Allahü teâlânın varlığını inkâr edip; “Her şey tabîat kanunlarıyla var oluyor. Bir yaratıcı yoktur. Dehr, yâni zaman ilerledikçe her şey değişmektedir. Âlem, böyle kendiliğinden gelmiş ve böyle gidecektir. Canlılar da böyle birbirlerinden üreyip sonsuz olarak sürecektir” diyen, maddeci, materyalist felsefî ekole verilen ad. Bu şekilde inananlara dehrî denir.
Dehriyye ile materyalizm (maddecilik) aynıdır. Dehriyye, her ne kadar İslâm târihinde yukarıda bildirildiği gibi düşünüp inananlara verilen ad ise de temeli çok eski çağlara kadar uzanmaktadır.
Tesbit edilebildiği kadarıyla Yunan felsefecilerinden asırlarca önce var olan dehriyye (maddeciler); bütün varlık alanlarını, madde kanunlarıyla açıklamakta, kısaca maddeyi ilk hakikat olarak kabul etmektedirler.
Bu mânâda ilk materyalist (dehrî) filozof olarak; Leukkipos Demokritus, Thales, Ananximendros ve Anaximenes, ilkel diyalektik materyalizmin kurucusu Herakteitos, antik çağ materyalistlerinden Epikuros, Lakretius sayılabilir. Ortaçağ filozoflarından Petrus Gassendi, mekanist materyalistlerden Bacon, Hobbs, Spontane (kendiliğinden) materyalizmin temsilcisi Thomas, Hukley, Vitalist materyalizmin temsilcisi Vogt, David Hume, Kant, Aguste Comte, 19. yüzyılın ilk yarısındaki materyalist düşünce temsilcilerinden Feuerbach, Herzen, Bielinski, Çernişevski, diyalektik ve târihî materyalizmin temsilcileri olarak da Marx ve Engels zikr edilebilir.
İslâm dünyâsında ise; Hint felsefesiyle, Sökrat öncesi Yunan felsefecilerinin sapık görüşlerini birleştirerek ilk ileri süren Horasanlı İbn-i Râvendî’dir. Toharistanlı Beşşar, Salih bin Abdilkuddûs gibileri de dehriyye (maddecilik) fikrinin savunucularındandı.
Târihin her devrinde tarafdâr bulan materyalist düşünce yâni dehriyye, uçsuz bucaksız varlıklar âleminin mâhiyetini ve ona hâkim olan kudreti inkâr edip, basit bir madde olarak îzâh etmeye kalkıştığı için, her devirde çok şiddetli tepki ve reaksiyonlarla karşılaşmıştır. Bütün peygamberler, hem dehrîleri, hem de Allah’tan başka tanrılara tapanları Allahü teâlâya inanmaya ve yalnız O’na ibâdet etmeğe çağırmışlardı. Eski Yunan filozoflarından Sökrat, Eflâtun ve Aristo bile; “Alem kendiliğinden böyle gelmiş, böyle gidecektir. Bunun yaratanı (hâşâ) yoktur. Canlılar da, böyle birbirlerinden üreyip, sonsuz olarak sürecektir” diyen dehrîlerin düşüncelerinin yanlış olduğunu ve muhakkak bir yaratanın bulunduğunu kitaplarında yazmışlardır.
İmâm-ı Gazâlî, El-münkız kitabında kendilerini akıllı, ilim adamı ve hiç yanılmaz sanan dinsizleri üçe ayırmıştır Birincisi, dehriyyûn ve maddeciler olup, bunlar, Yunan filozoflarından asırlarca evvel vardı. Bu gün de, hiçbir dîne inanmıyanlar bu kısımdadır. Bunlar, Allahü teâlânın varlığına inanmayıp, âlem, böyle kendiliğinden gelmiş ve böyle gidecekdir. Bunun yaratanı (hâşâ) yoktur. Canlılar da, böyle birbirlerinden üreyip, sonsuz olarak sürecektir, diyor. Dehrî olup da, müslüman görünerek, müslümanların dînini, îmânını bozmağa, İslâmiyet’i içerden yıkmağa çalışana zındık ve fen yobazı denir. İkinci kısmı, tabî’iyyeciler olup, canlı ve cansızlardaki, akıllara hayret veren intizâmı ve incelikleri görerek, Allahü teâlânın varlığını söylemeğe mecbur kalmışlarsa da, tekrar dirilmeyi, âhıreti, Cennet’i ve Cehennem’i inkâr etmişlerdir.
Üçüncü kısım, sonra gelen Yunan filozofları ve bu arada Sokrat ile talebesi Eflâtun ve onun da talebesi Aristo’nun felsefeleridir. Bunlar dehrîleri ve tabî’iyyecileri reddederek, aldandıklarını bildirmek için, başkalarının sözlerine hacet kalmıyacak kadar şeyler söyledi. Fakat bunlar da, küfürden kurtulamamıştır.
Bu üç kısım ve bunların yolunda gidenler de, hep imansızdır. Bâzı saf kimselerin, bunları din adamı sanması ve hatta peygamberlik derecesine yükseltmeleri, bu yolda hadîs bile uydurdukları hayretle işitilmektedir. Kâfirler, herşeysöyliyebilir. Fakat, müslüman görünenlerin, îmânı ile küfrü ayırd edememesi, çok acınacak bir hâldir.
Dehriyye’nin (materyalizmin) ilk savunucularından olan Demokritos; “Âlem yok idi. Kendi kendine var oldu” dedi. Tabî’iyyecilerin çoğu da böyle dedi. Aristo’ya göre âlem heyuladan (maddeden) yapılmıştır. Şekil almış heyulaya, suret, cisim dedi. Cisim de üç fizîkî hâlinde (gaz, sıvı, katı) görünür. Alem, böyle gelmiş, böyle gider dedi. Dört unsur (ateş, hava, su, toprak) ezelîdir, hep var idiler. Cisimler, birbirlerinden hâsıl oluyor ise de, asılları olan bu dört madde kadîmdir dedi. Eflâtun, âlem önce yoktu. Sonradan var oldu diyerek, eski peygamberlerin kitaplarından işittiğini söyledi. Fisagors ve talebesi Sokrat da, Aristo gibi söylediler. Calinos (Galen) ise, âlimin kadîm veya hadis olduğunu anlıyamadığını söyledi. Onlara göre; ezelî bir yaratıcının, yarattıkları da ezelî olur. Sonradan yaratmağa başladı demek, kudretinin önceden noksan olduğunu gösterir.
Kendilerini akıllı ilim adamı ve hiç yanılmaz sanan dehrîlerin (materyalistlerin) fikir ve inanışlarının sapık ve bozuk olduğunu pek çok İslâm âlimi ortaya koymuş, tenkid etmiştir. İmâm-ı Gazâlî hazretleri, Tehâfet-ül-felâsife adlı eserinde, dehrî olup da müslüman görünerek, kendilerine İslâm filozofu adını verip müslümanların dînini, îmânını bozmağa ve İslâmiyet’i içerden yıkmağa çalışan zındıklara ve ilim adamı gibi görünen fen yobazlarına gerekli cevâpları vermiş, onların fikirlerini çürütmüştür.
Yüce dînimizi asırlardır bozulmadan ve değiştirmeden bize ulaştıran İslâm âlimleri de yazdıkları cildler dolusu kitaplarında, kâinatın bir yaratıcısı olduğunu, aklî ve naklî delîllerle isbât etmişlerdir. İslâm âlimlerinin bildirdiklerine göre; Âlem, bütün parçaları ile birlikte hâdisdir, yâni sonradan yaratılmıştır. Yerler, gökler, her şey yok idi. Ezelî olan şey değişmez. Maddenin (elementlerin) fizik ve kimya özellikleri hep değişmektedir. Maddeler, ezelde değişmemiş olsalardı, ebedî olarak, şimdi de değişmezlerdi, önceden değişmek yoktu. Sonradan değişmeler hâsıl oldu da denilemez. Çünkü, değişmek için bir kuvvetin te’sir etmesi lâzımdır. Değişmek, sonradan başlayınca, kuvvetin de sonradan var olduğu, ezelî olmadığı anlaşılır. Dolayısı ile maddenin ezelî ve ebedî olduğunu söylemek akla ve ilme uygun değildir. Bu ise tabîat kuvvetlerinin hadis oldukları, ezelî olmadıklarını ortaya koymaktadır.
Fen ve tabîat âlimleri de, birçok bitki ve hayvan nesillerinin tükenip yok olduklarını, bir çok türlerin ise, sonradan meydana geldiklerini bildirmişlerdir. Canlı, cansız her şeyin bir ömrü vardır. Her şeyin ömrü, yâni varlıkta kalma zamanı başkadır, ömrü saniye ile ölçülen varlıklar olduğu gibi asırlarca yaşayanlar da vardır. En uzun ömürlü varlıklar, element denilen basit cisimlerdir.
Bunların ömürlerinin çok uzun olması, tabî’iyyecileri şaşırtmış; “Cisimler yok olur, madde değişir. Fakat, madde yok olmaz” diyenler olmuştur. Hâlbuki, maddenin, cisimlerin değişmeterinin sonsuz olarak, böyle gelip, böyle gideceğini söylemek, ezelî ve ebedî olan varlığa inandığını söylemektir. Allahü teâlânın varlığının, önceden sonsuz ve sonradan da sonsuz olduğunu, maddecilerin vetabîatçıların da inkâr edemiyeceklerini göstermektedir.
Bunlar canlı cansız, her şeyin sonsuz olarak, birbirlerinden meydana geldiklerini, bu arada, elementlerin hiç yok olmadıklarını söylüyorlar. Hâlbuki, elementler de atomlardan meydana gelmiştir. Atom yığınıdırlar. Allahü teâlâ, atomları da yoktan var etti. Elementler sonsuz öncelerde var olup, her şey bunların çeşitli birleşmelerinden, sonsuz öncelerde meydana gelseydi, bunları birleştirmek için, sonsuz öncelerde, muazzam enerjinin, sonsuz kudretin bulunması lâzım olurdu. Çünkü, enerji olmadan, atomlar birleşemez. Sonsuz öncelerde bulunması lâzım olan o kudret, işte Allahü teâlânın kudretidir. Atomlar da, elementler de, sonsuz öncelerde yoktu.
Sonsuz öncelerde, yalnız Allahü teâlâ vardı. Müslümanlar, Allah’ın, her şeyi yoktan meydana getirdiğine inanıyor. Onların söylediğine göre, her şeyin var olması için o şeyi meydana getiren şeyin önceden var olması, bunun da var olması için, bunu meydana getiren şeyin var olması lâzımdır. Sonsuz önce demek, ucu, başlangıcı yok demektir. Başlangıçta bir şey olmazsa, ondan meydana gelecek şeyler de olamaz. Yâni, gördüğümüz, bildiğimiz şeylerin hiç birinin var olmaması lâzım olur. O hâlde her şeyin, önceden yok iken sonradan var edilmiş, yaratılmış olan tek bir şeyden üremekte oldukları anlaşılmaktadır.
Maddecilerin, “Sonsuz öncelerde var olmak” sözlerinin, maddeler, cisimler için mümkün olmadığı anlaşıldı ise de, bu sözleri, maddeleri yaratan, fakat madde olmayan, bir yaratıcı için mümkün, hattâ lâzımdır. Böyle söylemek yukarıda bildirilen çelişkiye sebeb olmamaktadır. Görülüyor ki, sonsuz olan bir varlık vardır. Bu varlık, maddecilerin, tabîatçıların, komünistlerin dedikleri gibi, câhil, âciz, kısa bir zaman varlıkta durabilen, sonra çürüyüp yok olan, bildiğimiz cisimler gibi değildir. Bu sonsuz varlık, madde olmayan hiç bir şeye benzemeyen, her şeyi bilen, gören, her şeye gücü yeten, müslümanların inandıkları bir Allah’dır.
Her şeyi O yaratmıştır ve yaratmaktadır. Tabîat dediğimiz bu maddeler, cisimler, canlılar ve çeşitli enerjiler, onların zannettikleri gibi, yaratıcı değildir. Bunların hepsini Allahü teâlâ yaratmış, birbirlerine te’sir etmek kuvvetini, kendilerine vermiş, yenilerini yaratmasına eskilerini sebepler, vesîleler yapmıştır. Allahü teâlânın, sebeplere sebeplerin te’sir etmelerine ihtiyâcı yoktur. Hiç bir sebeb olmadan da yaratabilir. Fakat, sebepleri, vâsıtaları araya koyarak yaratmaktadır.
Sebepler ile yaratmasında hikmetler, kullarına faydalar vardır. Bu faydalardan biri, insanoğlu, bu sebeplere verilmiş olan te’sirleri, özellikleri görerek, başka kimselerden işiterek öğrenip, maddî ve manevî sebepleri kullanır. Bir yandan, yeni sentezler, analizler yaparak, yeni maddelerin, cisimlerin yaratılmasına sebeb otur. Çeşitli sanayi te’sîsleri, fabrikalar yapılır. Bir yandan da, kalb kötü ahlâktan temizlenerek, insan melek gibi olur. Allah’ın velî kullarından olur. Mârifetullaha kavuşur.
İnsan, istediği şeyin sebebine yapışarak, ona kavuşur. Sebeplere yapışmak, peygamberlerin aleyhimüssalevâtü vetteslîmat âdetidir. İnsan zekâsı insan gücü de, Allahü teâlânın yaratmasına sebeb olmaktadır. Sebepler zincirinin bir halkası olmaktadır. Tabîatçıların, komünistlerin, sebepleri yaratıcı zannetmeleri, çocuğun, babası çukulata getirince; “Çukulatayı babam yarattı” demesine benzemektedir. Çünkü o, çukulatayı babasının verdiğini görmekte, başka bir şey bilmemektedir.
Kendilerine ilim adamı, fen adamı diyen bâzı dehrîler; “Bu âlemin bir yaratıcısı yoktur. Olsaydı, görürdük. Göremediğimize göre bir yaratıcısı yoktur” diyerek, bozuk düşüncelerini fen perdesi altında etrafa yaymağa çalışıyor. “Bütün canlıların yapıtaşı olan hücre, milyonlarca sene evvel, denizlerde tesadüfen, kendi kendine meydana gelip, zamanla küçük deniz bitkileri ve hayvanları sonra da karadakiler meydana gelmiş, en son insan hâline dönmüştür” gibi sözler söyleyerek, Adem aleyhisselâmın topraktan yaratılmadığını, Kur’ân-ı kerîmin ve diğer mukaddes kitapların (hâşâ) hikâye olduklarını, ilk canlı maddeyi vücûda getiren büyük bir kudretin varlığına inanmanın fenne uymayacağını anlatıyorlar.
Kendileri hiç bir dîne inanmadıkları hâlde, müslümanları aldatarak îmânlarını yok etmeye, islâmiyet’i içeriden yıkmağa çılıştıkları görülmektedir. Paleontolojik devirlerde, canlılarda zamanla tekâmül görülmekde, fakat bu değişmeler, her nev’in içinde olmaktadır. Meselâ, dördüncü zamanını yeni tabakalarında kromanyon ismi verilen insan iskeleti bulunmuştur. Bildiğimiz insan iskeletinden farklı olduğu hâlde, paleontoloji mütehassısları bunlara, ilk insanlar demiştir. Diğer taraftan, üçüncü zaman sonunda yaşayan antropoid denilen ve bugünkülere benzemeyen, maymun iskeletleri bulunmuştur.
Antropoloji mütehassısları bunların maymun olduğunu söylüyor. Fen adamı, ilim adamı olduğunu söyleyen dehrîler ise, yaptıkları tercümelerde, kromanyon insanına ve antropoid maymununa, insanın ceddi olan veya insanla maymun arasında geçit teşkil eden fosil diyorlar. Biyologlar, insan ile hayvan arasındaki farkı, yalnız madde bakımından inceliyor. Hâlbuki, insan ile hayvanlar arasında en büyük fark, insanın ruhudur. İnsanlarda ruh vardır, insanlık şerefi hep bu rûhdan gelmektedir. Bu ruh, ilk olarak, Adem aleyhisselâma verildi. Hayvanlarda bu ruh yoktur.
Maddecilerin, felsefecilerin bu rûhdan haberleri olmadığı için insanı maymuna yakın sanabilirler. İlk insanların şekli, yapısı, maymuna benzese de, insan insandır. Çünkü, ruhu vardır. Maymun ise hayvandır. Çünkü bu rûhdan ve ruhun hâsıl ettiği üstünlüklerden mahrumdur.
Görülüyor ki, insan ile hayvan, tamamen ayrıdır. Aralarında, hiç bir zaman, bir geçit olamaz, birbirine dönemez. Hâlbuki, hayvanlardan insana en yakın varlığın maymun olduğu, asırlar önce İslâm kitaplarında, meselâ ibni Haldun’un Mukaddime’sinde ve Mârifetnâme’nin yirmi sekizinci sahifesinde yazılıdır.
Dehrîler (maddeciler), tanrısızlar ve ateistler dernekleri kurarak, yalanlar ve iğrenç iftiralarla islâmiyet’i kötülemeğe uğraşıyor, buna karşılık, müslümanlara söz hakkı tanınmıyor, cevap vermeği, İslâmiyet’in kudsiyyetini, yüceliğini ve târih boyunca medeniyete ışık tuttuğunu, vesîkalarla bildirmeği ellerine fırsat geçince yasak ediyorlar. Böyle davranışları, akıl, ilim ve adalet karşısında haksız olduklarını gösteren en değerli vesikadır. Moskova’da yayınlanan bir mecmuada; “Câhil insanları Allah’lara taptırmak ve Allah’ların adetlerini azaltarak üçe, nihayet bire indirmek, siyâsetin bir oyunudur. Allah yaratan değil, siyâsî sebeplerle insanların yarattığı bir fikirdir. Ahıret, Cennet, Cehennem laflarını da, Mısır’daki Fir’avnların papazları ortaya çıkardı. Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem) peygamber olarak ortaya çıkmadı. Bu fikri senelerce mücâdeleden sonra, kendisinde hâsıl olmuştu. Kur’ân, O’nun dînî düşüncelerini bildiren bir kitapdır” diyor. Komünistlerin bu yalan ve iftiralarının din ve târih bilgilerine uymadığı meydandadır. Tek Allah dînini, ilk peygamber olan Adem aleyhisselâm getirdi. Çok tanrı ve putlara tapınmanın İdrîs aleyhisselâmdan sonra meydana çıktığı târihi kitaplarında uzun yazılıdır.
Ahîrete, Cennet’e, Cehennem’e îmân etmek, Mısırlılardan asırlarca evvel, Âdem Nuh ve diğer peygamberlerin zamanlarında vardı. Muhammed aleyhisselâm, ilk olarak Peygamber olduğunu bildirdi ve insanları bir Allah’a inanmağa davet etti. Aklı ve bilgisi olan herkes, islâm düşmanlarının böyle câhilce, ilimden uzak saçmalıklarına inanmaz, îtibâr etmez. İslâmiyet, insanların tekrar yaratılıp, sonsuz yaşayacaklarını, hayvanların ise, kıyâmetde hesaplaştıktan sonra, yok olacaklarını bildiriyor, insanlara ebedî hayat vâd ederek, hayvanlardan ayırıyor.
Kâfirler ise, hayvanlar gibi, ebedî hayatdan mahrum kalmayı beğeniyorlar. Bugün, fabrikalarda binlerce ilâç, ev eşyası, sanayi ve ticâret maddeleri, elektronik âletler, harb vâsıtaları yapılıyor. Bunların çoğu, ince hesaplardan, yüzlerce tecrübeden sonra elde ediliyor. Bunlardan birine dâhi kendi kendine var oldu diyorlar mı?
Bunları bilerek ve isteyerek yaptıklarını söylüyorlar ve hepsinin bir yapıcısının bulunması lâzımdır diyorlar da, canlılarda, cansızlarda görülen ve her asırda, daha yenileri, daha inceleri keşf edilen ve çoğunun yapısı henüz anlaşılamayan milyonlarca maddenin ve hâdisenin kendi kendilerine tesadüfen var olduklarını söylüyorlar. Bu da ikiyüzlülük ve inadlarını ortaya koymaktadır.
Hâlbuki, bütün dinler bir yaratanın bulunduğunu bildirmekte ve bugünkü modern fen bilgileri, semâdaki ve yeryüzündeki düzen ve intizâmı inceleyip akıllara durgunluk veren ihtişam ve mükemmelliği, deneyler, rakamlar ve formüllerle tesbit ettikçe, derinliğin (materyalizmin) ne kadar asılsız bir zan olduğu herkes tarafından daha iyi anlaşılmaktadır.
Modern çağın ilim adamları ve mütefekkirleri, bu anlayışlarının neticesi olarak, bu kâinatın bir yaradanının olduğunu kabul etmekte ve dinlere yönelmekte, pek çoğu İslâmiyet’i seçerek İslâm dîninin haber verdiği Allahü teâlâya, O’nun peygamberlerine ve son Peygamber Muhammed aleyhisselâmın bildirdiklerine îmân etmektedirler.
Avrupa’nın ileri gelen astronomi bilgini Kopernik, Fraynburg şehrinde papaz idi. İngiltere’nin büyük fizik âlimi Bacon, Fransisken tarîkatinde, papaz idi. Meşhûr Fransız fizikçisi Paskal, papaz olup, fizik ve geometri kânunları keşf ederken, din kitapları yazmıştı. Fransa’nın en büyük başvekili olup, memleketine Avrupa birinciliğini kazandıran, meşhûr Rişliyö, papaz olup, ruhban sınıfında ileri derece sahibi idi. Meşhûr Alman doktor ve şâiri Şüler de, papaz idi. Bugün, bütün dünyâca büyük filozof tanınan Fransız fikir adamı Berg-son, kitaplarında, maddecilerin hücûmlarına karşı, ruhanîleri müdâfaa etmiştir.
Amerika’nın büyük filozofu WLINam James, Pragmatisme mezhebini kurmuş, kitaplarında, îmânlı olmağı övmüştür. Bulaşıcı hastalıklar, mikroplar ve aşılar üzerinde buluşları olan, Fransız doktoru Pasteur, cenazesinin dînî merasimle kaldırılmasını vasiyet etmişti. Nihayet, ikinci cihan harbinde dünyayı idare eden, Amerika cumhurbaşkanı F.D. Ruzvelt ile İngiliz başvekili Çörçil, dindar idi. Bunların yanında daha nice fen ve siyâset adamları, hep, yaratana, kıyamete, meleklere inanan kimselerdi. İnanmayanların, bütün bunlardan daha akıllı olduğunu kim iddia edebilir?
Bütün bunlar, Dehrîlerin (maddecilerin) iddia ettiğinin aksine, kâinatın bir yaratıcısının olduğunu ve buna inanmanın lüzumunu göstermekte, Dehrîlerin; ilmin, tecrübenin ve hakikatin karşısında olduklarım ifâde etmektedir.