YÛSUF HARPÛTÎ
On dokuzuncu yüzyılda Anadolu’da yetişmiş olan evliyâdan. Babası Muhammed Efendidir. Neseb yönünden Peygamber efendimize dayandığı söylenir. Şeyh Yûsuf Harpûtî veya Hacı Yûsuf Harpûtî diye meşhûr olmuştur.
1822 (H.1238) senesinde, Osmanlılar zamânında Erzurum’a bugün ise Bingöl iline bağlı Kiğı ilçesinin Zermek (Yeldeğirmeni) köyünde doğdu. TahsîliniErzurum’da yaptı. Zamânının usûlüne göre ilim öğrenip zâhirî ilimlerde derece sâhibi oldu ve bâzı eserler yazdı. Tasavvufa yönelip, baba ve dedelerinin de mensûbu bulunduğu Nakşibendiyye yoluna girdi. Erzurum’dan Harput’a giderek arkadaşı Mahmûd-iSâmînî ile birlikte Şeyh Ali Sebtî hazretlerinin ilim meclislerine ve sohbetlerine devâm etti. Bu sırada arkadaşları ve Harput halkı tarafından çok sevildiği için Harpûtî diye anılmaya başlandı.
Zâhirî ilimlerde yetiştiği gibi, tasavvuf yolunda da olgunlaştı. Hocası tarafından İslâmiyetin emir ve yasaklarını anlatmak, insanların dünyâda ve âhirette kurtuluşlarına vesîle olmakla vazîfeli olarak köyüne gönderildi. Ders halkası kurarak talebe yetiştirdi ve halka vâz ü nasihat etti. Oğlu Şeyh Hacı Muhammed Efendi, “İmam Efendi” lakabıyla meşhûr olanOsman Bedreddîn Efendi ve Şeyh AbdullahEfendi onun talebelerindendir. İmâdiyel-İslâm adlı eseri yazdı.
Bu eserinde îmân ve ibâdetlerle ilgili meseleleri anlattı. Oğlu Muhammed Efendi ile hacca gitti. Hac yolculuğu esnasında da oğluna ilim öğretti. Hattâ deve üzerinde bile aylarca çölde oğluna ders okuttuğu dillere destan oldu. Oğlu MuhammedEfendiye icâzet vererek ilim öğretmek üzere Erzurum’a gönderdi.
Yûsuf Harpûtî hazretleri 1908 (H.1326) senesinde doğum yeri olan Bingöl’ün Kığı ilçesine bağlı Zermek (Yeldeğirmeni) köyünde vefât etti. Köyünde konağının bahçesinin bir kenarında defnedildi. Bu bahçenin bir kenarında da câmi vardır. Sonradan kabrinin üzerine oğulları tarafından türbe yaptırıldı. Bugün kabri sevenleri tarafından ziyâret edilmektedir.
Türbesinin bulunduğu bahçedeki elma ağaçlarını Yûsuf Harpûtî hazretlerinin bizzat kendi elleriyle diktiği bilinmektedir. Bu sebeple buradan geçen yolcular ve kabrini ziyârete gelenler bu ağaçların meyvelerini bereketlenmek niyetiyle alıp yemektedirler. Bu elma ağaçlarının altında suyu az ve havuzu ufacık olan küçük bir çeşme yaptırmıştır.
Sıtma hastalığının yaygın olduğu zamanlarda, hastalığa yakalanan çocuklar getirilip bu pınarın suyunda yıkanınca şifaya kavuştukları çok görülmüştür. Bu yüzden bu küçük çeşme halk arasında Sıtma Pınarı adıyla meşhûr olmuştur. Türbe yakınlarında pislik bulunmasın diye zaman zaman türbe ile bahçe arasına duvarlar, tel örgüler çekilmiş, ama her defâsında bu çeşmeye yakın olan kısmın ertesi sabah yıkıldığı görülmüştür. En son olarak 1989-90 senelerinde bu civarlarda büyük heyelanlar oldu.
Bu heyelanlarda en fazla zarar gören köylerden biri de Zermek köyüydü. On kişinin ölümüyle neticelenen heyelanda, köyde büyük hasar meydana geldi.Dağdan gelen heyelan dalgası türbeden yukarıda bulunan bahçeleri, evleri, konakları ve câmiyi yıktığı halde, Yûsuf Harpûtî hazretlerinin tübesinde hasar olmadığı görüldü.
Yûsuf Harpûtî hazretlerinin İmâdiyel-İslâm adlı eserinin el yazması orijinali elde mevcuttur.
Yûsuf Harpûtî hazretlerinin, Şeyh Hacı Muhammed Efendi, Necib Efendi, Hacı Hâfız Ziyâ Bey, Mustafa Efendi adında dört oğlu vardı.
Birinci oğlu Şeyh Hacı Muhammed Efendi âlim, fazilet sâhibi bir kimseydi. Babasından ilim öğrendi. Babası gibi Nakşibendiyye yoluna intisâb etti. Babasından icâzet alarak Erzurum’a gitti ve orada ders verip talebe yetiştirdi. Birçok kerâmetleri ve üstün hâlleri görüldü.
Talebelerinden Şâfîler Câmii imâmı Murat Gözet şöyle anlattı: “Bir gün hocamızdan ders alıyorduk. Epeyce vakit geçmişti. Hepimiz de talebeliğin verdiği hava ile dersin bitmesini bekliyorduk. Hocamız Şeyh Muhammed Efendi bunu anlamış olacak ki dersi kesti ve; “Epeyce yorulduk. Sıcak bir helva olsa ne iyi olurdu.” buyurdu. Bizim aklımızdan acaba canı helva mı istedi? Birimiz gidip helva yaptırsak mı? diye geçti. Bu sırada bana; “Hele evlât şu dolabı aç belki bir şeyler bulunur.” buyurdu. Fırlayıp dolabın kapısını açtım bir de ne görelim; büyük bir tabak helva ve üzerinden sıcak buhar çıkıyor. Bu hâdiseye hepimiz şaşırdık. Daha sonra helvayı ortaya getirip hep birlikte yedik. Böylece hocamızın bir kerametine şâhid olduk.”
Şeyh Hacı Muhammed Efendiyle ilgili bir hâtıra da şöyle anlatılır: Birinci Dünyâ Harbi öncesinde, Rus askerlerinin Erzurum’da kaldıkları sıralarda Kiğı kasabası yakınlarına kadar düşman askeri gelmiş birçok köyü yakıp yıkmışlardı. Bu telaş ve heyecan içinde Kiğı’da bulunan bir askerî birlik yerini terk edipElazığ Karakoçan istikametine doğru hareket ettiği haber alındı.
Askerin haberleşme noksanlığından dolayı yanlış bir harekatta bulunduğunu ve yol üzerindeki köylere girmiş bulunan Rus askerlerinden habersiz olduklarını anlayan Muhammed Efendi, vakit geçmeden askeri durdurmak gerektiğini söyleyerek hemen atının hazırlanmasını emretti. Böyle bir anda haberci ile ısmarlama sözlerle askerin durdurulamayacağını bildiği için bizzat kendisi gitmek istedi. Zîrâ kendisini ve babasını tanımayan, bilmeyen kimse yoktu.
Bu işi ancak o yapabilirdi. Bu sebeple bütün itirazlara rağmen atına atlayıp süratle yola koyuldu. Normal yürümekte bile güçlük çekilen bu dağ yolunda dört nala at koşturması, arkasından gelenleri güç durumda koydu. Murat suyunun geçtiği vadinin göründüğü dağın tam üzerine geldiğinde, atın başını aniden yoldan çevirerek, kuş uçmaz tâbir edilen dağın tepesinden, altında mağaraların bulunduğu kayalıktan aşağı inmeye başladı. Arkasından; “At şahlandı Şeyh Efendiyi mahvetti.” diye feryat ederek atlarını süren kimseler tepeye geldiklerinde atlarından inip kayalığın üzerinde durdular. Şeyh Muhammed Efendi kayalıktan geçmiş, dağdan aşağıya vâdiye doğru atını sürüyor, askerleri ise durmuş şaşkınlıkla onu seyrediyor gördüler. Böylece ters istikâmete gitmekte olan askerî birliği dağılmadan veya zâyiâta uğramadan ve belki de tamâmen imhâ olmaktan kurtardı.
İnsanların dünyâda ve âhirette saâdete, mutluluğa kavuşmaları için çalışan, vatan savunması için kahramanca davranan Muhammed Efendi bir ilkbahar gününde Kiğı’dan Zermek köyüne babasının kabrini ziyârete gidiyordu. Yanındakilerle birlikte Murat Nehrinin kolu olan ve ne zaman coşup ne zaman sâkinleşeceği belli olmayan Büyük Su yanına geldiklerinde suyun coşkun olduğunu gördüler.
Derenin suları köprünün seviyesine gelmişti. Köprünün sağlamlığına kanâat getirdiklerinden geçmeğe karar verip sıra ile atlarını sürdüler. Şeyh Muhammed Efendinin atı tam köprünün ortasına geldiği sırada yukarıdan kopup gelen bir sele kapıldı. Orada bulunanların feryad ve figanları arasında MuhammedEfendi de sel sularına kapılmıştı. Yüz elli metre kadar aşağıdan at kenara çıkabildi.
Fakat Şeyh Efendi görünmüyordu. Kayaları önüne katarak, akan suyun etrâfındaki aramalar aralıksız devâm etti. Dere boyunca bulunan köylüler genç, ihtiyar, kadın kız tarafından üç gün üç gece arandı. Fakat bulunamadı. Dördüncü günü sabahı suların oldukça azaldığı bir sırada, köprüden aşağıya düştüğü noktada şehâdet parmağı havada sağ elinin sallandığını gördüler. Hiçbir şeye takılı olmadan orada duran cesedini sudan çıkarıp gerekli techiz ve tekfin yapıldıktan sonra Kiğı Câmiinin bahçesine defnettiler. Türbesi hâlen orada olup ziyâret edilmektedir.
Yûsuf Harpûtî hazretlerinin ikinci oğlu Necib Efendinin Erzurum’da han ve hamamları vardı. Ayrıca Zermek ve civar köylerde çok arâziye sâhipti. Yolculuğa çıkacağı zaman atının heybesini altınla dolduran Necib Ağa, bu zenginlik ve ihtişâmın dünyâda kalacağını, fânî ve yok olacağını düşünerek garip, yetim ve fakirlere çok ihsânlarda bulunurdu. Çok cömert ve misâfirperver olan Necip Ağanın konağına hergün yüz atlı iner göçerdi.
Üçüncü oğlu Hacı Hâfız Ziyâ Bey Meclis-i Mebûsân âzâsı yâni Erzurum milletvekiliydi. Tahsîlini Erzurum ve İstanbul’da tamamladı. Çeşitli dış temsilciliklerde bulundu. Bağdat savcılığından sonra kurulan ilk TBMM’de Erzurum milletvekili olarak bulundu. İstanbul’da vefât edip Eyüp Kabristanında defnedildi.
Dördüncü oğlu Mustafa Efendi ise, tahsîlini Kiğı ve Erzurum’da yaptı. Kiğı’da kaymakamlık vazîfesinde bulundu.
Yûsuf Harpûtî hazretlerine âit olduğu söylenen bir şiir şöyledir.
Düşmüşem bir nâr-ı aşka, tâ kıyâmet yanarım,
Şem’e pervâneye karşı ağlayûben dönerim
İçmişem aşkın şarâbın, nûş edûben kanarım
Bülbülem güldür murâdım intizârım yâ Resûl!
Bülbül güle be Alaha âşık oldum yanarım.