Hicretin ikinci yılında sevgili Peygamberimizin, Bedr’de Mekkeli müşriklerle yaptığı savaş. Mekkeli müşrikler, Medine’de bulunan müslümanları, fırsat buldukça rahatsız ediyorlar, Peygamber efendimiz ile oraya hicret eden Muhacir sahâbîlerin mübarek vücûdlarını ortadan kaldırmanın yollarını arıyorlardı. Bu sebeple aralarında sermâye toplayıp, bin develik bir kervanı, Ebü Süfyân başkanlığında Şam’a gönderdiler.
Bu kervanın kârıyla silâh satın alacaklar ve bunları, müslümanlarla yapacakları savaşta kullanacaklardı. Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem efendimiz, müşriklerin Şam’a kervan gönderdiklerini haber alınca; onların malları ve silâhları ellerinden alınırsa, mukavemetleri kırılır, ehl-i İslâm’a zararları azalır düşüncesiyle hazırlık yaptılar.
Medine’de yerine namaz kıldırmak üzere Abdullah ibni Ümmi Mektûm’u (radıyallahü anh) bıraktılar. Ayrıca hanımı rahatsız olan hazret-i Osman ve onun gibi altı kişiye vazife verip, kalmalarını emir buyurdular ve keşif için iki sahâbîyi gönderdiler. Yanlarına Muhacirlerden ve Ensârdan üç yüz beş sahâbî alarak, Ramazân-ı şerîfin on ikinci günü Mekke, Medîne ve Suriye’ye giden yolların birleştiği Bedr mevkiine doğru yürüdüler. Sayıları, vazifeli ve Medine’de kalanlarla birlikte 313 kişiyi, buluyordu.
Alemlerin efendisi olan sevgili Peygamberimizin sancağını, Mus’ab bin Umeyr, Sa’d bin Mu’âz ve hazret-i Ali (radıyallahü anhüm) taşıyorlardı. Eshâb-ı kiramın yanlarında sâdece iki at ve yetmiş deve vardı. Bunlara da nöbetleşerek biniyorlardı.
Resûl-i ekrem sallallahü aleyhi vesellem efendimiz ve yüce Eshâbı, oruçlu olarak çölde, kavurucu sıcak altında yürüyorlardı. Eshâb-ı kiram, İslâmiyet’i yaymak için, pek çok sıkıntılara katlanarak Peygamber efendimizin peşinden aşk ve şevkle gidiyorlardı. Çünkü sonunda, Allahü teâlâ ile Resûlünün rızâsı ve can attıkları şehîdlik ve Cennet vardı… Sevgili Peygamberimiz, Eshâbının hâllerine bakıp; “Allah’ım! Onlar, yayadırlar. Sen, onlara binit ver! Allah’ım! Onlar açık ve çıplaktırlar. Sen, onları giydir! Allah’ım! Onlar açdiflar, onları doyur! Fakirdirler, fadl-ı kereminle onları zengin eyle!” diye dua buyurdular.
Peygamber efendimiz ve mübarek ordusu, bu şiddetli sıcaklar altında Bedr’e doğru ilerlerken, müşriklerin Şam’dan gelen kervanları da Bedr’e yaklaşmıştı. Müşrikler, müslümanların kervanı elde etmek üzere yola çıktıklarını öğrenip, Mekke’ye doğru sûr’atle yola koyuldular. Bir haberci ile Mekkelileri haberdâr etmeyi de ihmâl etmediler. Bunu duyan Mekkeliler, derhal toparlanıp, hazırlıklarını yaptılar. Yedi yüz develi, yüz atlı süvari ile yüz elli piyade topladılar. Bu azgın müşrik sürüsü, kadınların çaldığı defler ve söyledikleri şarkılarla yola çıktı.
İslâm Ordusu Bedr’e yaklaşmıştı. Peygamber efendimiz, hazret-i Ömer’i, son bir defa îkâz için, Kureyşlilere andlaşmaya gönderdi. Ömer bin Hattâb (radıyallahü anh) onlara; “Ey inatçı kavimi Resûl aleyhisselâm buyurur ki: “Herkes bu işten vazgeçsin. Selâmetle geri dönsün. Zîrâ sizden başkası ile çarpışmak, bana, sizinle çarpışmaktan daha makbuldür!…” dedi. Bu teklif karşısında Kureyş müşriklerinden Hâkim bin Huzâm ileri çıkıp; “Ey Kureyş cemâati! Muhammed size çok insaflı davrandı. İsteğini derhal yerine getiriniz. Eğer, bunu yapmazsanız, yemîn ederim ki, bundan sonra size hiç insaf etmez!…” dedi. Ebû Cehl, Hâkim’in sözüne kızarak; “Asla kabul etmeyiz ve müslümanlardan intikam almadıkça, geri dönmeyiz. Tâ ki, bir daha kimse, kervanımıza taarruz etmesin!…” diyerek sulh yollarını kapayınca, hazret-i Ömer geri döndü.
O gece, Peygamber efendimiz ve şanlı Eshâbı, Bedr’e müşriklerden önce gelip, kuyulara yakın bir yere indiler. Peygamber efendimiz Eshâbıyla istişare edip, karargâhın nerede kurulması gerektiği hakkındaki tekliflerini sordu. İçlerinden Habbâb bin Münzir’in (radıyallahü anh) teklifi dikkate alınarak, karargâhın, Bedr kuyusu yakınına kurulması kabul edildi.
Peygamberlerin sultânı, şerefli Eshâbıyla harp sahasını gezdiler. Zaman zaman durarak; “İnşâallah, yarın sabah filânın vurulup düşeceği yer şurasıdır! İnşâallah, yarın sabah filânın vurulup düşeceği yer şurasıdır! İşte şurasıdır! Şurasıdır…” buyurarak, mübarek elleriyle Kureyşli müşriklerin öldürüleceği yerleri, birer birer gösterdiler.
Sonradan, hazret-i Ömer bunu; “Onlardan her birinin, Resûl-i ekremin mübarek elini koyduğu yerlerin tam üzerinde vurulup Öldürüldüğünü gördüm. Ne birazcık ileride, ne de geride idiler” şeklinde haber vermiştir.
Mübarek İslâm ordusunun; sağ kanadına kahraman mücâhid Zübeyr bin Avvâm, sol kanadına da Mikdâd bin Esved (radıyallahü anhüm) kumanda edecekti.
Eshâbı kiramın karargâh kurduğu yer kumluktu. Bu ytizden yürümede güçlük çekiliyor ve ayaklar kuma gömülüyordu. Allahü teâlânın ihsanı, Resûlullah efendimizin duası bereketiyle, o gece gittikçe hızlanan bir yağmur yağmaya başladı, derelerde taşacak kadar sel gidiyordu. Su kapları dolduruldu. Zemin, ayaklar batmayacak kadar sertleşti.
Müşrikler çamur ve sel içinde kaldılar. Fecrden sonra, Resûlullah efendimiz Eshâbını namaza kaldırdılar. Sabah namazını kıldırdıktan sonra, düşmanla cihâd etmenin ve şehîdliğin faziletinden bahsederek, onları çarpışmaya teşvik eylediler.
Ramazân-ı şerîfin on yedisinde Cum’a günü Peygamber efendimiz, ordusunun düzenini yeniden gözden geçirip, verdiği talimatı tekrarladılar. Bu sırada, üzerine zırh giymiş Kureyş müşrikleri karargâhlarından çıkıp, Bedr vadisine doğru akmaya başladılar. Büyük bir gurur ve kibir içinde İslâm ordusuna hücûma geçmişlerdi.
Resûlullah efendimiz, müşriklerin bu hâlini görünce, hezret-i Ebû Bekr ile çadıra girdi ve mübarek ellerini kaldırarak; “Yâ Rabbî! İşte, Kureyş müşrikleri bütün gurur ve kibirleri ile geliyor!... Sana meydan okuyor, Peygamberini yalanlıyorlar. Ey Allah’ım! Bana yaptığın yardım ve zafer vadini yerine getirmeni senden istiyorum!… Allah’ım! Eğer şu bir avuç müslümanın helakini diliyorsan, sonra sana ibâdet eden bulunmayacaktır!…” diye cenâb-ı Hakk’a yalvarmağa başladı. Peygamber efendimizin, bu fevkalâde hazîn ve yürekler parçalayan yalvarışı, kendinden geçerek ridâsının mübarek omuzundan düşmesine kadar devam etti.
Sevgili Peygamberimiz sallallahü aleyhi ve sellem, ordusunun başına geldiğinde, Eshâb-ı kiram yerinde duramaz hâlde idiler. Fakat Efendimizden bir emir gelmeden, küçük bir harekette bulunamıyorlardı. Her birinin içleri birer volkan gibi kaynamaya başlamıştı!…
Bu sırada, müşrik ordusundan üç kişinin ileri atıldığı görüldü. Bunlar; Rebîaoğullarından azılı İslâm düşmanları Utbe, kardeşi Şeybe ve oğlu Velîd idi. Mücâhidlere doğru; “İçinizde bizimle çarpışabilecek kimse var mıdır?” diye bağırdılar. Eshâb-ı kiramdan, en önce hazret-i Ebû Huzeyfe, babası Utbe’ye karşı çarpışmak için ilerleyince, Alemlerin sultânı, ona; “Sen dur!” buyurdular. Medîneli mücâhidlerden Afra Hâtun’un (radıyallahü anhâ) oğulları, Mu’âz ve Mu’avvez, Abdullah bin Revâha (radıyallahü anhüm) ileri yürüdüler. Utbe, Şeybe ve Velîd’in karşılarına dikildiler.
Ellerinde kılıç, hazır bekliyorlardı. Müşrikler; “Siz kimsiniz?” diyerek kendilerini tanıtmalarını istediler. Onlarda; “Medîneli müslümanlardanız” deyince, müşrikler; “Bizim sizlerle işimiz yok! Bize Abdülmuttaliboğulları lâzım. Onlarla çarpışmak isteriz” dediler ve İslâm ordusuna dönüp; “Yâ Muhammed! Bizim karşımıza, kendi kavmimizden dengimiz olanları çıkar!” diye bağırdılar.
Resûl-i ekrem sallallahü aleyhi ve sellem efendimiz, meydandaki bu üç yiğit Eshâbına dua buyurduktan sonra, yerlerine dönmelerini emretti. Sonra Eshâbı arasına göz gezdirip; “Ey Hâşimoğulları! Kalkınız! Allahü teâlânın nurunu, bâtıl dinleriyle söndürmek için gelenlere karşı, Hak yolunda çarpışınız ki, Allahü teâlâ zâten Peygamberinizi de bunun için göndermiş bulunuyor. Kalk, yâ Ubeyde! Kalk, yâ Hamza! Kalk, yâ Ali!” buyurdular.
Allahü teâlânın aslanları hazret-i Hamza, hazret-i Ali ve hazret-i Ubeyde meydana yürüdüler. Müşriklerin karşılarına dikilince; “Siz kimsiniz! Eğer bizim dengimiz iseniz sizinle çarpışırız” dediler. Onlar da; “Ben Hamza’yım!” “Ben Ali’yim!” “Ben Ubeyde’yim!” diye cevap verince, müşrikler; “Sizler de bizim gibi şerefli kimselersiniz. Sizinle çarpışmayı kabul ettik” dediler. Kahraman İslâm mücâhidleri, müşrikleri, önce îmâna davet ettilerse de, kabul etmediler. Bunun üzerine üçü birden kılıçlarını sıyırıp, müşriklere saldırıp, Utbe ve Velîd kâfirini hemen öldürdüler. Hazret-i Ubeyde Şeybe’yi, Şeybe de Ubeyde’yi (radıyallahü anh) yaraladı. Hazret-i Hamza ve hazret-i Ali, Ubeyde’nin (radıyallahü anh) yardımına yetişip, Şeybe’yi orada öldürdüler.
Bu vuruşmada üç mühim adamını kaybeden müşrikler, şaşkına döndüler. Buna rağmen Ebû Cehl, ordusunun moralini düzeltmek için; “Siz Utbe’nin, Şeybe’nin, Velîd’in ölmelerine bakmayın, onlar çarpışmada acele edip, boş yere öldüler! Yemîn ederim ki, müslümanları tutup iplere bağlamadıkça geri dönmeyeceğiz!” diyerek teselli vermeye çalışıyordu.
Kahraman Eshâb-ı kiram ise, bir an önce bu müşrik gürûhunu kılıçlarıyla cezalandırmak için sabırsızlanıyordu. Sonra peygamberlerin sultânı Habîb-i ekrem efendimiz yere eğilip bir avuç kum aldı. Düşman üzerine savurarak; “Kara olsun yüzleri!… Allah’ım!.Kalblerine korku sal, ayaklarına titreme ver!” buyurdu ve Eshâbına dönüp; “Hücûma kalkınız!… Saldırınız!…” emrini verdiler. Bir işaret bekleyen şanlı Eshâb, önceden verilen talimat üzere hareket etmeye başladı.
Allahü teâlânın aslanları; hazret-i Hamza iki eline aldığı iki kılıçla çarpışıyor; hazret-i Ali, hazret-i Ömer, Zübeyr bin Avvâm, Sa’d bin Ebî Vakkâs, Ebû Dücâne, Abdullah, bin Cahş (radıyallahü anhüm) müşrik saflarının bir ucundan girip bir ucundan çıkıyorlar, kâfirleri şaşkına çeviriyorlardı. Her biri geçilmez birer kale olmuştu. “Allahü ekber!.;. Allahü ekber!…” sadâları âlemi dolduruyor, Allahü telâlânın sânının Büyüklüğü, kâfirlerin beyinlerine balyoz gibi indiriliyordu. Peygamber efendimiz; “Yâ Hayyu! Yâ Kayyûm!” diye, Allahü teâlâya yalvarıyordu.
Müşrikler, reisleri olan Ebû Cehl’i ortalarına aldılar. İçlerinden Abdullah bin Münzir adlı bir kâfiri, Ebû Cehl gibi giydirip ona benzettiler. Hazret-i Ali, Abdullah’ın üzerine saldırdı. Ebû Cehl’in gözleri önünde, Abdullah’ı öldürdü. Onun yerine Ebû Kays’ı giydirdiler. Onu da hazret-i Hamza öldürdü.
Âlemlerin efendisi Resûl-i ekrem sallallahü aleyhi ve sellem bir taraftan çarpışıyor, bir taraftan da Eshâbını heyecana sürükleyen şu mübarek hadîs-i şerîfini söylüyordu: “Varlığım yed-i kudretinde bulunan Allahü teâlâya yemin ederim ki, bu gün cenâb-ı Hakk’ın rızâsını umarak, sabır ve sebat göstererek çarpışanları, arkalarına dönmeden ilerlerken öldürülenleri, Hak teâlâ, muhakkak Cennet’ine koyacaktır.” Bu mübarek sözü işiten Umeyr bin Hümâm (r. anh); “Ne güzel! Ne güzel! Demek, Cennet’e girebilmem için şehîd olmamdan başka bir şey lâzım değilmiş” diyerek, hücûmlarını git gide sıklaştırdı ve şehîd oluncaya kadar çarpıştı.
Muharebe iyice şiddetlenmişti. Bir sahabenin üzerine, en az üç müşrik saldırıyordu. Müşriklerin hücûmu artınca, Eshâb-ı kiram güç duruma düştü.
O sırada Resûlullah efendimiz, hazret-i Ebû Bekr ile hurma dallarından yapılmış çadırlarına girdiler, Peygamberimiz, yine Allahü teâlâya münâcâta başladı. “Yâ Rabbî! Bana vâdettiğin yardımı lütfet!..” diye yalvarıyordu. O anda vahiy geldi. Meâlen buyuruluyordu ki: “O vakit Rabbinizden yardım ve zafer istiyordunuz da, O size; “Gerçekten ben arka arkaya bin melâike ile imdâd ediyorum” diye duanızı kabul buyurmuştu.” (Enfâl sûresi: 9) Peygamber efendimiz, hemen ayağa kalktılar ve; “Müjde yâ Ebâ Bekr! Sana, Allahü teâlânın yardımı yetişti! İşte şu Cebrail’dir. Kum tepeleri üzerinde, atının dizginini tutmuş, silâhlanmış, emir bekliyor” buyurdu.
Enfâl sûresinde bildirildiği üzere cenâb-ı Hak, meâlen buyurmuştu ki: “Hani Rabbin meleklere; (Müslümanlara nusret ve yardım hususunda) sizinle beraberim diye vahyeyledi. Haydi mü’minlere (nusret müjdesiyle) sebat ilham ediniz. Ben şimdi kâfirlerin gönüllerine dehşet ve korku dalacağım. Vurun hemen onların boyunlarının üstüne, vurun her bir parmaklarına (mafsallarının hepsine)!.. Çünkü onlar, Allahü teâlâya ve Resûlüne karşı geldiler. Kim Allahü teâlâ ve Resûlüne karşı gelirse, Allahü teâlânın (azabına uğrar) cezası çok çetindir!” (Enfâl sûresi: 12, 13).
Bu emir üzerine, Cebrail, Mîkâil ve İsrafil aleyhimüsselâm, yanlarına biner melek alarak sevgili Peygamberimizin sıra ile; yanında, sağında ve solunda yerlerini aldılar. Artık melekler de harbe girmişti.
Abdurrahmân bin Afv (radıyallahü anh) da kıyasıya Kureyşlilerle çarpışıyor, aldığı yaralardan akan kanlara aldırmadan, önüne geleni deviriyordu. Hazret-i Abdurrahmân, şahid olduğu bir hâdiseyi şöyle anlattı: “Bir ara önümde kimse kah mamıştı. Sağıma-soluma baktığımda gözüme, Ensâr’dan iki delikanlı Hişti. Bunlardan en kuvvetli ve vtırucu olanı ile bulunmak istedim.
Bu iki gençten biri, beni gözü ile süzdü, sonra bana; “Ey amca! Ebû Cehl’i tanır mısın?” diye sordu. Ben de; “Evet tanırım” dedim ve; “Ey kardeşimin oğlu, Ebû Cehl’i ne yapacaksın?” diye sorunca; “Öğrendiğime göre Resûlullah’a sövermiş. Allahü teâlâya yemin ederim ki, onu bir görürsem, öldürünceye veya kendim ölünceye kadar asla ondan ayrılmayacağım” dedi. Bir gencin, heyecanlı olarak söylediği bu kat’î ve kararlı söze doğrusu hayret ettim. Öteki de aynı sözleri söylüyordu. Bu sırada Ebû Cehl gözüme ilişti, ve “Ey gençler! öteye beriye telâşla giden şu şahıs, Ebû Cehl’dir” deyince, hemen Ebû Cehl’e yaklaşarak çarpışmaya başladılar.” Bu gençler, Afra Hâtun’un çocukları Mu’âz ve Mu’avvez kardeşlerdi (radıyallahü anhümâ).
Bu sırada Eshâb-ı kiramın kahramanlarından Mu’âz bin Amr (r. anh), Ebû Cehl’in yanına sokulmak fırsatını buldu. Uzun kuyruklu at üzerinde bulunan Ebû Cehl’in üzerine saldırıp, bacağına olanca şiddetiyle kılıcını çaldı. Ebû Cehl’in bacağı yere düştü. O sırada babasının imdadına yetişen İkrime, hazret-i Mu’âz bin Amr ile çarpışmaya başladı.
O anda Mu’âz ve Mu’avvez kardeşler (radıyallahü anhümâ), bir şahin gibi ileri atıldılar, önlerine geleni devirerek Ebû Cehl’e ulaştılar. Kılıçlarını öldü zannedinceye kadar vurdular.
Hazret-i Mu’âz bin Amr ise, İkrime ile yaptığı çarpışmada elinden ve kolundan yaralanmıştı. Mübarek eli bileğinden kesilmiş, eli deride sallanıp kalmıştı. Çarpışmaya kendini kaptıran Mu’âz bin Amr’ın (radıyallahü anh) eliyle oyalanacak, tedavi için saracak vakti yoktu. Kesik eli sallanırken bile kahramanca çarpışıyordu. Hazret-i Mu’âz bir müddet böyle vuruştuktan sonra, hareket kabiliyetinin azaldığını gördü. Buna sebep, kesik eli idi. Onu ayağının altına alarak koparıp attı…
Azılı İslâm düşmanlarından Nevfel bin Hüveylid, Kureyş’in en gözde pehlivanlarındandı. Durmadan bağırıyor, müşrik sürüsünü heyecana ve galeyana getirmeye çabalıyordu. Peygamber efendimiz, onun bu hâlini görünce; “Allah’ım! Nevfel bin Hüveylid’e karşı bana yardımcı ol. Onun hakkından gel” buyurarak dua etmişti. Allahü teâlânın aslanı hazret-i Ali, Nevfel müşrikini görünce, derhal üzerine atıldı ve kılıcını şiddetle indirdi. Bacakları zırhlarla kaplı olduğu hâlde ikisi birden kesildi. Sonra kılıcını boynuna çalıp, başını gövdesinden ayırdı.
Bilâl-i Habeşî’yi (radıyallahü anh) kızgın kumlara yatırıp, göğsüne kocaman kayaları koyan Ümeyye bin Halef, müşriklerin en azılılarındandı. Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem efendimize işkence yapmak için her fırsatı değerlendiren bu İslâm düşmanı da, Bedr vadisinde, müşrikleri toparlamaya çalışıyor, İslâm’ın nurunu söndürmek için çabalıyordu. Onun bu hâlini gören hazret-i Bilâl, yalın kılıç yanına yaklaşarak karşısına dikildi ve; “Ey küfrün başı olan Ümeyye bin Halef!.:. Sen kurtulursan ben kurtulmayayım!” deyip saldırdı. Bir taraftan da; “Ey Ensârî kardeşler! Yetişin, küfrün başı burada!” der demez, Eshâb-ı kiram, Ümeyye’nin etrafını sarıp, hemen öldürdüler.
Müşrik ordusunda, artık baş kalmamıştı. Her biri ne yapacağını bilmiyor ve rastgele kaçmaya çalışıyordu. Küfrün kalesi yıkılmış savaş artıkları da şanlı Eshâb tarafından tâkib edilmişti. Müşriklerden bir kısmı yakalanarak esir alındı. Peygamber efendimizin amcası Abbâs da esirler arasındaydı.
Resûl-i ekrem efendimiz, Ebû Cehl için; “Acaba Ebû Cehl ne yaptı, ne oldu, kim gidip bir bakar?” buyurarak, ölüler arasında onun araştırılmasını emretti. Abdullah bin Mes’ûd, Ebû Cehl’i aramaya gitti ve yaralı olarak buldu. “Ebû Cehl sen misin?” diyerek boynuna ayağını bastı ve başını onun kılıcıyla kesti; ve silâhını, zırhını, miğferini, başını getirip Peygamber efendimizin önüne koydu. “Anam-babam sana feda olsun yâ Resûlallah! Bu, Allahü teâlânın düşmanı Ebû Cehl’in başıdır” dedi. Sevgili Peygamberimiz; “O Allah ki, O’ndan başka ilâh yoktur” buyurdu. Sonra kalkıp Eshâbıyla birlikte Ebû Cehl’in ölüsünün yanına kadar gittiler. Orada; “Allahü telâya hamd olsun ki, seni zelil ve hakir kıldı. Ey Allah düşmanı! Sen bu ümmetin Fir’avn’ı idin” buyurdu. Sonra da; “Yâ Rabbî! Bana olan vadini yerine getirdin” diyerek Allahü teâlâya şükrettiler.
Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem efendimiz, yaralı Eshâbının yaralarını sardırdı. Şehîd olanları tesbit ettirdi. Muhacirlerden altı, Ensârdan sekiz olmak üzere on dört şehîd verilmişti.
Müşriklerden ise, yetmiş kişi öldürüldü ve bir o kadarı da esir alındı.
Peygamber efendimiz, şehîdlerin cenaze namazını kıldırarak, kabirlerine defnettirdiler.
Müşriklerin cesedlerinden yirmi dördünü kör bir kuyuya, diğerlerini topluca çukurlara atıp, üzerini doldurdular.
Âlemlerin efendisi, şerefli Eshâbıyla kuyunun başına gelip; “Ey kuyuya atılanlar!” buyurduktan sonra, öldürülen müşriklerin isimlerini, babalarının ismiyle söyleyip; “Ey Utbe bin Rebîa! Ey Ümeyye bin Halef! Ey Ebû Cehl bin Hişâm!… Sizler, Peygamberinize karşı ne kötü bir kavim idiniz. Siz, beni yalanladınız, başkaları ise beni tasdik edip doğruladılar. Siz, beni şehrimden, diyarımdan çıkardınız. Başkaları ise bana kapılarını açıp, bağırlarına bastılar. Siz, benimle harb ettiniz, başkaları ise bana yardım ettiler. Rabbimin, vâdettiğine kavuştunuz mu? Ben, Rabbimin vâdettiği zafere kavuştum” buyurdular.
Hazret-i Ömer; “Yâ Resûlallah! Leş olmuş kimselere mi söylüyorsunuz?” diye suâl edince; Resûl-i ekrem efendimiz; “Beni hak peygamber olarak gönderen Rabbim hakkı için söylüyorum ki, siz beni onlardan daha çok işitmiyorsunuz. Fakat cevap veremezler” buyurdular.
Bedr gazasında hezimete uğrayan Kureyş’e haber gönderilip, fidye karşılığında esirlerini alabilecekleri bildirildi.
Bu zafer, müslümanları büyük bir sevince garketti. Müşrikler ise, büyük bir üzüntü ve hüsrana düştüler.