Anadolu’da yaşayan Türkmenleri etrafında toplayıp, Anadolu Selçuklu Sultânı İkinci Gıyâseddîn Keyhüsrev’e karşı isyan ettiren, peygamberlik iddiasında bulunan Baba Resûl ve onun adamlarından olan Baba İshak tarafdârlarına verilen ad.
Büyük Selçuklu sultânı Alb Arslan tarafından 1071 (H. 464) senesinde kazanılan Malazgird zaferindan sonra, Mâverâünnehr, Harezm, Azerbaycan, Horasan ve İran taraflarından gelen Türkler Anadolu’ya yerleşmeye başladılar. Ayrıca Karanıtaylarla, Harezmliler arasındaki mücâdeleler sebebiyle Fergana’daki şehirlerin çoğu harabe hâline gelince, bölgedeki halkın büyük bir kısmı Anadolu’ya göç etti.
Aynı dönemde Büyük Selçuklu Devleti’nin, Harezmliler tarafından yıkılmasından sonra, yine pek çok Türk, Anadolu’ya gelerek yerleşti. Ayrıca bu sıralarda ortaya çıkan Moğol istilâsında, Cengiz orduları önünden kaçan Oğuz ve Karluk Türkleri de Anadolu’yu yurt edindiler. Daha sonra Harezmşâhlar Devleti’nin yıkılması ile Harezm Türkleri de Türkiye Selçuklularına sığınırak Anadolu’ya gelip yerleştiler.
Bu sırada Alâeddîn Keykûbâd’ın idaresindeki Türkiye Selçuklu Devleti, hemen her yönden zirveye ulaşmıştı. Değişik milletlere mensup, değişik inanç ve kültür yapısına sahip topluluklar, Anadolu’da bir müddet sulh ve sükûn içinde yaşadılar. Henüz eski dinlerinden vaz geçmeyen ve yeni müslüman olan Türkmenler, büyük kitleler hâlinde Anadolu’ya gelip yerleştiler ve Orta Asya’daki inanç ve yaşayışlarını devam ettirmeye çalıştılar.
Anadolu’ya gelen bu Türkmen kitleleriyle birlikte, değişik mıntıkalardan gelen tasavvuf erbabı dervişler de vardı. Hakîkî tasavvuf erbabı olup, insanlara Allahü teâlânın dîninin emirlerini ve yasaklarını anlatan dervişlerin yanında; tasavvuf erbabı, zâhid gibi görünüp, eski Mani ve Mecusîlik dînindeki bozuk inanışları, İslâm dînindenmiş gibi göstermeye çalışan sapık kimseler de vardı.
Şihâbüddîn Sühreverdî ve Necmüddîn-i Kübrâ gibi büyük velîlere bağlı olan dervişler, daha çok şehir kesimlerinde yerleşip, insanları Allahü teâlânın emirlerine uymaya ve yasaklarından sakınmaya davet ediyorlardı.
Bu zâtlar, bilhassa; Konya, Kayseri, Tokat ve Amasya gibi merkezlerde te’sirli oluyorlardı. Bozkırlarda göçebe olarak yaşayan Türkmenlerin ise, İslâm dîni ile ilgili köklü ve sahih bilgileri az olduğundan, bilhassa bozguncu fikirler taşıyan art niyetli kişiler bu durumdan istifâde ederek, kendi sapık fikirlerini anlatıp insanları ifsâd ediyorlardı. Eski inançlarını ve atalarıyla ilgili bir takım dînî geleneklerini muhafaza eden Türkmenler; baba, ata veya dede ünvanını taşıyan bâzı kötü niyetli kimselerin etkisinde kalıyorlardı.
Hakîkî melâmîlikten uzaklaşan ard niyetli bâzı kimseler, kendilerine cevâlika, melâmî veya kalenderi diyor, etraflarına topladıkları kimselere Hint menşeli bir takım sapık fikirleri telkin ederek, her türlü günahı işliyorlardı. “Kalblerimiz temizdir, her işi Allah rızâsı için yapıyoruz; riyadan, gösterişten kurtulup hâlis Allah adamı olmak için günah işliyoruz.
Allahü teâlânın ibâdete ihtiyâcı yoktur. Kulların günah işlemesi ona zarar, ziyan vermez. Asıl günâh, mahlûkları incitmek, can yakmaktır. İbâdet de, insanlara iyilik, ihsan etmektir” diyerek câhilleri aldatıyorlardı. Bunların çoğu bekâr yaşıyor, ahlâkî ve dînî kaidelere riâyet etmiyor, acâib kıyafetlerle geziyor, saçlarını, sakallarını, bıyık ve kaşlarını, tamâmiyle kazıtıyorlardı.
İslâm dîninin emir ve yasaklarını hiçe sayan bu kimseler, şehirlerde kabul görmüyor, hattâ kovuluyorlardı. Kendilerine melâmî veya kalenden diyen ve derviş olduklarını iddia eden bu zındıklar, aslında tabîata, suya, aya ve güneşe tapmaktaydılar.
Temel görüş ve fikirleri, İslâm dînini yok edip, Mecusîlikteki ve Mani dinindeki sapık fikirleri yaymak olan, çeşitli sinsî metodlarla insanları kandıran bâtınîler (ismâilîler) de boş durmuyor, Suriye ve Güneydoğu Anadolu bölgesindeki yeni müslüman olmuş Türkmenler arasında bozuk fikirlerini yayıyorlardı.
Dînî, siyâsî ve ekonomik özellikleri bu durumda olan Anadolu’daki Selçuklu Devleti’nin başında, güçlü, âdil vefazîlet sahibi Alâeddîn Keykûbâd bulunuyordu. Onun zamanında dışarıda devletin îtibârı olduğu gibi, insanlar da kardeşçe, huzur içinde yaşıyorlardı. Devletin güçlü bir ordusu vardı. Ülke içinde bir çok îmâr ve inşâ çalışmaları devam etmekte idi. Selçuklu Devleti’nin bu durumu karşısında, Moğollar da Anadolu’ya karşı bir istilâ ve tecâvüz hareketine cesaret edemiyorlardı.
1237 (H. 635)’de Alâeddîn Keykûbâd’ın ölümünden sonra tahta geçen İkinci Gıyâseddîn Keyhüsrev, babası gibi dirayet ve liyâkat gösteremediği gibi, devlet işlerini bâzı kimselere vererek kendi hâlinde yaşamaya başladı. Kendilerine vazife verilen kimseler de, memleketi, kendi siyâsî menfaatleri doğrultusunda idare ediyorlardı. Bu boşluktan ve kargaşalıktan istifâde eden vergi memurları, halkı yüksek vergilerle ezmeye başladılar.
Bir kaç yıl içinde ülkenin idaresinde ve halkın huzurunda bozukluklar başgösterdi. Bu sıkıntı ve sarsıntıları fırsat bilen bâzı bozuk kimseler, ihtiyaçlarını giderebilmek için yağma hareketlerine girdiler. Bu şekilde, ülkenin her tarafında huzursuzluklar çoğaldı.
Moğol zulmünden kaçıp gelen ve bir kısmı Suriye’deki Eyyûbîlere, bir kısmı da Selçuklu hükümdarı Alâeddîn Keykûbâd’a sığınan Harezmliler de, Alâeddîn Keykûbâd’ın ölümünden sonra yerine geçen İkinci Gıyâseddîn Keyhüsrev’e karşı harekete geçtiler. Hükümdar bu yüzden Harezmlilerin reisi Kayır Hân’ı yakalatıp, Zamantı kalesine haps ettirdi.
Kayır Hân’ın zindanda ölmesi üzerine isyan eden Harezmliler, Orta Anadolu’dan itibaren geçtikleri yerleri yağmalayarak Malatya’ya ulaştılar. Kendilerine katılan yetmiş bin kadar Türkmen kuvvetiyle beraber Güneydoğu Anadolu mıntıkalarını; Urfa, Harran ve Suruç bölgelerini tamamen harâb ettiler. Suriye’deki Eyyûbîlerin ve Anadolu’yu istilâ etmek isteyen Moğolların da Türkmenleri teşvik ve tahrik etmesi, isyanı iyice büyüttü.
Ülkenin içinde bulunduğu sıkıntılı durumdan istifâde etmesini bilen Baba Resûl, Sultan’ın zalimliğini, içki meclislerinde bulunarak Allah yolundan ayrıldığını, devlet adamlarının halka zulm ettiğini, kendinin bütün bu yolsuzluk ve zulümlere son vermek üzere, bizzat Allah tarafından vazifelendirdiğini ve zafere ulaşacağını söyleyip, propaganda etti. Talebesi olan Baba İshak’ı da, peygamber olduğu fikrini anlatmak ve Türkmenleri, Selçuklu Devleti’ne karşı isyana teşvik etmek üzere Güneydoğu Anadolu’ya gönderdi.
Selçuklu sultânı İkinci Gıyâseddîn Keyhüsrev’in idaresinden memnun olmayan Harezmlilerin ve Türkmenlerin devlete karşı olan tutumlarından faydalanmasını bilen Baba İshak, müslüman ve zâhid görünerek câhil ahâlîyi aldattı. Bâtınîliğe ait sapık fikirleri Türkmenler arasında yaymaya çalıştı. Amasya dolaylarında geleceği beklenen kurtarıcı peygamberin çıktığını söyleyerek herkesin inanmasını istedi ve halkı Selçuklu Devleti’ne karşı toplu hâlde isyana teşvik etti.
Amasya yöresinde bulunan Baba Resûl’ün peygamberlik iddiasında bulunduğunu ve kendisine karşı isyan ettiğini haber alan İkinci Gıyâseddîn Keyhüsrev, onun üzerine ordu gönderdi. Amasya’ya ulaşan ordu, şehre hâkim oldu. Taraftarlarıyla bir müddet kendisini savunan Baba Resûl, daha fazla dayanamayarak kaçtı ve Amasya kalesine sığındı.
Şeyhinin kuşatıldığını haber alan Kefersûd’da bulunan Baba İshak, Sultan’ın bir vergi memurunun kendisine yaptığı haksızlığı bahane edip, zâten Selçuklulara karşı ayaklanmış olan Harezmlileri ve Maraş, Adıyaman, Kefersûd, Malatya ve Elbistan’ı içine alan bölgedeki Türkmenleri etrâfına toplayarak Amasya’ya hareket etti. Gayr-i müslimlerin ve Selçuklu idaresine karşı memnuniyetsiz olan kimselerin de katılmasıyla isyan iyice büyüdü.
Büyük bir kısmı câhil Türkmenlerden olan Baba İshak’ın ordusu, önce Kefersûd’u işgal etti. Sonra Adıyaman (Hısn-ı mansûr), Gerger ve Kahta’yı ele geçirdiler. Yollarının üstündeki her yeri yağmalayarak kendilerine karşı çıkanları işkenceyle öldürdüler.
Büyüyen tehlikenin kendilerine yaklaştığını gören ve kahramanlığı ile meşhûr olan Malatya valisi Muzafferüddîn Ali-Şîr, Selçuklu askerlerinden ve bir kısım hıristiyan ahâliden topladığı kuvvetlerle Baba İshak küvetlerine karşı koymaya çalıştı. İki taraf arasında Malatya yakınlarında meydana gelen korkunç bir savaştan sonra, Muzefferüddîn Ali-Şîr’e bağlı birlikler yenilerek geri çekildiler. Vali tekrar Malatya’ya dönerek yeni kuvvetler hazırlamaya başladı. Topladığı yeni kuvvetlerle babaîleri yâni Baba İshak taraftarlarını geriletmeyi denedi ise de muvaffak olamadı.
Malatya yakınlarındaki Elbistan’da cereyan eden savaştan sonra, Baba İshak kuvvetleri yeni tarafdarların katılmasıyla iyice kuvvetlendi. Sivas’a doğru yürüyen babaîlere, Sivas’taki Selçuklu askerleri ve yerli ahâli karşı koyduysa da muvaffakiyet sağlanamadı. Sivas valisini ve ileri gelenlerini işkence yaparak öldürdüler. Bir çok yağma ve gasb hareketinde bulunarak iyice azdılar. Muhasara altında bulunan Baba Resûl’e kavuşmak üzere Tokat ve Amasya taraflarına doğru yürüdüler ve karşı gelenleri imha ettiler.
Baba İshak ve tarafdârlarının Amasya’ya yöneldiğini haber alıp, durumun iyice karışacağını ve hayâtının tehlikede olduğunu anlayan Baba Resûl, yakın adamlarıyla Baba İshak’a haber göndererek, Amasya’ya değil, Canik taraflarına gitmelerini istedi. Fakat buna aldırış etmeyen Baba İshak ve tarafdarları Amasya’ya geldiler.
Bu gelişmeleri haber alan Selçuklu sultânı İkinci Gıyâseddîn Keyhüsrev, Anadolu’da çok sevilen Mübârizüddîn Armağan Şâh’ı, Amasya valiliğine tâyin etti ve ayaklanmayı bastırmakla vazifelendirdi. Amasya’ya gelen Armağan Şah şehre hâkim oldu.
Baba Resûl ve adamları, şiddetle karşı koymaya çalıştılar. Baba Resûl; kendi tarafdârlarını hiç bir şeyden korkmamaları ve şiddetle çarpışmaları için teşvîk etti ve hiç kimsenin düşman silâhlarından yaralanıp ölmeyeceği telkininde bulundu. Ancak isyancılar sekiz arkadaşlarının öldürüldüğünü ve bir çoğunun da yaralandığını görünce, endişe ve korkuya kapılarak Baba Resûl’e geldiler ve; “Neden bizi aldattın? Sen de tıpkı arkadaşlarımız gibi öleceksin” dediler. Baba Resûl yeminler ederek, Allah’ın meleğinin kendisine zafer vâd ettiğini söyledi.
Bu defa karşısındakiler; “Seni aldatan şeytandır” dediler. Bu sözler karşısında söyleyecek bir şey bulamayan ve hilesinin anlaşıldığını kavrayan Baba Resûl, bir bahane ile; “Ey Rabbîm! Ne yaptın! Yoksa uyuyor musun?” dedi. Yanındakilere de dönerek; “Yarın Rabbim ile konuşacağım ve sizin hepinizin huzurunda, size ve bana bu talihsizliğin neden eriştiğini soracağım” dedi ve şâmânizmdeki samanların gök tanrı ile konuştukları yolundaki iddialarına benzeyen inancını ortaya koydu. Ertesi gün bir hücûm daha yaptı ve bu esnada kürek kemiklerinden yaralandı, ölümünün fark edilmemesi için bir kenara çekilerek saklandı. Daha sonra Mübârizüddîn Armağan Şah tarafından yakalanıp, kale burcuna asılarak îdâm edildi. Gece olunca, ileri gelen adamları onu asılı olduğu yerden indirdiler.
Sabah olunca da Baba Resûl’ü asılı olduğu yerde göremeyen tarafdarları, onun, hiç bir fânî tarafından öldürülemeyeceğini ve Baba’nın göklere çıkıp meleklerin yardımını getireceğini söylediler. Böylece bâtınîlikteki, geleceği beklenen peygamber ve Mehdî inancını sinsice yaydılar. Bu sırada Baba İshak ve tarafdarları da Amasya’ya gelerek, Selçuklu kumandanı Mübârizüddîn Armağan Şâh’ı şehîd ettiler. Baba Resûl’ün ölmediğine ve kendilerine zafer ve hâkimiyet vâd ettiğine inanan babaîler, hücûma geçerek başşehir Konya’ya doğru yürüdüler.
Ordusunun başına gelenleri öğrenen İkinci Gıyâseddîn Keyhüsrev, Erzurum’da bulunan, Moğollara karşı sınırlarını korumakla vazifeli ordunun, babaîler üzerine yürümesini emretti. Çevreden toplanan yeni kuvvetlerle takviye edilen bu ordu, Kayseri’ye geldi. Frenk ve Gürcü askerleriyle de takviye edilen Selçuklu ordusu, altmış bin süvariye ulaştı ve ordunun kumandanlığına Necmeddîn Behrâmşâh tâyin edildi.
Babaîlerin kadınları, çocukları, bütün ağırlıkları ve sürüleriyle birlikte Kırşehir yakınlarındaki Malya ovasında toplandığını haber alan Necmeddîn Behrâmşâh, emrindeki büyük bir orduyla birlikte Kırşehir’e hareket etti. 1240 (H. 638) senesi sonbaharında iki tarafın orduları Malya ovasında savaş nizâmı aldılar. Tecrübeli bir kumandan olan Necmeddîn Behrâmşâh, ordunun önüne Frenk askerlerini yerleştirdi.
İlk hücûm Baba İshak tarafdârı olan Türkmenler tarafından yapıldı. Çelik zırhlarla teçhiz edilmiş Selçuklu ordusu üzerinde etkili olamayan babaîler geri çekildiler. İkinci hücûm ise Selçuklu ordusu tarafından gerçekleştirildi. Baba İshak taraftarları bu şiddetli hücûm karşısında şaşkına dönüp geri çekildiler. Ağırlıklarının gerisine sığınarak kendilerini müdâfaaya çalıştılarsa da fayda vermedi.
Savaş, Selçuklu ordusunun kesin zaferiyle sonuçlandı. İsyancı sapıkların büyük bir kısmı kılıçtan geçirilerek cezalarını buldular. Reisleri Baba İshak da bu savaşta öldürüldü.
Savaş sonunda ele geçirilen esirler; İkinci Gıyâseddîn Keyhüsrev’e gönderildi. Elde edilen ganîmetler de askerler arasında paylaşıldı. Savaşta başarı sağlayan kumandanlar ve ordudaki askerler, sultan tarafından mükâfatlandırıldı. Konya’ya gönderilen esirler îdâm edilmek istendi ise de, vezir Celâleddîn Karatay’ın araya girmesiyle affedildiler.
Uzun zamandır Selçuklu Devleti’ni şiddetli bir şekilde sarsan, babaîlik isyanının bastırılması, büyük bir fitneyi önlemiş oldu. Daha sonraki zamanlarda bilhassa Türkmenler arasında, babaîliğin izleri ve inançları görülmüşse de, yerleşik hayâta geçilmesi ve İslâm dîninin sağlam kaynaklardan öğrenilmesi sonucu bir varlık gösteremedi.
Kendisinin peygamber olduğunu iddia eden Baba Resûl’ün ve onu destekleyip Selçuklu Devleti’ne karşı isyan eden Baba İshak’ın kimlikleri hakkında kaynaklarda değişik görüş ve rivayetler vardır.
Anadolu Türk târihi boyunca en geniş ve en büyük ayaklanmalardan biri olan babaî isyanı, Türkiye Selçuklu Devleti târihinde bir dönüm noktası teşkil eder. Bu isyan sebebiyle devletin siyâsî, iktisadî ve ictimâî nizâmı sarsıldı. O zamana kadar Selçuklulara karşı harekete geçmeye cesaret edemeyen Moğollar, 1243 (H. 641) senesinde, devletin bu zayıf durumundan istifâde ederek Anadolu’ya saldırdı. Zâten Harezmliler ve Türkmenler tarafından tahrip edilen memleketi büsbütün yağmaladılar. Siyâsî olduğu kadar dînî bir mâhiyet de arz eden Babaîlik isyanı, Anadolu’nun kapısını Moğollara açan bir olay olmuştur.
1) Târih-i Cihan Guşa; cild-3, sh. 335
2) Buğyet-üt-Taleb; sh. 215-220
3) Amasya Târihi; cild-2, sh. 368
4) El-Evâmir-ul-alâiyye; sh. 499-502
5) Ebül-Ferec Târihi; cild-2, sh. 540
6) Menâkıbü’l-Kudsiye fî Menâsib-il-ünsiye
7) Muhtasar-üd-Düvel; sh. 439-440
8) Tevârih-i Âl-i Osman; cild-2, sh. 86