “İki zerdali için kolunuzu niçin kırdınız?” deyince, gelen misâfirler çok şaşırdılar. “Bu husûsun Şeyh hazretleri tarafından keşfedileceğini beklerken, hizmetçisi keşfedip, durumu bildirdi.” dediler. İhtiyar hizmetçi Beşâret Efendi, hiçbir şey bilmediği halde, Pîr Muhammed hazretlerine muhabbeti ve hizmeti sebebiyle kalp gözü açılmış, velîlik derecesine yükselmişti.
Talebelerinden biri Berdağ kasabasında meyve yetiştirirdi. Meyveler olgunlaşınca, hocasına götürmek istedi. Ancak hocasının yayladan dönüp dönmediğini bilmiyordu. Bunu öğrenmek için yol üzerine çıktı ve atlı bir kimsenin kendisine doğru geldiğini gördü. Yanına yaklaşınca, daha o sormadan; “Şeyh hazretlerini sorarsan o, dün yayladan döndü.” dedi. Bu haberi alınca, alelacele dönüp bir heybeye kavun karpuz doldurup atına yükledi. Kendisi de ata binip yola çıktı. Giderken kendisine şeyh hazretlerinin yayladan döndüğünü haber veren atlıyı gördü. Elinde bir de silah görünce korktu. “Kaçsam zâten kurtulamam.” dedi. Doğruca yanına yaklaşıp selâm verdi.Selâmını alıp; “Ben de Şeyh hazretlerinin bulunduğu yere gidiyorum. Berâber gidelim.” dedi. Bunun üzerine ister istemez onunla yola devâm etti. Kendisine yoldaş olan bu kimse; “Heybende herhalde meyve var gibi. Bize bir kavun versen de yesek olmaz mı?” dedi. O kimse; “Bunları Pîr Muhammed Gencevî hazretlerine götürüyorum. Vermek için ondan izin almamız lâzımdır.” dedi. “Eğer bedâva vermezsen borç olarak ver.” deyince, heybesinden bir kavun çıkarıp uzattı. Bunun üzerine; “Soyuver de yiyelim.” deyince, kavunu soyup dilimledi. O kimse de kavunu yedi. Berâberce yola devâm ettiler. Hocasına kavun karpuz götüren talebeye yolun korkulu yerlerinde yoldaşlık etti. Hocasının bulunduğu beldeye yaklaştıkları sırada yol kenarında bir harman sâhibinin yanında durdular. Talebeye yoldaşlık eden atlı, harman sâhibine yaklaşıp;
“Şu sûfîden bir kavun ödünç aldım. Bana bir kavun verin de bunun kavununu ödeyeyim.” dedi. Harman sâhibi yemin ederek; “Bizim kavunumuz yoktur.” dedi. Harman sâhibine; “Bu samanın içinde kavun bulursak bizim olsun mu?” dedi. “Kavun değil altın bulsanız sizin olsun.” deyince, saman yığınının bir yerini mızrakla gösterip burada kavun var çıkarıp bize ver!” dedi. Harman sâhibi merakla işâret ettiği yeri karıştırıp saman yığınının içinden iki kavun çıktığını gördü. Buna çok şaşırdı. Çünkü oraya kavun koymamıştı. Kavunları alıp ona verdi. Hocasına kavun karpuz götürmekte olan talebe de çok şaşırmıştı. Çünkü saman yığınının arasından çıkan kavunlar ödünç verdiği kavunun aynısı idi. Kavunlardan birini alıp borç aldığı kavunun yerine verdi. Diğerini de kesmesini söyledi. Borç verdiği kavunu alıp heybesine koydu. Diğerini de kesti. Harman sâhibi ile birlikte yerlerken birara kavunun çekirdeklerini bir kenara dökmek için bir tarafa eğildi. Sonra doğrulup, baktığında kendisine yol arkadaşlığı eden kimse bir anda gözden kaybolmuştu, orada yoktu. Bunun üzerine kalkıp hayret içinde yoluna devâm etti. Yolda öğle namazı vakti girdi. Bir yerde durdu ve durduğu yerde akar su kaynağı gördü. Bu sudan abdest aldı. Namaza duracağı sırada suyun başında Pîr Muhammed Gencevî’nin durduğunu gördü. Yanına yaklaştı bu sefer başka bir kimse şeklinde gördü. Bu kimse; “Şeyhin köyünde şimdi ezân okunur acele git! İnşâallah cemâate yetişirsin.” dedi. Bunun üzerine hemen yürüdü. Cemâate yetişip cemâatle namaz kıldı. Namazdan sonra bekledi. Bu sırada hocası Pîr Muhammed hazretleri; “Dağdan gelen sûfiyi çağırın gelsin!” buyurdu. Gelip huzûruna oturunca; “Bugün başından geçen hâdiseleri bu cemâate anlat.” dedi. O da başından geçen hâdiseleri tek tek anlattı. Cemâat de hayretle dinledi.
Maksudlu aşîretinden Akkaşoğlu Hüseyin Ağa adında biri vardı. Bu şahsın bir kızı, Pîr Muhammed Gencevî hazretlerinin oğlu Habîb Muhammed ile nişanlanmıştı. Fakat kız nişanlı iken öldü. Bunun üzerine kızın babası pek ziyâde üzüldü. Şeyh hazretleri ona tâziye için gittiğinde, Akkaşoğlu Hüseyin Ağa ağlayıp; “Dünyâda sizinle akrabâlık kurmuştuk, nasîb olmadı. Bu akrabâlık sebebiyle âhirette size yakın olmayı ümid ediyorduk. Ancak buna sebeb olacak kızımız vefât etti. Bundan dolayı üzüntümüz pek ziyâdedir.” dedi. Pîr Muhammed Gencevî hazretleri; “Yakınlığımız kesilmez, elem çekme. Zîrâ şu anda sizin hanımınız hâmiledir. Henüz kendisinin de haberi yok. Bir kız çocuğunuz dünyâya gelir. O zaman biz ve siz dünyâdan göçeriz. Bu kızınız yetişip büyür. Oğlum Habîb Muhammed’le Allahü teâlânın izni ile evlenirler ve böylece akrabâlığımız devâm eder.” dedi. Sonra Hüseyin Ağanın bir kızı dünyâya geldi. Şeyh hazretlerinin ve Hüseyin Ağanın vefâtından sonra bu kız ile Şeyh hazretlerinin oğlu Habîb Muhammed evlendi.
Pîr Muhammed Gencevî hazretlerinin Yassıboğa denmekle meşhur bir öküzü vardı. Yaylaya çıktıkları zaman Şeyh hazretlerinin komşuları Nahcivan tuzlasından tuz getirmeye gittiklerinde, Şeyh hazretleri Yassıboğa’yı da tuz yüklenmesi için gönderirdi. Bir defâsında tuz getirdikten sonraŞeyh hazretleri mescidden evine giderken, Yassıboğa karşısına çıktı. Ayaklarını yerlere sürerek bir müddet Şeyh hazretlerinin önünde durdu. Bunun üzerine; “Yassıboğa, lisân-ı hâl ile bize şikâyette bulunuyor. Allahü teâlâ size bu kadar nîmet ve izzet vermiştir ki hiçbir şeye ihtiyâcınız yoktur. Beni tuz getirmeye göndermesen olmaz mıydı? Sırtım ve ayaklarım çok ağrıdı.” diyor.” buyurdu.Sonra da;”Bundan sonra bu boğaya kimse yük yüklemesin. Çifte de koşulmasın, serbest bırakılsın. Evlâdıma vasiyet ederim ki, tuz getirmeye öküz götürmesinler. Tuz lâzım oldukça satın alsınlar.” Bu tenbihinden sonra Yassıboğa serbest bırakıldı. Epey bir zaman sonra Merdekird köyü halkından bir kimse, çift sürerken Yassıboğa dolaşa dolaşa yanına yaklaşmıştı. Çiftçi Yassıboğa’yı yakalayıp çifte koştu. İkindi vaktine kadar çift sürdürdü. Sonra da salıverdi. Yassıboğa oradan kurtulunca, koşarak Şeyh hazretlerinin bulunduğu yere geldi. Bu sırada çift süren köylünün eli ayağı tutmaz oldu ve yığılıp kaldı. Yakınında çift süren çiftçiler hadi gel artık köye dönelim diye çağırdıklarında; “Elim ayağım felç oldu. Hâlim perişandır.” dedi. Çiftçiler bu sözü üzerine başına toplandılar. “Daha şimdi çift sürüyordun sana ne oldu?” dediklerinde; “Şeyhin köyü tarafından bir semiz öküz geldi. Bu öküzü tutup çifte koştum. Bir müddet çift sürdüm sonra da salıverdim. O anda birdenbire elim ayağım tutmaz oldu.” dedi. Bu sözleri dinleyen çiftçiler arasından biri; “Herhalde Şeyh hazretlerinin serbest bıraktığı öküzü çifte koşmuşsun. Bu sebeple başına belâ gelmiş!” dedi. Bu sırada Pîr Muhammed Gencevî hazretleri de mescidde ikindi namazını kıldıktan sonra, mescidin kapısında durdu. Bir de baktılar ki Yassıboğa koşarak ona doğru geldi. Bunun üzerine orada bulunanlara; “Yassıboğa’nın şikâyeti vardır! Çifte koşmuşlar gibi!” dedi.
Eli ayağı tutmaz olan çiftçi ise durumun farkına varıp yanına bir mikdar hediye alarak; “Beni Şeyh hazretlerinin huzûruna götürünüz.” dedi. Akrabâları ısrarı üzerine onu Şeyh hazretlerinin huzûruna getirdiler. Özür dileyip affetmesini ve duâsını istedi. Şeyh hazretleri affedip hayır duâ etti ve o anda çiftçinin eli ayağı tutmaya başlayıp eski hâline döndü. Kalkıp yürüyerek köyüne gitti.
Pîr Muhammed Gencevî hazretlerinin bir köpeği vardı. Evinin yanında belde halkı toplandığı zaman aralarında cünüp bir kimse bulunsa, köpek o kimsenin elbisesinin eteğinden tutup çekerek kalabalık arasından çıkarırdı. Bir kimse, cezâyı gerektiren günah işlese, o kimsenin de elbisesinden tutup yavaş yavaş çekerdi. Haram olan bir yiyecek önüne atılsa asla yemezdi. Şeyh hazretleri bir düğüne dâvet edilmişti. Dâvetli olarak gittiği köye köpeği de peşinden gitti. Düğün yemeği dağıtılacağı sırada Şeyh hazretlerinin talebelerinden bâzıları düğün yemeğinden bir mikdâr köpeğin önüne atılmasını söylediler. Önüne attıklarında yemediğini gördüler. Sebebini sorunca, talebeler bu köpek haram karışmış şeyleri yemiyor, seçiyor dediler. Bunun üzerine yiyeceği helaldan olduğunu iyi bildikleri bir komşudan ekmek isteyip önüne attılar; köpek bu ekmeği yedi. Aynı ekmekten bir kısmının içine düğün pilavı koyup attılar. Köpek ekmeğin arasındaki düğün pilavını ayaklarıyla ayırıp ekmeği yedi.
Bir defâsında kendisinin de sonradan defnedildiği mezarlığın duvarını yaptırmak için halkı çalıştırıyordu. Halk, taş taşıyordu. Bu sırada biri huzûruna gelip; “Oğluma falan kimsenin kızını almak için hazırlık yaptım. Bir hayır duâ ediniz de, Allahü teâlâ hakkımızda hayırlı eylesin.” dedi. Bu adama; “O kimsenin kızının senin oğlunla evlenmesi takdir edilmemiştir. Senin oğlunun evlenmesi takdir edilen kadının kocası şu cemâatin arasında taş taşıyor.” buyurdu. Bunun üzerine o kimse hazırlığından ve teşebbüsünden vazgeçti. Birkaç gün sonra cemâat arasından bahsedilen kimse vefât etti. Daha sonra da dul kalan hanımı ile duâ için gelen kimsenin oğlu evlendi.
Erzurumlu MollaAli adında bir zâtın babası Şeyh hazretlerinin talebelerindendi. Molla Ali babasından naklen şöyle anlatmıştır: “Bir gece Şeyh hazretleri dergâhında otururken dervişlerden biri çırayı düzeltirken söndürdü. Derviş çok mahcûb oldu. Çırayı yeniden yakmak için odadan çıktı. Dergâh karanlık içinde kaldı. Bu sırada Pîr Muhammed hazretleri mübârek elini yukarı kaldırdı. Beş parmağının herbirinden çıra gibi ışık yayılmaya başladı. Dergâh aydınlandı. Çıra yakılıp getirilince, elini indirdi.”
Yine MollaAli babasından naklen şöyle anlatmıştır: “Eshâb-ı kirâm düşmanlarından bir grup, Şâh Tahmasb’ın yanında Pîr Muhammed hazretlerinin aleyhinde konuşarak çok şeyler söylediler.” Karabağ’da bir sünnî kimse çıkmış o bölgenin halkı hediyelerini hep ona veriyorlar. Şeyh Sâfî evlâdına hediye gelmez oldu.” dediler. Bunun üzerine Şâh Tahmasb, Şeyh hazretlerini yanına getirmek için adamlarından bâzılarını görevlendirdi. Pîr Muhammed hazretleri kerâmetiyle bu kararı keşfedip; “Şâh Tahmasb bizi huzûruna götürmek için adam tâyin etti.” dedi.Sonra bâzı dostlarıyla istişâre edip, onun adamları gelmeden önce kendisi gitmeye karar verdi. Talebelerinden bâzılarını da yanına alıp Kazvin şehrine gitti. Şahın ordusunda Şeyh hazretlerini seven Ehl-i sünnet îtikâdında meşhur bir kimse vardı. Şeyh hazretleri Kazvin’e varınca, bu kimsenin çadırında misâfir oldu. Bu sırada şâhın onu getirmek için vazîfelendirdiği kimseler hazırlık yapıyor, atlarını nallatıyorlardı. Misâfir olduğu kimse o askerlere haber yollayıp; “Gitmenize lüzum yok. Şeyh hazretleri kendisi geldi.” dedi. Gelip görüştüler ve onun bulunduğu çadırda misâfir kalmasına râzı oldular. Ertesi gün de Şah’a götürmek üzere bulunduğu çadırdan aldılar. Yolda giderken gören azılı düşmanlardan biri; “Şimdi Şah emreder ben de senin derini yüzerim, çarık yapıp ayağıma giyerim!” dedi. Pîr Muhammed hazretleri bu azılı düşmana cevap olarak; “Allahü teâlânın dediği olur. Senin dediğin olmaz.” buyurdu. Şah Tahmasb’ın yanına varınca, Şah adamlarına; “Doğurması yaklaşmış olan bir ineği bulup buraya getirin.” dedi. İneği bulup getirdiler. Şah, önlerinde duran ineği göstererek, Şeyh hazretlerine; “Bu ineğin buzağısı erkek mi dişi midir?Alâmeti nedir?” diye sordu. Pîr Muhammed hazretleri ineğe bakıp; “Allahü teâlâ bilir ki, bu ineğin buzağısı erkektir. Rengi siyah ve kuyruğunun ucu beyazdır.” dedi. Şah Tahmasb adamlarına emredip; “Bu ineği boğazlayın ve karnından çıkan yavrusunu perdesi ile yanıma getirin.” dedi. Hemen ineği götürüp boğazladılar ve buzağıyı yavruluğundan çıkarmadan getirdiler. Önünde buzağıyı yavruluktan çıkardılar. Baktı ki buzağı erkek, rengi siyah ve kuyruğunun ucu da beyaz. Aynen Pîr Muhammed hazretlerinin târif ettiği gibi.
Şah Tahmasb bu hâdiseye şaşırıp, ikinci bir plân kurdu. Şeyh hazretlerine ve talebelerine belli etmeden zehirli şerbet vermelerini emretti. Adamlarına; “Bakalım zehirlenecekler mi?” dedi. Şahın adamları, Şeyh hazretlerine ve talebelerine içine zehir kattıkları şerbeti içirdiler. Sonra daŞahın yanından çıkardılar. Şeyh hazretleri oradan ayrılınca, talebelerine; “Bize içirdikleri şerbet zehirli idi.” dedi. Daha sonra tenha bir evde toplanıp; “Lâ ilâhe illallah.” diyerek zikre başladılar. O kadar zikrettiler ki, hepsi çok terledi ve içtikleri şerbetteki zehiri ter ile vücutlarından dışarı attılar. Hiçbirine bir zarar olmadı. Şâhın adamları kin içinde Şâha; “Bunları katletmek lâzımdır.” dediler. Şah Tahmasb; “Biz onların hepsine zehir içirdik; eğer öldüler ise ne âlâ! Yok zehir tesir etmedi ve ölmediler ise onları öldürmek insafa sığmaz.” dedi. Sonra bulundukları yere adam gönderip durumlarını öğrenmek istedi. Hiçbirine bir zarar gelmediğini haber aldı. Bunun üzerine Pîr Muhammed hazretlerini yanına çağırıp; “Haydi evinize dönünüz. Benim vilâyetimde ne işlersen işle. Kimse seni incitmesin. Zîrâ senin velî olduğunda şüphem kalmadı.” dedi.”
Şeyh hazretleri buyurmuştur ki: “Hind beldesinde bir talebem vardır. Beni görmemiştir. Ama onu tasavvufta yetiştirip kâmil ve mükemmil yetişmiş ve yetiştirebilen hâle getirdik. O bulunduğu diyârın halkını irşâd etmektedir. Kâmil ve yetişmiş olan mürşid o kimsedir ki, iki talebesinden biri doğuda biri de batıda olsa ve ikisi aynı anda vefât etmek üzere olsa, her ikisinin de başında bulunup îmânlarını şeytanın vesvesesinden muhâfaza eder.”
KERÂMET ve MENKÎBELERİ
HER VARLIK TESBÎH EDER
Eriş şehrinden Molla Bâbâ adında biri, Pîr Muhammed Gencevî hazretlerine talebe olmuş ve hizmetinde bulunmuştu. Bu kimse şöyle anlattı: “Bir defâsında Şeyh hazretleriyle bir yere gidiyorduk. Hocam at üzerindeydi. Ben de yanında yaya yürüyordum. Giderken yol üzerinde bir kuş ölüsü gördük. Hocam bana; “Şu kuşcağızı bana ver.” dedi. Ben de alıp verdim. Bir müddet elinde tuttu. Sonra kuşcağız canlandı ve uçup gitti. Bunun üzerine dedim ki: “Efendim, Îsâ aleyhisselâm duâ edince, ölü dirilirmiş. Elhamdülillah sizin nefesiniz ile de bu kuşun dirildiğini gözümüzle gördük.” dedim. Bunun üzerine buyurdu ki: “Kuşcağız ölmemişti. Fakat tesbihini yâni Allahü teâlâyı zikrederken söylediği şeyi unutup onu düşünürken kendini kaybetmiş. Tesbihini hatırlattım. Aklı başına geldi ve toparlanıp uçtu gitti. Her varlığın kendi lisânına göre tesbihi vardır. Allahü teâlânın velî kulları ve mürşid-i kâmiller bunu bilirler. Bir senede gökten kaç damla yağmur düşeceğini ve yerden ne kadar ot biteceğini Allahü teâlâ mürşid-i kâmillere bildirir.”
İLİM PERDE İMİŞ
O devrin büyük âlimlerinden bir zât, Pîr Muhammed hazretlerini ziyârete gitmişti. Bu âlim ziyârete giderken, kendi kendine; “Eğer bu zât mürşid-i kâmil ise bana Peygamber efendimizin nübüvvet mührünü göstersin.” diye düşünür. Huzûruna varınca, Pîr Muhammed hazretleri bu âlime; “Bir vâz ve nasîhat yap da halk dinlesin.” dedi. O da kabûl edip halka bir vâz yaptı. Fakat halk onun vâz ve nasîhatlarından hiç etkilenmedi. Bu âlim, Pîr Muhammed hazretlerine; “Bir vâz da siz yapınız, biz dinleyelim.” dedi. Bunun üzerine sohbete başladı. O âlimin anlattığı şeylerin aynısını söyledi. Halka fevkalâde tesir etti. Âlim bu hâli görünce, çok şaşırdı. “Sen de aynen benim söylediklerimi söyledin. Benim vâzım hiç tesirli olmadı. Bunun sebebi nedir?” dedi. Pîr Muhammed hazretleri şöyle cevap verdi: “Siz bildiğiniz ile amel etmezsiniz. Bunun için sözünüz tesir etmez. Ama biz ilmimizle amel ederiz. Dinleyenlere ok gibi dokunur. Bu sebeple bizim sözümüz tesirli olur. Bir sebebi de şudur ki: Siz bir hadîs-i şerîf okurken, Resûlullah aleyhisselâm böyle demiş ve filan sahâbe böyle böyle demiş diye nakledersiniz. Fakat biz naklederken Peygamber efendimiz sallallahü aleyhi ve sellem böyle dedi ve falan sahâbe böyle dedi, diye naklederiz. Demiş ile dedi arasında fark vardır.” Daha sonra da insafa sığar mı ki, bizi ziyârete gelirken içinden; “Eğer mürşid-i kâmil ise Peygamber efendimiz sallallahü aleyhi ve sellemin nübüvvet mührünü bana göstersin.” diye düşünürsün ve bunu istersin?” dedi. Bundan sonra da söze devâm edip; “Bize darılmayınız Civânşîr aşîretinin semiz koyunlarını yemişsin. Karlı soğuk sularını içmişsin, kalbin kazan karasından daha ziyâde kararıp körleşmiş. Mühr-i nübüvveti gösterince görmek için göz lâzımdır.” deyince, o âlim insafa gelip; “Elhamdülillah sizi görmekle şereflendik. Bizim “demiş” sözümüz bundan sonra sizin dediğiniz gibi “dedi” olsun. Ama mühr-i nübüvveti görmeyi çok arzu ediyorum. Kalbimin kasveti, kırk gün halvete girmekle kalkar mı? Benim için nasıl riyâzet ve mücâhede buyurursanız başım üstüne yerine getiririm.” deyince; “Sen yaşlısın kırk gün halvete girmeye gücün yetmez. Üç gün îtikâf niyetiyle mescidde kal. Bakalım Allahü teâlâ ne gösterir. O zât hemen mescide girip üç gün îtikâf niyetiyle orada kaldı. Üç gün geçince ikindi namazından sonra talebelerin zikrettiği bir sırada mühr-i nübüvveti gördü.Kendinden geçip zikretmekte olan talebelerin arasına gitti. Onlarla zikre başladı. Zikir sırasında talebeler neden yavaş yavaş zikretmiyorlar, böyle yapsalar olmaz mı diye düşündü. Zikir meclisi dağılacağı sırada Pîr Muhammed hazretleri talebelerine; “Zikri yavaş yavaş yapsanız olmaz mı?” dedi. O kimse bu sözü de duyunca kalbinden geçenleri farkettiğini görerek gidip Pîr Muhammed hazretlerinin elini öptü ve; “Bu sözü, görünüşte talebelerinize söylüyorsunuz. Fakat benim kalbimden geçeni söylediniz. Anladım ki zikri ne sûrette yapıyorlarsa câiz imiş. Benim bilmediğim hususlar varmış, özür dilerim” dedi.
KURŞUN NE OLDU?
Pîr Muhammed Gencevî hazretlerinin hanımı Zeyneb ananın iki erkek kardeşi vardı. Bunlardan biri Gencevî hazretlerini severdi ve ona talebe olmuştu.Diğerinin hiç muhabbeti yoktu. İki kardeş birlikte Gürcistan’a askere gitmişlerdi. Bir gün Gencevî hazretleri hanımı ile evinde otururken; “Eyvâh!” dedi. Hanımı ne oldu diye sorunca; “Birâderine bir kâfir tüfek attı. Bizi seven kardeşine gelen kör kurşuna bir pelit ağacını eğdim. Kurşunu meşe ağacı tuttu. Birâderin kurtuldu.” deyince, Zeyneb ana; “Öbür kardeşime gelen kurşun ne oldu?” diye sordu. “Göğsünü delip geçti!” deyince; “Aman böyle söyleme!” dedi. “Allahü teâlâ bilir ama, böyle oldu.” Askerler dönünce, Gencevî hazretlerini seven kayın birâderi sağ sâlim geldi. Sevmeyip muhâlefet edenin ise vurularak öldüğü haberi geldi.
KAYNAKLAR
1) Menâkıb-ı Pîr Muhammed Gencevî, Feyzullah Efendi,Millet Kütüphânesi No: 2142
2) Silsilenâme-i Feyzullah Efendi; Üniversite Kütüphânesi, İbn-i Emîn T.Y. 3718
ŞİRVÂNÎ
Büyük velîlerden. İsmi Muhammed Ali, künyesi Ebû Hikmet, lakabı Muhyiddîn Şemâhî’dir. Şirvan’da doğdu. 1335 (H.736) târihinde Kafkasyadaki Gence şehrinde vefât etti.
Muhammed Şirvânî, Tebriz’de ilim tahsîl etti. Daha sonra memleketi olan Şirvan’a dönüp ticâretle meşgûl oldu. Velîlik yoluna girişi şöyle anlatılır:
Şirvânî hazretleri önceleri ipek alıp satardı. Geylân ve Laheycan beldelerine mal gönderirdi. O beldede bir ortağı vardı. O, malları orada satar ve memleketin parasına çevirirdi. Bir gün ortağı vefât etti. Geride kimsesi olmadığı için bütün malına oranın idârecisi el koydu. Şirvânî hazretleri bunu işitince, oraya gitmek üzere yola çıktı. Vardığında hâkime durumu anlattı. Mallarını geri istedi. Lâkin ne yaptıysa malını kurtaramadı. Bunun üzerine Allahü teâlânın sevgili kulu Şeyh Zâhid hazretlerinin dergâhına gelip hâlini ona anlattı ve duâ istedi. Zâhid hazretleri; “Oğlum! Sen bu işe memur değilsin ve bunun için yaratılmadın. İsmin güzel ve sende nice hikmetler mevcuttur. Evet dersen bu hikmetler senden meydana gelir.” buyurdu. O da evet efendim deyince, Zâhid hazretleri ona nazar etti ve Şirvânî de ona talebe oldu ve uzun bir zaman sohbetlerinde bulunup yetişti.
Şirvânî, hocası Zâhid hazretlerinin pirinç tarlalarında ve bağlarında çalıştı. Geceleyin oralara gidip sulama işlerine bakardı. Çalışırken yerine bakacak bir dervişin geldiğini görse hemen namaza dururdu. O namaza başladığında suyun akışı ve seviyesi yükselir, bağ ve çeltik tarlası baştan başa sulanırdı. Namazını bitirdiğinde suyun seviyesi düşer ve akışı azalır, eski hâline dönerdi. Bunu gören derviş arkadaşı suyun fazlalaşması işini hocasına anlattığında hocası; “Vakti geldi.” buyurdu ve Şirvânî’yi çağırıp ona icâzet, diploma verdi. Sonra da onu hak yolun bilgilerini öğretmekle vazîfelendirdi.
Şirvânî, Gence şehrine yerleşti. Orada irşâdla meşgûl oldu. Zamânın sultanı Celâleddîn onu sever ve saygı gösterirdi. Şirvânî hazretleri Gence’de dergâh ve câmi yaptırdı. Ömrünü insanlara hizmetle geçirdi.
KAYNAKLAR
1) Lemezât, Süleymâniye Kütüphânesi