“Kur’ân-ı kerîmin zahirî yâni anlaşılan mânâsı olduğu gibi, bâtınî yâni gizli, iç mânâsı da vardır. Bâtınî mânâsı lâzımdır, zahirî mânâsı lâzım değildir” diyerek, mecûsîlikteki ve çeşitli bâtıl dinlerdeki inanışları İslâm dînindenmiş gibi göstermeye çalışan fırka. İsmâîliyye ve Karâmita adlarıyla da bilinen bu fırkanın ne zaman ve kim tarafından kurulduğu hususunda çeşitli rivayetler vardır.
Ca’fer-i Sâdık’ın oğlu İsmail’i imâm kabul ettikleri için İsmâiliyye; yedinci imâm olarak Ca’fer-i Sâdık’ın oğlu İsmail’i kabul ettikleri ve şerîat sahibi peygamber yedi tanedir dedikleri için Seb’iyye; haram olan şeyleri mubah saydıklarından Hurremiyye; kırmızı giyindikleri için Muhammira; hakîkâtların sâdece imâmdan öğrenileceğine inandıklarından Tâlimiyye; kurucularından Hamdan Karmat’ın ismine nisbetle Karâmita; Bâbek Hurremî’ye tâbi oldukları için Bâbekiyye; afyon kullandıklarından Haşhâşiyye gibi isimler alan bu sapık fırka mensupları, Kur’ân-ı kerîm âyetlerinin ve hadîs-i şerîflerin zahiri mânâlarını hükümsüz sayarak bâtınî mânâlarına uyduklarını iddia ettikleri için de Bâtıniyye ismini almışlardır.
İslâmiyet’in üç kıtada sür’atle yayılması, İslâm dînine ve İslâm ordularına kılıç ile karşı koyamayan din düşmanlarını, bu yayılışa karşı tedbirler almaya sürükledi. Kur’ân-ı kerîme ve hadîs-i şerîflere kendi inançlarına göre mânâ verip, genç ve câhil kimselere İslâmiyet adı altında bunları öğretmek yolunu tuttular.
İlk önce, aslen İranlı bir mecüsî olup, Ca’fer bin Muhammed es-Sâdık’ın âzâdlı kölesi olan ve göz tabibi olduğu için “Kaddâh” diye bilinen Meymûn bin Deysân, Ahvaz civarında, mecûsîlikteki bâtıl inanışları İslâm dînindenmiş gibi göstererek, anlatmağa başladı. Mecûsîlikteki eski inanış ve âdetlerinden tamamen vazgeçmemiş olan ve yeni müslüman olan İranlılar arasında, bir mikdar tarafdâr da buldu, önce, kendisinin Ali bin Ebû Tâlib’in kardeşi Ukayl neslinden olduğunu iddia etti. Mecûsîleri ve câhil kimseleri etrafında toplayarak, bozguncu fikirlerini yaymaya devam etti.
Şiîlerin altıncı imâm olarak kabul ettiği Ca’fer-i Sâdık’ın 765 (H. 148)’de vefatından sonra, yedinci imâmın, Ga’fer-i Sâdık’ın büyük oğlu İsmail olduğunu iddia ederek, yedinci imâm Mûsâ el-Kâzım’ın imametini kabul eden imâmiyye (isnâ aşeriyye) fırkasından ayrıldı. Ona tâbi olanlar, İsmail bin Ca’fer-i Sâdık’ın imâm olduğunu kabul ettikleri için İsmâiliyye, onu yedinci imâm olarak kabul ettikleri için Seb’iyye ismini aldılar.
Meymûn bin Deysân el-Kaddâh’ın, müslümanlar arasında mecûsîlikteki sapık inanış ve âdetleri yaymaya, fitne ve fesat çıkarmaya çalıştığını haber alan Irak valisi, onu ve bâzı ileri gelen arkadaşlarını haps ettirdi. Meymûn ve arkadaşları, hapishanede bir araya gelerek yeni inanış ve fikirler ileri sürüp, gizli çalışacak olan Bâtınîliği kurdular. Hapisten kurtulunca, Ahvâz ve Tûs civarında, sapık fikirlerini, halk arasında, gizli tebliğ metodlarıyla yaymaya başladılar. Dâî denilen gizli propagandacılar yetiştirip, insanları ifsâd ettiler.
Meymûn bin Deysân’ın ölümünden sonra, yerine oğlu Abdullah bin Meymûn geçti ve babasının bâtıl fikirlerini yaymaya devam etti. Irak bölgesinde durumu açığa çıkan ve tâkib altında olduğunu anlayan Abdullah bin Meymûn el-Kaddâh, Horasan ve Kuzistan taraflarına gidip, Kur’ân-ı kerîm âyetlerinin ve hadîs-i şerîflerin zahirî yâni açık mânâlarından başka bâtınî yâni gizli mânâlarının da bulunduğunu, asıl olanın bâtınî mânâ olduğunu ileri sürüp, kendi görüşüne göre mânâ vererek müslümanların îtikâdmı bozmaya çalıştı. Kendisinin İsmail bin Ca’fer-i Sâdık’ın neslinden olduğunu iddia etti.
Küçük yaşından îtibâren çeşitli ilimleri ve felsefî akımları okuyup öğrenen Abdullah, mü’slüman olmadığı hâlde, takva sahibi ve tasavvuf ehli bir müslüman görünerek, Horasan ve Kûhistan beldeleri ahâlisi arasında şöhret bulup tarafdâr topladı. İbâdetlerin ve haramların cenâb-ı Hakk’ın yakın dostları için değil, avam yâni halk için olduğunu ve kız kardeşle evlenmenin caiz olduğunu söyledi, özel olarak yetiştirilen dâîler de; Küfe, Basra, İran, Yemen, Bahreyn, Kuzey Afrika gibi müslüman beldelere giderek, bu fikirleri gizlice yaymaya çalıştılar.
Dâîler; gittikleri yerlerde önce ibâdet vezühdle uğraşıyor, yörenin özelliğine göre tasavvuf ehlindenmiş gibi görünerek ve müslümanların iyi niyetinden istifâde ederek aldatmaya çalışıyorlardı. Câhil halka, ihtilâfa ve şüpheye düşürücü sorular sorarak, fitne tohumlarını ekiyorlardı.
Abdullah bin Meymûn’un adamlarından olup, Kerh ve İsfehan dolaylarında propagandası etkili olan ve Dendân lakabıyla bilinen Muhammed bin Hüseyn, çevresindeki insanlardan Arablara karşı kin besleyenleri toplayıp, asıl maksadını gizleyerek sapık fikirlerini telkin etti. Abdullah bin Meymûn’la görüşen ve Bahreyn bölgesinde propagandası etkili olan Hamdan bin Karmat’a bağlı dâîler de, bölgede iktidarı ele geçirerek, 891 (H. 278)’de Karmatî Devleti’ni kurdular.
Ehl-i sünnet itikadında olan samîmi müslümanlara zulüm ve işkence yaptılar. Müslümanları, kendi sapık fikirlerine inanmaya zorladılar. 929 (H. 317) yılında, reisleri olan Ebû Tâhir, Mekke-i mükerremeyi yağma ettirip, Hacer-ül-esvedi yerinden sökerek Basra civarındaki Hicr şehrine götürdü. Bu mübarek taş, 22 sene Karmatîlerin elinde katdı. Karmatîler 943 (H. 332) senesinde yıkıldılar.
Kendisinin Ehl-i beytten olduğunu iddia eden Abdullah bin Meymûn’un neslinden gelen ve bu yüzden kendilerine Fatımî diyen dâîler de, Mısır taraflarına gidip çeşitli hîle ve propagandalarla iktidarı ele geçirip, 910 (H. 298) yılında Fatımî Devleti’ni kurdular.
Ehl-i sünnet olan müslümanlara, akla gelmedik işkence ve zulümler yaptılar. Abbasî halîfeleri ve Selçuklulara karşı uzun zaman mücâdele edip, devletlerinin sınırlarını genişletmeye çalıştılar. Fakat içlerinde baş gösteren ayrılık hareketleri netîcesinde çeşitli fırkalara bölündüler. Bunların ilki; Bahreyn Karmatîleridir. Fatımî hükümdarı Mustansır-billah’ın ölümünden sonra, büyük oğlu Nizâr’ı ve küçük oğlu Musta’lî’yi imamete (hilâfete) lâyık görenler ortaya çıktı, Neticede; Nizârîler ve Müsta’lîler olmak üzere iki büyük fırkaya ayrıldılar. Aralarıdaki mücâdeleler gittikçe kızıştı. Bu parçalanma ve karışıklıkları fırsat bilen Selâhaddîn-i Eyyûbî, 1171 (H. 567) senesinde iktidarı ele geçirerek sapık Fatımî Devleti’ni ortadan kaldırdı.
Selçuklu vezîri Nizâm-ül-mülk ile Şâir Ömer Hayyâm’ın talebelik arkadaşı olan Hasan Sabbâh, Nizâm-ül-mülk ile arası açılınca, Mısır’a gidip bir müddet orada kalıp, tekrar İran’a döndü. Selçuklulara isyan etti. Bâzı kaleleri alarak 1081’de İsmâiliyye Devleti’ni kurdu. Alamut kalesini de alıp merkez yaptı. Kurduğu Fedâyîn adlı terör teşkîlâtıyla pek çok müslümanı, devlet adamını ve âlimi şehîd ettirdi. Ehl-i sünnet âlimlerinin kitaplarını okumayı ve onlarla görüşmeyi şiddetle men etti.
Bu sırada Bâtınî ileri gelenlerinden Celâleddîn Hasen, Bâtınîliği terk edip İslâmiyet’e girdi ve müslüman devletlerle münâsebetler kurdu. Gün geçtikçe zayıflayan ve etkisini kaybeden Bâtınî İsmâilî Devleti, İlhanlı (Moğol) hükümdarı Hülâgû’nun 1256 (H. 654) senesinde Alamut kalesini zabt etmesiyle yıkıldı. İsmâiliyye Devleti’nin son reisleri olan Rükneddîn’i öldürdü. Horasan ve Azerbaycan’daki İsmâiliyye (Bâtınî) eşkıyalarını kılıçdan geçirip, kale ve sığınaklarını yıktı. Müslümanlar böylece büyük bir felâketten kurtulmuş oldular. Sâdece Suriyedeki kale ve tekkeleri kaldı.
Daha önce Mısır’daki Fatımî Devleti’nin yıkılması üzerine, Yemen taraflarına giden Mustansır-billah’ın oğlu Muşta’lî’nin imametini (hilâfetini) kabul eden Müsta’lîler, faaliyet sahalarını genişletip Hindistan taraflarına gittiler. Hasan Sabbâh ve tarafdârlarının aksine, yumuşak ve sessiz bir yol tâkib eden bu Bâtınî grubu, kısa zamanda çevrelerinde adam toplamayı başardılar. Bugün Hindistan’da Bohra veya Bohara adıyla tanınan kalabalık bir topluluğa sâhib olan Hindistan Bâtınîleri, daha sonra Dâvûdî ve Süleymânî olmak üzere, ikiye ayrıldılar. Dâvûdîler Hindistan’da kalıp; Süleymânîler Yemen’e döndü. Bugün Dâvûdîlerin merkezi Hindistan’da; Süleymânîlerinki ise Yemen’dedir.
Bâtınîlerin, görüşlerini yaymak için kabul ettikleri temel prensipleri şunlardır:
1-Din bilgisi olanlarla konuşulmayacak. Din âlimi bulunan yerde tamamen gizlenilecek.
2-Karşıdakinin arzusuna ve keyfine göre konuşulacak. Meselâ, zahidin yanında zâhidler medh edilecek. Fâsıka, düşkün olduğu günahların yasak olmadığı söylenecek. Ehl-i sünnetin yanında, Ehl-i sünnet övülecek; “Hepimiz kardeşiz” denilecek.
3-Müslümanlar, İslâm dîninin emirleri ve yasakları hususunda şüpheye ve kararsızlığa düşürülecek. Meselâ özürlü kadına oruç kaza ettiriliyor da, namazları niçin kaza ettirilmiyor? Bevl (idrar) daha pis olduğu hâlde niçin bevl çıkınca da gusül farz olmuyor? Beş vakit namazların iki ve üç veya dört rekât olması nedendir? gibi şeyler sorup zihinleri bulandırılmaya çalışılacak.
4-Sırlarını yabancılara söylememek için söz alırlar. Allah, Kur’ân’da misâk emr ediyor derler.
5-”Din ve dünyâ büyükleri bizi beğenip öğüyor” derler.
6-Aldatmak için önce herkesin inandığı şeyleri müdâfaa ederler.
7- İbâdetlere lüzum yoktur. Kalbin temiz olması esastır derler.
8- Avlanılan gençlere hakîkî müslümanlık olan Ehl-i sünnet îtfkâdını kötülemeli, Ehl-i sünnete gerici demeli, son olarak haramları işlemeye alıştırmalı.
Bunları yaptırmak için, âyet-i kerîmelere ve hadîs-i şerîflere yanlış mânâlar vermeli. Bunlar bâtınî mânâlardır. Her âlim bunlarfanlayamaz demeli. Meselâ Cennet, ibâdetlerdşn kurtulmak ve lezzetli şeyleri yapmaktır. Cehennem, ibâdetlerin yüklerine katlanmak ve haramlardan sakınmaktır demeli.
Bâtınîler bu prensiplerini, kurdukları gizli davet teşkîlâtıyla uygularlar. Bu teşkîlât, belli davet metodlarına göre hareket eder. Bâtınî olmak isteyenler, derece derecetelkine tâbi tutularak, bu metodları öğrenirler. Böyle hareket ederek en üst seviyeye ulaşan kimsenin İslâm dîninin îmân esaslarıyla hiç’bir ilgisi kalmaz.
Bâtınîlerin, ilk zamanlar Yunan felsefecilerden, daha, sonra da, mecûsîlik ve mejdekçilikten aldıkları ve İslâm dînine aitmiş gibi göstermeye çalıştıkları sapık ve bâtıl inanışları şöyle özetlenebilir.
1-”Yaratıcı yâni Allah ne vardır, nede yoktur. Ne âlimdir ne câhildir. Ne kadirdir ne âcizdir. Bütün sıfatları da böyledir. Çünkü bunlar var denirse, mahlûklara benzetilmiş olur. Yoktur denirse, yokluk kondurulmuş olur. Yaratan, kadîm yâni başlangıcı olmayan da değildir. Hadis yâni sonradan olan da değildir” derler.
2-”Kur’ân-ı kerîmin bir zahirî mânâsı, bir de bâtını mânâsı vardır. Bâtın (iç, öz) mânâsı lâzımdır. Cevizin kabuğu değil, içi işe yarar.” diyerek Kur’ân-ı kerîm âyetlerine kendi anlayış ve kafalarına göre yanlış mânâlar verip, aslı bozulmamış tek din olan yüce dînimizin emirlerini ve yasaklarını değiştirmeye çalışırlar.
3-Yedi sayısı kutsaldır. Felsefecilerden Pythagoras’çıların nazariyelerinden alınan bu görüşe göre âlemin nizâmı ve târihî hâdiseler yedi sayısı üzerine kurulmuştur. Allah, küllîakıl, nefs, aslî madde (heyula), feza, zaman, yeryüzü âlemi ve insanlık olarak yedi tecellî kabul ederler. Yeryüzü âleminin kendilerine Nâtık adı verilen din getirmiş yedi peygamberi vardır. Bunlar; Âdem, Nuh, İbrahim, Mûsâ, Îsâ, Muhammed aleyhimüsselâm ile Muhammed Mehdî olacaktır. Her peygamber arasında yedi imâm vardır. Bunlar davet liderleridir. Her devirde bulunması gereken imamların sayısı da yedidir. Bunların vazifeleri ve yetkileri şunlardır:
Birincisi, İmâm; doğrudan doğruya Allah’tan ilim alan, ilâhî kudretle mücehhez, yeryüzünün kutbu, göklerin merkezi, dilemesi ile imkânsız şeyleri mümkün kılan, kemâlin zirvesinde bulunan ve Muhammed bin İsmail’in neslinden gelen ve her devirde bulunan, masum yâni günahsız, bâzan gizli, bâzan aşikâr olan kimsedir. Onu hakîkî kişiliğiyle tanımak mümkün değildir.
İkincisi Hüccet; imâmdan feyz alır. İmâmın ilmini yüklenmiştir.
Üçüncüsü, Zü-massa; imâmdan çok, hüccetle görüşür ve onun verdiği emirlere göre hareket eder. Çocuğun meme emmesi gibi, bilgileri hüccetten emdiği için bu adla anılırlar.
Dördüncüsü; Dâî-i ekber; insanları tecrübe süzgecinden geçirdikten sonra, ehil gördüklerini Bâtıhîliğe davet eder. Bâtınîliğe inananların derecelerini yükseltmek yetkisi vardır.
Beşincisi, Dâî-i me’zûn; Bâtınîliğe meyilli olanlardan and ve misâk alır. Ondan sonra, tâlibler taahhüd altına girmiş olurlar. Dâî-i me’zûn, bu kimselere ilim ve irfan kapılarını açarlar.
Altıncısı, Mükelleb; dâîlere yardım eder: Dinde derecesi yüksek olmakla beraber, halkı davet için kendisine izin verilmiş değildir. Halk arasında dolaşarak, kendilerine göre kabiliyetli gördüğü kimseleri bir takım hîle ve tertiplerle dâîlere getirirler. Av köpeğinin avcıya avı getirdiği gibi, bunlar da insanları dâîye getirdikleri için mükelleb adını alırlar.
Yedincisi, Mü’min; Bâtınîliğe inanan, ahd verdiği dâîye tâbi olan, ahde riâyet edeceği kesinlikle bilinen kimsedir.
Henüz Bâtınîliğe girmemiş, fakat dâîlerin teklifini olumlu karşılayan bu kimselere de Müstecib denilir.
4-Âhıret hayâtını inkâr eden Bâtınîler; “Cennet, Cehennem, ba’s yâni yeniden dirilme, haşr, mahşer, mîzân ve sırat, olması mümkün olmayan şeylerdir.
Cennet, bu dünyâdaki nimetler; Cehennem ise, dünyâda yapılan ibâdetlerin ve haramlardan kaçınmanın verdiği sıkıntı ve eziyetlerdir” derler.
5-”Namaz ve zekât gibi ibâdet ve haramlar, Allah’ın yakın dostları için değildir” derler. Bir çok haramları mubah sayarlar. Anne ve kız kardeşlerle kendi kızlarıyla evlenmeyi caiz görürler.
Bu gibi ibadet ve haramlarla havâss yâni ast tabaka mükellef olmayıp, avam yâni halk kısmı mükelleftir derler.
Peygamber efendimizden önce yaşamış olan Mejdek’in fikirlerini benimseyen Bâtınîler; “Her şey herkesin malıdır. Zevceleri değiştirmek helâldir. Herkesin malları ve yaşayışları eşittir. Şahsî tasarruf yoktur. Bütün insanlar eşit ve her şeyde ortaktırlar. Birbirinin zevcelerini isterse ona vermesi lâzımdır. Zenginler, malları fakirlere vermeli, onların ihtiyaçlarını gidermelidir” derler.
6-Yedinci İmâm, İsmail bin Ca’fer-i Sâdık’ı kabul ederler. Bu sebeble İsmâiliyye adını alırlar.
7-Tenasühe inanan Bâtınîler; “Ruhlar, insan öldükten sonra tekrar dünyâya gelip, başka bedene girer. Allah’ın ruhu ön iki irnâma hulul etmiştir. On ikinci imâm gelinceye kadar İslâmiyet’e uymak lâzım değildir. Cebrail, vahyi, hazret-i Ali’ye getirmek için emr olunmuştu. Yanılarak Muhammed aleyhisselâma getirdi” derler.
Bâtıl inanış ve fikirlerinden önemli görülen bir kısmı anlatılan Bâtınîlerin küfür içinde olduklarını bir çok Ehl-i sünnet âlimi bildirmiştir. Büyük âlim İmâm-ı Gazâlî hazretleri, Fedâih-ul-Bâtınîyye=Bâtınîlerin (İsmâilîlerin) kepazelikleri adlı eserinde, Bâtınîlerin sapıklık ve küfür olan fikirlerini yazmış, gerekli cevapları vererek, insanlara doğru yolu göstermiştir.