Derin ilmi, keskin zekası, aklı, zühdü, takvası, hilmi, salahı ve cömertliği yüzlerce kitaplara yazılıp anlatılmıştır. Babasının adı, Sabit’tir. Acemistan’ın (İran’ın) ileri gelenlerinden bir zatın soyundan olup, Faris oğullarındandır. Dedesi Zuta, İslam dinini kabul etmiş ve Hazret-i Ali’ye ikramda bulunmuştu. İlim sahibi salih ve kıymetli bir zat olan babası Sabit, Hazret-i Ali ile görüşmüş, kendisi, evladı ve zürriyeti için duasını almıştır. İslâm’da hukukî düşüncenin ve ictihad anlayışının gelişmesinde önemli payı olup daha çok Ebû Hanîfe veya İmâm-ı Âzam diye şöhret bulmuştur. Ebû Hanife ilimle uğraşırken ticareti de bütünüyle bırakmadı. Bu, onun helâl rızık kazanmasını sağladığı gibi, ticarî kazancını ve talebelerinin ihtiyaçlarının karşılanmasını, bağımsız bir ilim meclisi kurmasını da sağladı. Ebû Hanife vakar sahibi bir insandı. Tefekkürü çok, konuşması az, Allah’ın hudûdunu olabildiğince gözeten, dünya ehlinden uzak duran, faydasız ve boş sözlerden hoşlanmayan, sorulara az ve öz cevap veren çok zeki bir müctehiddi.
HANÎFE EN-NU’MANl
“Hayatından şahane anlar”
“Ebu Hanife’den daha akıllı, daha faziletli ve daha takvalısını görmedim.”
-Yezid b. Harun- İmam Ebu Hanife’yi emsallerinden ayıran en belirgin özellik, onun siyasî yönü ve yaşadığı dönemdeki tanıklığıdır.
O, güzel ve parlak yüzlü, tatlı ve güzel sözlüydü.
Boyu ne çok uzun, ne de hoşlanılmayacak derecede kısaydı.
Ayrıca o çok şık elbiseler giyen, çok güzel kokan birisiydi. İnsanların arasına çıktığında, daha görmeden, onu kokusundan tanırlardı.
işte bu; Ebu Hanife künyeli en-Numan b. Sabit b. el-Merzuban’dır. O, fıkhın kabuklarını yarıp içindeki şaheserlerini ortaya çıkaranların ilkidir.
Ebu Hanîfe Emevîler devrinin sonunun bir kısmına, Abbasiler devrinin de başının bir kısmına yetişmiştir.
Bazı âlimler Ebu Hanife’nin bazı sahabilerle görüştüğü, fakat onlardan hadis rivayet etmediği kanaatine varmışlardır.
Neticede tabiîlik vasfı için sohbet ve hadis semaı’nı (dinlenilmesini) şart koşan alimlere göre Ebu Hanife tabiî sayılmaz. Fakat ekseriyetin kabul ettiği ve “Mülâkât”a (görüşmeyi) inhisar ettirilen şarta göre Ebu Hanife tabiîlerden biri sayılmaktadır. Bu takdirde el-Hakim en-Neysaburi’nin tasnifine göre, Ebu Hanife tabiîlerin en son tabakasına, yani onbeşinci tabakaya dahildir. (Bu bilgiler M. Tayyib Okiç’in Konya yüksek Islâm Enstitüsü Hadis ders notlarından iktibas edilmiştir.) Çeviren. O, halifeler ve valilerin ilim ve marifet sahiplerine bol bol ihsanda bulunup da onlara, haberleri olmadan her taraftan bol bol gelir gelmeye başladığı bir zamanda yaşamıştır.
Ancak Ebu Hanîfe, ilmini ve nefsini bundan korumuş, sağ elinin kazandığından yemek ve elinin daima veren el olması şeklinde işini sağlama bağlamıştı…
Bir defasında el-Mansur onu, ziyaretine gelmeye davet etmişti. Ebu Hanîfe onun yanına varınca el-Mansur ona aşırı saygı ve ikramda bulundu. Onu yakınına oturttu. Din ve dünya işlerinden birçoğu hakkında ona soru sormaya başladı.
Ebu Hanîfe onun yanından ayrılmak isteyince, el-Mansur’un meşhur olan cimriliğine göre ona içinde otuz bin dirhem bulunan bir kese verdi.
Ebu Hanîfe ona şöyle dedi:
“Müminlerin emîri! Ben Bağdad’da kimsesizim… Benim bu para için yerim yok. Ona bir zarar gelmesinden korkuyorum.
Onu benim için beytülmalde (hâzinede) sakla, ihtiyacım olduğunda ben onu senden isterim.”
El-Mansur onun isteğini kabul etti.
Ancak o günden sonra Ebu Hanîfe’nin hayatı uzun sürmedi.
Öldüğünde evinde, halka ait, bu miktarın kat kat üstünde olan emanetler bulundu.
El-Mansur bunu duyunca şöyle dedi:
“Allah Ebu Hanîfe’ye rahmet etsin. Bizi aldatıp bir şey almayı kabul etmedi.”
Hiç tuhaf değildir. Ebu Hanîfe, kişinin, elinin emeğiyle elde ettiği lokmadan daha temiz ve değerli bir lokma yemediğine inanırdı.
Bu sebeple onun, vaktinin bir kısmını ticarete ayırdığını görüyoruz.
O, kumaş ve elbise alıp satardı. Kervanı Irak şehirlerine gider gelirdi.
Halkın alışverişe geldiği bir dükkanı vardı. Orada doğru, dürüst muameleyi, alış-verişte güveni görürlerdi.
Onların oradan büyük bir zevk duyduklarında da hiç şüphe yoktu. Onun ticareti ona bol hayır ve -Allah’ın lutfu olarak- bol para getiriyordu.
O malı helalinden alır mahalline koyardı.
Onun şöyle yaptığı meşhurdur: Üzerinden bir yıl geçince ticaretten elde ettiği kârı hesap eder. Onun, geçimine yetecek kadar olanını kendinde bırakır. Geri kalanıyla Kurra (Kur’an okuyanlar), muhaddis ve ilim öğrenenlerin ihtiyaçlarını, yiyecek ve giyeceklerini satın alırdı.
Onların her birine bir miktar para ayırır ve hepsini onlara verir ve şöyle derdi:
“Bunlar, Allah’ın benim vasıtamla sizin için gerçekleştirdiği ticaret mallarının kârlarıdır.
Vallahi, ben size kendi paramdan hiçbir şey vermedim.
Ancak bu, sizin için Allah’ın bana lutfetmesidir.
Allah’ın rızkında, Allah’tan başka hiç kimsenin gücü yoktur.”
Ebu Hanîfe’nin özellikle dost ve yakınlarına karşı cömertliği ve iyiliği hakkındaki haberler her tarafa yayılmıştır.
Bunlardan birisi şöyledir:
Dostlarından biri, bir gün onun dükkânına gelip:
“Ebu Hanîfe! Benim yünlü kumaştan yapılmış bir elbiseye ihtiyacım var” dedi.
Ebu Hanîfe ona: “Rengi nasıl olacak” dedi.
O: “Şöyle, şöyle” diye cevap verdi.
Ebu Hanîfe: “Bana öyle bir elbise gelinceye kadar sabret, onu ben senin için alacağım.”
Bir hafta geçtikten sonra, istenilen elbise eline geçti.
Arkadaşı ona uğradı. Ebu Hanîfe:
“Aradığın şey elime geçti” dedi ve elbiseyi çıkarıp ona verdi. Arkadaşı onu beğendi ve:
“Çırağına, ne kadar para ödeyeceğim” dedi.
Ebu Hanîfe: “Bir dirhem”1 dedi.
Adam garip bir tavırla: “Bir dirhem mi?!’’ dedi.
Ebu Hanîfe: “Evet” dedi.1 Dirhem gümüşten, dinar altından olur. Adam ona: “Ebu Hanîfe! Senin benimle alay edeceğini zannetmezdim” dedi.
Ebu Hanîfe: “Ben seninle alay etmedim… Ancak bu elbiseyi ve onunla birlikte bir başkasını on dinar altına ve bir gümüş dirheme satın aldım.
iki elbiseden birini on dinar altına sattım. Bir dirhem karşılığında da bende bu elbise kaldı.
Ben dostumdan asla kâr almam.”
Ona, ipekli kumaştan yapılmış bir elbise isteyen yaşlı bir kadın
geldi.
İstediği elbiseyi onun için çıkardı. Kadın ona:
“Ben yaşlı bir kadınım. Fiyatlardan haberim yok.
Fiyatlara güvenip güvenemeyeceğim hakkında da bilgim yok.
Elbiseyi bana satın aldığın fiyata, az bir kâr ilâve ederek sat. Çünkü fakîrim” dedi.
Ebu Hanîfe ona: “Ben bir defada iki elbise satın aldım. Daha sonra birisini, ikisine ödediğim paradan dört dirhem eksiğine sattım. Onu dört dirhem karşılığında al. Senden hiç kâr istemiyorum” dedi.
Bir gün o dostlarından birinin üzerinde eski bir elbise görmüştü. Herkes gidip sadece kendisi ve o adam kalınca:
“Şu seccadeyi kaldır ve altındakini al” dedi.
Dostu seccadeyi kaldırdı, onun altındaki bin dirhemi gördü.
Ebu Hanife ona:
“Onları al ve durumunu onlarla düzelt’ dedi.
Adam da:
“Ben zenginim, Allah bana bol nimet vermiştir. Benim onlara ihtiyacım yok” dedi.
Ebu Hanife ona şöyle dedi:
“Madem ki, Allah sana bol nimet verdi, peki onun nimetinin e-serleri hani?
Rasülüllah’ın (s.a.v) buyurduğu şu söz sana ulaşmadı mı?
“Allah, nimetinin eserini kulunun üzerinde görmeyi sever.”
Senin, dostunu üzmemen için durumunu ve görünüşünü dü-zetmen gerekir.” Ebu Hanife’nin cömertliği ve insanlara iyilik severliği, şu derece-ye gelmişti: Çoluk çocuğuna bir harcamada bulunduğunda aynısını başka ihtiyaç sahiplerine de tasadduk ederdi.
Yeni bir elbise giydiği zaman onun değerinde yoksullara da giydirirdi.
Yemek önüne koyulduğunda, ondan her zamanki yediği miktarın bir katı kadarını alır, onu fakirlere verirdi.
Şu da onun hakkında anlatılanlardandır: O, konuşurken Allah’a yemin etmemek için kendi kendine söz vermişti. Yoksa bir dirhem gümüş sadaka verecekti. Daha sonra bu konuda gittikçe ilerlemeye başladı. Öyle olunca, eğer Allah’a yemin ederse altından bir dinarı sadaka olarak vermeye söz verdi. Doğru olarak yemin ettiğinde de bir dinar sadaka veriyordu.
Hafs b. Abdirrahman, Ebu Hanife’nin kervanlarından birine ortak olmuştu. Ebu Hanife ona kumaş ve elbiseler hazırlıyor ve onunla birlikte Irak şehirlerinin bazılarına gönderiyordu.
Bir defasında ona birçok mal hazırladı. Bazı elbiselerde bir takım kusurlar olduğunu bildirdi ve ona şöyle dedi:
“Onları satmak istediğinde müşteriye kusurlarını açıkla.”
Hafs bütün malları sattı. Müşterilere kusurlu elbiselerin kusurlarını açıklamayı unuttu.
Hafs kusurlu elbiseleri sattığı kişileri hatırlamak için kendini zorladı. Ama başaramadı.
Ebu Hanife meseleyi öğrenip aldatılan kimseleri tanıma imkânına sahip olamayınca, bütün malların değerlerini tasadduk edinceye kadar yerinde duramadı ve gönlü rahat etmedi.
Bütün bunların üstünde Ebu Hanife, muamelesi iyi, dostluğu tatlı bir kimseydi. Dostu onun yüzünden mutlu olurdu.
Onun hakkında konuşan kimse, ona düşman bile olsa, onun yüzünden mutsuz olmazdı.
Dostlarından birisi şöyle anlatır: Abdullah b. Mübarek’in1 Süfyan es-Sevıfye2 şöyle dediğini duydum:
“Ebu Abdillah! Ebu Hanife gıybetten ne kadar uzak!..
Ben onun hiçbir düşmanını kötülükle arigığım duymadım.”
Süfyan ona şöyle cevap verdi:
“Ebu Hanife, sevaplarına çok iyi sahip olur. Onları gidermez.”
Ebu Hanife insanların sevgisini kazanmaya çok düşkün ve onlarla olan dostluğunu sürdürmeye çok önem verirdi.
Onun şu hali meşhurdur: Çoğunlukla halktan birisi ona uğrar, belli bir maksadı olmadan biraz onun meclisinde otururdu.
Kalkarken, Ebu Hanife onun halini hatırını sorardı. Eğer fakirse ona para verirdi…
Eğer hastaysa onun ziyaretine giderdi…
Bir ihtiyacı varsa onu yerine getirirdi…
Böylece onunla dostluğunu ve ilişkisini sürdürürdü…
Bütün bunların üstünde Ebu Hanife, gündüzleri oruç tutan, geceleri namaz kılan, Kur’an okuyan ve seherlerde istiğfar eden birisiydi…
Çok ibadet etmesi ve kendini ona vermesi sebebiyle o, bir gün bir topluluğun yanından geçerken kendisi hakkında:
“Gördüğünüz bu adam geceleri uyumaz dediklerini duydu.”
Onların bu sözünü duyar duymaz şöyle dedi:
“Ben insanların yanında, Allah’ın yanında olduğumun aksineyim.
Vallahi şu andan itibaren halk benim hakkımda, yapmadıklarımı konuşmayacaklar.
Bugünden sonra, Allah’a kavuşuncaya kadar geceleri başımı yastığa koymayacağım.”
O günden itibaren bütün geceyi ibadetle geçirmeye başladı.1 Abdullah b. Mübarek: Müslüman büyüklerinden ve tebeu’t-tabiînden biridir. Benzersiz bir tacir ve meşhur bir mücahiddir.2 Süfyan es-Sevrî: Hadis imamlarından biridir. Zamanında helâl ve haramı ondan daha iyi bilen yoktu. Gece olup herkes yataklarına çekilince, o kalkar en güzel elbiselerini giyer, sakalını tarar koku sürünürdü.
Daha sonra köşesine çekilir, gecesini namaz kılarak, Kur’an o-kuyarak veya elleri havada dua ederek geçirirdi.
Bazan Kur’an’ın tamamını bir rekatta okur…
Bazan bütün geceyi bir ayetle geçirirdi…
Anlatılır ki bütün geceyi, Azîz ve Celîl olan Allah’ın şu sözünü tekrar ederek geçirmiştir:
“Kıyamet onların azâb ile va’dedildikleri gündür. O ne korkunç ne acı bir gündür!”1
O, Allah korkusundan kalp damarlarını koparacak ve kalpleri parçalayan bir şekilde boğuk bir sesle ağlardı.
Onun hakkında şu da meşhurdu: Kırk yıla yakın yatsı abdestiyle sabah namazını kılmış ve bu süre zarfında bunu bir defa bile aksat-mamıştır.
Vefat ettiği yerde yedi bin defa Kur’an’ı hatmetmiştir.
Zilzal suresini okuduğunda tüyleri diken diken olur ve korkudan kalbi titrerdi…
Eliyle sakalını tutar ve şöyle demeye başlardı.
“Ey zerre miktarı iyiliğe iyilik veren…
Ey zerre miktarı kötülüğe kötülük veren…
Kulun en-Nu’man’ı ateşten koru…
En-Nu’man’ı ona yaklaştıranlardan uzak tut…
Ve onu geniş rahmetine sok, ey merhamet edenlerin en merhametlisi!” 1 Kamer, 46.