On dokuzuncu yüzyılın ikinci yarısında İran’da, El-Bâb Ali Muhammed isminde biracem tarafından ortaya atılan bozuk inanç. Bu inancı kabul edenlere Bâbî; bu yola Babîlik; talebesi Mirza Hüseyn’e tâbi olanlara Behâî; bu yola da Behâîlik denir.
Behâîlik, önce Babîlik olarak ortaya çıkmıştır. El-Bâb Ali Muhammed, İran’da Kâzım Reştî isimli bozuk îtikâdlı sapık birisinden ders almış ve onun yerine geçmiştir. Ondan aldığı bozuk fikirlerini, gizlice ve sinsi bir şekilde yaymaya başlamış ve etrafına îtikâdı bozuk câhil kimseleri toplayarak Mehdî olduğunu îlân etmiştir. Mehdîlik iddiasın! kuvvetlendirmek için, Mekke-i mükerremeye giderek, orada; kendisinin Mehdî olduğuna dâir, bâzı sözler uydurarak, hadîs olduğunu söylemiştir.
Kendi zamanında yaşayan İslâm âlimleri, bu kişinin müslümanlıkla hiç bir alâkası olmadığını ve kâfirliğini delilleri ile bildirmişlerdir.
Bâbîliğin kurucusu olan bu şahıs, önceleri, kendisinin, beklenen imâma açılan bir bâb (kapı) olduğunu söylemiş, daha sonra peygamberlik iddiasında bulunmuş ve netîcede, ilâhî nurun kendisine girdiğini söyleyerek tanrılık iddiasında bulunmuştur.
Dînini bilmeyen kimseleri aldatabilmek için, Kur’ân-ı kerîmden bâzı sûre ve âyetleri kendine göre açıklamıştır. Âlûsî’ye yazdığı bir mektupta da; “Allah, daha önce Muhammed’i gönderdiği gibi, şimdi de beni gönderdi” demektedir.
El-Bâb Ali Muhammed’in fikirleri, on dokuzuncu asırda İran şahlığının koyu zulmü altında inleyen câhil halk kitlelerinde tarafdâr topladı. Çünkü, sıkıtı ve zulüm içinde bulunan insanlar, kendilerini huzura kavuşturacak bir kurtarıcıyı beklemekteydi. Sömürgeci bir siyâset tâkib eden ve emperyalist maksadlar güden İngilizlerin de maddî ve manevî desteğiyle daha çok tarafdâr bulan Bâbîler, her türlü ahlâksızlığı teşvik ettiler.
Ahlâkça düşük kimseleri, kadınlar vasıtasıyla avlayarak, tuzaklarına düşürdüler. Kurret-ül-Ayn isimli sapık kadına konferanslar verdirerek, câhil ahlâksızları kandırmayı başardılar. Bu kadın, verdiği bir konferansta; “Kadınlar, dünyâ hayâtının çiçekleridir. Çiçekler toplanır, dostlara sunulur, hediye edilir…” gibi çok adî sözler sarf ederek, insanları ahlâksızlığa teşvîk etti. Bir konferansında da; “Ey insanlar! İlk dînin, Muhammedîliğin hükümleri nesh edilmiş, ortadan kaldırılmıştır. Biz şu anda bütün sorumluluklardan kurtulmuş bir zamanda yaşıyoruz” diyerek, içindeki küfrünü ortaya koydu. El-Bâb Ali Muhammed ise; “Azamet ve kudret sahibinin temiz olarak isimlendirdiği kimse için bana söz düşmez” diyerek, bu kadının ahlâksızlıklarını temizlik olarak vasıflandırdı.
El-Bâb Ali Muhammed, yazdığı El-Beyân adlı kitabında, kıyameti, öldükten sonra dirilmeyi inkâr ederek; “Dünyâ ebediyyen böyledir ve böyle devam edecektir. Siz hesap ve mîzânın, bu âlemin dışında olduğunu mu zannediyorsunuz?” diyerek, küfrünü ve zındıklığını açık bir şeklide izhâr etti.
İngilizlerin, Rusların ve misyonerlerin yardım ve teşvîkiyle sapık fikirlerine pek çok tarafdâr bulan El-Bâb Ali Muhammed; yahûdîlik, hıristiyanlık ve İslâm dinlerinin tek din hâlinde birleşmesi fikrini savundu. Yedi ve on dokuz rakamlarının kudsîliğini bildirdi. Vâhid (tek) kelimesinin ebced hesabına göre on dokuz ettiğini, bir yılın on dokuz ay, bir ayın on dokuz gün olduğunu söyledi. Mirasta ve diğer yerlerde kadın ile erkeğin eşitliğini; ırk, din ve renk farkı gözetmeksizin, mutlak eşitliğin olması gerektiğini ileri sürdü. Evlenmeyi on bir yaşından îtibâren herkese mecburî tuttu.
Hanımı ölen erkeğin en fazla 90 gün, kocası ölen kadının en geç 95 gün sonra evlenmesini mecbur etti. Bu suretle, bâbîlerin nüfuslarının kısa bir müddet içinde artıp hâkim duruma geçmeleri için çalıştı. Her bâbînin, her yıl sermâyesinin beşte birini yönetici kurula ödemesini mecbur tuttu. Para cezaları ve karı-kocanın birlikte yaşamasını yasaklama yâni evlilikleri devam ettiği hâlde geçici bir süre için ayırma cezası haricindeki bütün cezaların kaldırıldığını îlân etti.
Her türlü faizin mubah olduğunu, on bir-kırk iki yaşları arasındaki kimselerin, yılda on dokuz gün, güneşin doğuşu ile batışı arasında perhiz yaparak oruç tutmalarını emretti. Cenaze namazı hâricinde cemâatle namaz olmadığını, abdest almanın mecburî değil, ihtiyarî yâni isteğe bağlı olduğunu, kadınların örtünmelerine gerek olmadığını, yabancı erkeklerle gezmelerinin ve türlü şekillerde hareket etmelerinin mubah hattâ ibâdet olduğunu bildirdi. İslâm dîninin ipekli kumaşlar ve mücevherlerle ilgili yasaklarını kaldırdı.
Her gün kendi yazdığı El-Beyân adlı kitaptan on dokuz sûre okumak ve Allah’ın ismini üç yüz altmış bir defa zikretmek gerekir dedi. Her on dokuz günde bir davet lâzımdır, dilenmek yasak, dilenciye bir şey vermek de günahtır dedi. El-Bâb Ali Muhammed tarafdârlarına, El-Beyân adlı kitabı kutsal kabul ettikleri için Ehl-i Beyân da denir.
El-Bâb Ali Muhammed’in bu sapık fikirleri, dînini bilmeyen câhil insanlar arasında geniş tarafdâr dopladıysa da, uyanık Ehl-i sünnet müslümanlar arasında tarafdâr bulamadığı gibi, tepkiyle karşılandı. On dokuzuncu asırda yaşayan Ehl-i sünnet âlimleri, El-Bâb’ın fikirlerinin bozukluğunu delilleriyle ortaya koyarak cevaplar verdiler. Onun; başta, Allahü teâlâyı ve peygamberlerini inkâr ettiği için kâfir olduğunu; her türlü ahlâksızlığı tasvib ettiğini, bozuk fikirlerini yayabilmek için türlü kılığa girdiğini, kitabının hıristiyanlık, yahûdîlik, mecûsîlik ve başka dinlerden alınma sapık fikirlerle dolu olduğunu; hangi toplum içine girerse onların inançları doğrultusunda konuştuğunu ve asıl maksadını gizlediğini anlatıp, insanları bu fitnenin şerrinden sakındırdılar.
Onun küfre girdiğine ve katledilmesi gerektiğine fetva verdiler. Bu fetva üzerine yakalanarak hapse atıldı. Nihayet 1850 (H. 1266) senesinde, Tebriz’de kurşuna dizilerek îdâm edildi. Daha sonra yerine geçen Behâullah tarafından, cesedi ve kemikleri Akka’ya götürülerek defnedildi.
El-Bâb Ali Muhammed’in ölümünden sonra, yerine, talebesi Mirza Hüseyn Ali geçti. Hocasının fikirlerinden beğenmediklerini çıkarıp, yerine kendi görüşlerini hâkim kıldı. Kendisine Behâullah lakabını verdi ve sapık fikirlerini yaymaya başladı. O da, kendisini beklenen mehdî olarak îlân etti. Daha sonra da hocasının metod ve taktiklerini değiştirip; “Cebrail daha önce söylediği şeyleri tamamlamak için geldi” diyerek, kendinin peygamber olduğunu söyledi.
Behâullah ve tarafdârları, 1852 (H. 1268) yılında İran’da Nâsirüddîn Şâh’a yapılan suikasd teşebbüsü üzerine tutuklanarak Tahran’da habs edildiler ve aynı sene İran’dan çıkarılarak Bağdâd’a sürüldüler. Behâullah, Bağdâd’da yerleşerek, sapık fikirlerini yaymaya devam etti. Hocasının El-Beyân kitabı gibi kendisi de Akdes isimli bir kitap yazdı. Kur’ân-ı kerîmi; “Değersiz fikirler, körü körüne verilmiş hükümlerle dolu bir kitaptır” diyerek kötüledi. Bu da; hocası gibi on dokuz sayısını mukaddes kabul edip, kitabında: “On dokuz sene geçtikten sonra ev eşyasını yenilemek, size lâzım oldu. Her şeyi bilen ve her şeyden haberdâr olan böyle emretti” diyerek, her şeyi bilen tanrının da kendisi olduğunu îlân etti. Sâdece kendinin değil, oğlu Abdülbehâ Abbâs’ın da tanrı olduğunu söyledi. Oğluna yazdığı bir mektupda; “Aziz ve hakîm olan tanrıdan, latîf olan tanrıya mektup…” diye yazdı.
Akdes isimli kitabından başka kitap kabul etmediğini, hocasının El-Beyân kitabının da hükmünün ve zamanının geçtiğini söyleyerek; “Mûsâ zamanında Tevrat, Îsâ zamanında İncîl, Muhammed’in devrinde Kur’ân-ı kerîm geldi. Son olarak Beyân vardı. Şimdi ise bütün kitapların mercü ve müfettişi olan kitap Akdes gelmiştir” dedi.
Sapık fikirlerini yayabilmek ve etrafına adam toplayabilmek için, İslâmiyet’in zamanının geçtiğini, bâzı haramların artık helâl olduğunu bildirdi ve; “Günün şartlarına göre değişiklikler yapmalıdır. İnsanlık, haramı helâl saymak için yeni bir dîne ihtiyaç duyacak dereceye ulaştı.
Eski ve yeni şekilleriyle tefecilik yâni faiz tamamen helâldir” dedi. El-İkan adıyla yazdığı kitabında da bir çok saçma fikir ve görüşler ileri sürdü. Tevrat ve İncîl’in değişmediğini ileri sürerek yahûdî ve hıristiyanlara hoş görünmeye çalıştı. Bağdâd’daki Ehl-i sünnet âlimlerinin ve müslüman ahâlinin şikâyeti üzerine, 1862 (H. 1279) senesinde Osmanlı hükümeti tarafından Behâullah ve tarafdarları İstanbul’a getirildiler.
İstanbul’da bir müddet kaldıktan sonra, topluca Edirne’ye sürüldüler, Edirne’de bulundukları sırada, aralarındaki anlaşmazlıklar sebebiyle ikiye ayrılan Behâîler’den Mirza Yahya Nuri tarafdârları, Sultan Abdülazîz’in fermanıyla Kıbrıs’a; Mirza Hüseyn Ali (Behâullah) tarafdârları da kimseyle görüşmemek ve başka yerlere gitmemek kaydıyla, 1868 (H. 1285) senesinde Akka’ya gönderildiler.
Behâullah ölmeden, yerine oğlu Abdülbehâ Abbâs’ı geçirdi ve 1892 (H. 1309)’da Akka’da öldü. Babasının yerine geçen ve Gasniyyi a’zam lakabını alan Abdülbehâ Abbâs da babasından geri kalmadı. Hıristiyanları memnun edebilmek için, hazret-i Îsâ’nın, Adem aleyhisselâmın evlâdından olmadığını, yâni insan olmayıp tanrı olduğunu ve tanrının da şimdiki hıristiyanların inandığı gibi üç olduğunu söyledi.
1908 (H. 1326) senesinde, meşrûtiyetin îlân edilmesiyle serbest kalan Abdülbehâ Abbâs, Mısırlı mason Abduh ve onun talebesi Reşid Rızâ ile mektuplaştı. Daha sonra görüşüp derslerine katıldı. Esas maksadı dinleri ortadan kaldırmak olan Abdülbehâ Abbâs, bu fikrini Asr-ul-Cedîd adlı kitabında açıkladı. Bütün dinleri yıkıp dünyâ birliğinden bahsetti. Meşrûtiyetin ilanıyla Osmanlı Devleti’ne hâkim olan İslâm düşmanı ittihatçıların, yahûdîlerin ve İngilizlerin yardım ve teşvikleriyle sapık fikirlerine tarafdâr bulan Abdülbehâ Abbâs, Mısır, Avrupa ve Amerika’ya giderek, verdiği konferanslarla pek çok tarafdâr topladı.
Konferanslarında, toplantıda bulunanların hâline göre konuşup, pek çok insan kandırdı. Hıristiyan ve yahûdîleri memnun edecek şekilde konuşmalar yapan Abdülbehâ Abbâs, bir toplantıda kendisine; “Ömrüm müddetince dinsiz kaldım. Böyle kalmam iyi değil midir?” diye soran birine; “Bu yoldan ayrılmaman gerekir. Sen, behâî-mesîhî, behâî-mason, behâî-yahûdî veya behâî-müslüman olabilirsin” demek suretiyle, içindeki zehirini kustu.
Abdülbehâ Abbâs’ın 1921 (H. 1339) senesinde Hayfa’da ölümü üzerine, yerine, oğlu Şevki geçti. 1897 (H. 1314)’de doğan Şevki, Beyrut’ta ve İngiltere’deki Oxford Üniversitesinde tahsil yaptı.
Amerikalı behâîlerden Maxwell ailesinin kızıyla evlendi, ömrü boyunca ilâhî emrin velîsi ve âyetlerin açıklayıcısı sıfatıyla, behâîliği dünyâya yaymak için çalıştı. 1957 (H. 1377) senesinde Londra’da ölen Şevki’nin yerine geçecek oğlu ve torunu olmadığından, behâîlerin idaresi Hayfa’da teşkil edilen Umûmî Adalet Evi’ne bırakıldı.
İdarî teşkîlât bakımından Umûmî Adalet Evi, behâîliğin merkezidir. İdarî teşkîlâtın en alt kademesi ise, mahallî ruhanî mahfillerdir. Bir yerleşim biriminde bulunan ve yirmi bir yaşından yukarı behâîler dokuz kişi veya daha fazla iseler, her sene Rıdvan Bayramının birinci gününde (21 Nisan), o birimde oturan behâîlerden dokuz kişi gizli oy ve açık tasnifle propagandasız ve aday gösterilmeksizin ruhanî mahfil üyeliğine seçilirler; mahallî ruhanî mahfiller de, bir ülkedeki millî ruhanî mahfili seçerler. Millî ruhanî mahfiller, behâîlerin bulunduğu o ülkedeki idare merkezidir.
Hayfa’daki Umûmî Adalet Evi ise, en üst idare merkezidir. Millî ruhanî mahfil üyeleri, dünyâ behâîleri içinden Umûmî Adalet Evi’nin dokuz kişilik üyelerini seçerler. Bunlar Hayfa’da otururlar.
Hıristiyan, yahûdî, mecûsî, sîhî, zerdüştî ve budistleri aldatarak kendilerine çeken behâîlerin, bütün dünyâda seksen sekiz yerde teşkîlâtı vardır. En korktukları, dayanamadıkları amansız düşmanları, İslâm âlimleridir. Dînini bilen, anlayan hiç bir müslümanı aldatamayan behâîler, kitaplarını, propaganda neşriyatlarını kırk sekiz dile tercüme edip, her yere dağıtmakta ve bu uğurda milyarları sarf etmektedirler. Fakat İslâmiyet karşısında âciz kalmakta ve eriyip gitmektedirler.
Umûmî Adalet Evi’nden sonra, en önemli merkezleri Amerika’daki Chicago (Şikago)’da 1920’de yapılmış olan büyük mâbedleridir. Avrupa, Amerika, Afrika ve Avustralya’da yetmiş yedi mahallî mahfil resmen tescil edilmiş bulunmaktadır.
Memleketimizde çok az sayıda behâî olduğu söylenmekte olup, behâîliğin evrensel bir din olduğu yolunda hukukî karar çıkarma yolunda gayret sarfetmektedirler. Türk yargıtayı; 13. 12. 1962 târih, 1252 esas ve 2435 sayılı kararıyla, behâîliğin ayrı bir din olarak kabul edilemeyeceğini tescil etmiş ve onların bu çalışmalarını durdurmuştur.
Behâîlerin tapınmaları, teşkilâtları, vazifeleri, Akdes dedikleri kitaplarında yazılıdır. Mantıkî ve çoğu sosyal olan dünyâ görüşlerini, din ve ilâhî vahiy diye anlatmaktadırlar.
Behâîlik inancına göre, Allah, zâtı ve sıfatları îtibâriyle birdir. El-Bâb Ali Muhammed ise, içinde Allah’ın cemâli görünen bir aynadır ve herkes onu orada temaşa edebilir.
Onlara göre; ne İslâmiyet son dindir, ne de Muhammed Mustafâ sallallahü aleyhi ve sellem son peygamberdir. Hazret-i Muhammed Resûllerin değil, nebîlerin sonuncusudur. Çünkü Allahü teâlânın, Mürsillik (Resûl gönderme) sıfatı son bulmaz. Irk ve milliyet tanımazlar. Komünistler gibi bütün dünyâya yayılmak, tek bir selâhiyetli mübeyyinin emirleri ile idare edilmek isterler. Fertlerin faydasını düşünmez, devlet kapitalizmini savunurlar. Behâîlere göre dînî, millî, ırkî, vatanî, siyâsî ayırımlar insanlar için en tehlikeli unsurlar olduğundan, terk edilmelidir. Genel barış, Behâullah’ın fikirlerine uymakla sağlanabilir.
On beş yaşını bitiren her kız ve erkek, yetmiş yaşına kadar behâîliğin hükümlerini yerine getirmek mecburiyetindedir. Bunlar namaz, oruç, hac, zekat, kutsal âyetlerin okunması gibi hususlardır.
Behâîlere göre namaz, samîmî bir kalble Hayfa’ya karşı durup Allah’ı düşünmektir. Namaz ferdîdir ve duadan ibarettir. Üç türlü namaz vardır: 1-Büyük namaz; günde bir defa Allah’a yalvarış için istek duyulduğunda kılınır. 2-Orta namaz; günde üç defa kılınır.
3-Küçük namaz; bir âyetten ibaret olarak, günde bir defa ve öğle üzeri kılınır. Bu üç namazdan birine karar verip kılmak kâfidir.
Behâîlerde oruç, senenin on dokuzuncu ayı olan (2 Mart-21 Mart arası) Âlâ ayında on dokuz gün olarak tutulur. Onlara göre oruç, güneşin doğuşu ile batışı arasında bir şey yiyip içmemekten ibarettir. 21 Mart günü oruç bayramı olup, aynı zamanda behâî yılının ilk günüdür.
Hacları, El-Bâb Ali Muhammed’in Şirâz’daki veya Behâullah’ın Bağdâd’daki evini gidip görmektir ve yalnız erkeklere ve mâlî durumu iyi olanlara farzdır. Belli zamanı ve merasimi yoktur.
Behâîlerde zekat, vergi olarak alınır. Sene içinde azalmaması şartıyla, sermâye üzerinden beşte bir nisbetinde alınan bu vergi, mahfillere teslim edilir. Herkes bunu vermeye mecburdur.
Evlilikte özel bir merasim yapılır ve Behâullah ile Abdülbehâ’nın bu iş için yazdıkları dualar okunur.
Bâhâîler için dokuz gün çalışmak haramdır. Bunlar; 1-21 Mart; Nevruz günü, Oruç bayramı ve behâî yılbaşı, 2-21 Nisan; Rıdvan bayramının ilk günü, Behâullah’ın emirlerini tebliğ ettiği gün, 3-29 Nisan; Rıdvân’ın dokuzuncu günü, 4-2 Mayıs; Rıdvan’ın ikinci günü, 5-23 Mayıs; Bâb’ın emrini açıkladığı gün, 6-29 Mayıs; Behâullah’ın öldüğü gün, 7-9 Temmuz; Bâb’ın öldürüldüğü gün, 8-20 Ekim; Bâb’ın doğum günü, 9-13 Kasım; Behâullah’ın doğum günü.
Behâîlerin mâbedlerine Meşârik-ul-Ezkâr adı verilir. Her şehirde bir tane bulunabilecek bu mâbedlerden, hâlen dünyânın altı yerinde vardır. Bunlar; Asya mabedi, Aşkâbâd’da; Amerika mabedi, Chicago’daki Wilmette’de: Afrika mabedi, Kampala’da; Avrupa mabedi, Almanya’nın Frankfurt kentinde; Avustralya mabedi, Sidney’dedir. Orta Amerika’daki Panama’da da Latin Amerika ana mabedi vardır. Her cephede bir kapısı olan bu mâbedleri dokuz cephelidir. Bütün bu kapılar bir kubbe altındaki merkezî bir salona açılır. Bu mâbedlerin çevresinde çeşitli sosyal te’sisler bulunmaktadır.