ALÂEDDÎN-İ SÂBİR
Hindistan evliyâsının büyüklerinden. 1196 (H.592)’da Rebîülevvel ayının on dokuzuncu Cumâ gecesi Hirat’ta doğdu. 1291 (H.690)’de vefât etti. İsmi, Ali Ahmed Sâbir bin Şah Abdürrahîm’dir. Mahdûm Ali Ahmed Sâbir diye tanınmıştır. Lakabı Alâeddîn’dir. Annesi asil bir âileye mensûbtu. Ferîdüddîn-i Genc-i Şeker’in kız kardeşi olan bu hanım, 1175 (H.571)’de Şah Abdürrahîm hazretleri ile evlendi. Abdürrahîm Efendi, Gavs-ül-a’zam Abdülkâdir-i Geylânî’nin torunu idi. Abdürrahîm Efendi, evlendikten sonra Bağdâd’dan gelen hocası Muhammed Ebü’l-Kâsım ile Hirat’a yerleşti.
Alâeddîn-i Sâbir hazretlerinin annesi sık sık Peygamber efendimizi rüyâsında görürdü. Alâeddîn-i Sâbir anne karnında iken bir rüyâsında Peygamber efendimiz annesine doğacak çocuğun ismini Ahmed koymasını emir buyurdular. Kısa bir zaman sonra hazret-i Ali efendimiz rüyâsında annesine, ismini Ali koy dedi. Her iki emre de uyarak doğumundan evvel Ali Ahmed ismi kondu. Doğumundan sonra ise velîlerden biri, Alâeddîn ismi konmasını teklif etti. Böylece ismine Alâeddîn de dendi.
Ahmed Sâbir hazretlerinin kerâmetleri doğmadan önce görülmeye başlandı.
Birgün muhterem babaları Şah Abdürrahîm, seccâde üzerinde kendinden geçmiş bir hâlde, sabahın erken saatlerinde oturuyordu. Âniden koskoca bir yılan, tavandan önüne düştü. Gözlerini açar açmaz, koskoca yılanın önünde ikiye bölünmüş hâlde yatar vaziyette durduğunu gördü. Hâdiseyi göstermek için hanımını uyandırdı. Hanımı da;
“Bir rüyâ görüyordum. Alâeddîn Ali Ahmed bana; “Bu günden îtibâren hiç bir yılan, bizim âilemizden veya bizim evlâtlarımızdan hiç birimizi ısırmıyacaktır. Bugün dünyâdaki yılanların şâhını öldürdüm. Yılanlar bana neslimizden hiç kimseye zarar vermiyeceklerine dâir söz verdiler.” dedi.
Doğum esnâsında ebe, abdestsiz olarak çocuğu tutmak istediğinde, elleri ve vücûdu ateş gibi olup, titremeye başladı. Annesi çocuğa abdestsiz değmemesini, onun çok mübârek bir çocuk olduğunu söyledi. Ebe gidip abdest aldıktan sonra çocuğa dokunabildi ve onu kucağına aldı. Çocuğu yıkayacağı zaman, çocuk gözlerini açtı. Evin damına baktı. Evin üstü açılıp gökyüzü göründü. Aynı anda kırmızı bir bulutun, çocuğun üzerine doğru indiği, sonra semâya açılan damdan yükseldiği görüldü. Bu evle birlikte Hirat’daki bütün evlerin kokusu değişti. Bütün şehir güzel kokulara gark oldu.
Doğumundan îtibâren Alâeddîn-i Sâbir, bir sabır nümûnesi olarak görüldü. İlk altı ayda, kırk gün annesinin sütünü emmedi. Bir yaşına kadar, diğer altı ay içinde 15 gün oruç tutar, 15 gün süt emerdi. Üç yaşında ana sütünü terk ederek, ara sıra küçük bir parça arpa ekmeği ve Hindistan’a mahsus bir çeşit nohut ekmeği yerdi. Konuşmaya başladığında, ilk söylediği söz; “Lâ mevcûde illallah”(Allahü teâlâdan başka hiçbir şey yoktur) oldu. Beş yaşında iken, mübârek pederi vefât etti. Bunun üzerine bir sene konuşmadı. Yedi yaşında iken muntazaman hergün oruç tutmaya başladı. 4 ilâ 5 günde bir, biraz kuru ekmek kırıntısı yerdi. Bu yaşında teheccüd namazı kılardı ve kendisini tamâmen Allahü teâlâya verirdi. O yaşında dahî, annesinin ısrârlarına rağmen karyolada hiç yatmadı.
Annesi; “Yavrum neden bu kadar sıkı mücâhedeyi nefsin ile uğraşmayı bu yaşında yapıyorsun?” dedikte; “Sevgili anneciğim elimde değil, kendimi Allahü teâlânın aşkında yakmak istiyorum. Böyle yaşamak hakîkaten hoşuma gidiyor.” buyurmuştur.
Babası Şah Abdürrahîm’in bu dünyâdan ayrılma zamânı geldiğinde, mîdesinde çok şiddetli bir ağrı baş gösterdi. Halk, Ali Ahmed’e babasının iyileşmesi için duâ etmesini söylediklerinde, onlara; “Resûlullah efendimizi gördüm. Cennet-i âlâda babamı görmeye hazır idiler. Ve buraya, ellerinde Cennet elbiseleri ile gelen meleklerin seslerini duyuyorum. Babamı götürmek üzere geliyorlar. Şimdi duâ etmenin hiçbir faydası yoktur.” dedi. Sözlerini bitirir bitirmez muhterem pederi, rûhunu teslim etti ve bütün ev değişik bir koku ile doldu. Bu güzel koku dünyâ kokularına benzemiyordu.
Babası Abdürrahîm’in vefâtından sonra, annesi ile birlikte zor günler geçirdiler. Fakat bu asîl hanım, hiç kimseden yardım istemedi. Bu zaman zarfında Ali Ahmed, sâdece su içer ve şâyet varsa dört veya beş günde bir, biraz ekmek kırıntısı yerdi. Bu kadar fakirlik zamânında bir gün, Ali Ahmed çok büyük bir açlık hissetti. Annesinden yemek için bir şeyler istedi. Annesinin pişirecek bir şeyi yoktu.
Öğle namazından sonra Ali Ahmed tekrar yemek istedi. Annesi, su dolu tencereyi ateşe koyarak yemek pişirir gibi yaptı. İkindi namazına kadar sabrettikten sonra; “Yemek ne oldu?” diye sorduğu zaman, henüz pişmedi, dedi. İkindi namazından sonra dayanamayıp, kendisi kapağı kaldırdı. Tencerenin içi pilavla dolmuştu. Annesine dönerek; “Anneciğim, pilav olmuş.” dedi. Annesi, hayretler içerisinde koşarak geldi. Pilav daha önce hiç kokmadığı hâlde, şimdi değişik ve güzel bir kokuya sâhipti.
Ali Ahmed yemeğini bitirdiği zaman, annesi oğlunu Muhammed Ebü’l-Kâsım’a gönderdi. Ebü’l-Kâsım hazretlerine de durumu anlattı. Pilavdan biraz götürüp kendisine gösterdi. Ebü’l-Kâsım hazretleri pilavdan tattı. Annesi; “Oğlumu, dayısı Ferîdüddîn-i Genc-i Şeker’e teslim edeyim mi?” dedi. Ebü’l-Kâsım, diğer talebelerle istişâre etti. Hepsi kabûl ettiler.
Hirat’dan yola çıkan Ali Ahmed, annesi, Muhammed Ebü’l-Kâsım Gürgânî ve Alîmullah Ebdâl, Hansî’ye 6 Nisan 1205 (H.601)’de vardılar. Büyük evliyâ Ferîdüddîn-i Genc-i Şeker ilk bakışta Ali Ahmed’in alnında parlayan nûru gördü. Kızkardeşine, böyle nâdîde bir cevheri kendisine getirdiği için teşekkür etti. Bakımını ve ilim öğretilmesi işini üzerine aldı. Böyle bir talebenin kendisine gelme sevincinden vecde gelip, kendinden geçti. Bir zaman vecd içinde kaldıktan sonra, kızkardeşi; “Onu sizin hizmetinize getirdim. İnşâallah kabûl edersiniz sevgili kardeşim.” dedi. Ferîdüddîn-i Genc-i Şeker hazretleri buyurdular ki; “Biz, Ali Ahmed’den, onun doğum ve ilerideki hâllerinden zâten haberdâr idik. Üç sene içinde yanımızda ilmini tamamlayacak.” cevâbını verdi.
Ali Ahmed, verilen dersleri çok kısa bir zamanda öğrendi. Oruç tutuyor ve mücâhede yaparak nefsini terbiye ediyordu. İlim tahsilini üç senede tamamladı. Tahsilini tamamladığı sırada annesi, onu dayısının yanında bırakarak, kardeşinden Hirat’a dönmek üzere izin istedi ve; “Sevgili kardeşim! Ali Ahmed’im oruç tutmayı çok sever. Lütfen göz-kulak olunuz, açlıktan ölmesin. Yaşarsam, on iki sene sonra geri gelip düğününü yaparız.” dedi. Ferîdüddîn-i Genc-i Şeker tebessüm buyurdu. Kardeşinin gönlünü yapmak için, Ali Ahmed’i yanlarına çağırdı ve ona mutfağın yemek dağıtım vazîfesini verdi. Kız kardeşi buna memnun oldu. Sabah ve akşam namazlarından sonra, Ali Ahmed, fakirlere yemek dağıtırdı. Sonra hücresine çekilir, mücâhede yâni nefse zor gelen nefsin istemediği şeyleri yapardı. Yemek yiyenler, Ali Ahmed Sâbir’in vazifeyi aldığı günden beri, yemek dağıttığı hâlde kendisinin hiç yemek yediğini görmediler.
Birgün Ferîdüddîn Genc-i Şeker hazretleri Ali Ahmed’in hücresinde ağladığını duydu. Yemek dağıtımından sonra, onu bulup ağlama sebebini sordu. Ali Ahmed Sâbir; “Allahü teâlâ, bizi dünyâ hayâtından ayırdı. Velîlerin ve “Ricâl-ül-gayb” ismi verilen evliyânın hâricinde hiçbir insan yanıma gelmeyecek. Yoksa, evliyâlık yolunda ilerlemem mümkün olmaz. Allahü teâlânın muhabbeti beni kapladı. Allahü teâlâ merhamet eylesin. İleride benim için daha neler olacak. Allahü teâlânın takdîrinden kaçılmaz. O’nun irâdesine mûtîyim, tâbîyim.” dedi ve hücresine çekildi.
Günlerce odasında murâkabe ve nefsini hesâba çekti. 16 Ocak 1226 (H.623)’de Ferîdüddîn-i Genc-i Şeker hazretleri, Ali Ahmed Sâbir’in hücresine girdi. Kendisini derin bir murâkabe hâlinde buldu. Yüksek sesle sağ kulağına, yedi defâ Kelime-i tevhîd okudu. Ancak yedincisinde gözlerini açabildi. Kendisini dışarıya çıkardı. Önceden hazırladığı kürsüye oturtarak takkesini ve hırkasını giydirdi. Vekîli olduğunu herkese ilân etti.
Daha sonra Ferîdüddin-i Genc-i Şeker, yeğeni AliAhmed Sâbir’i İslâmiyetin zayıfladığı Kalyâr’a (Gvâliyar) gönderdi. Ahmed Sâbir 14 Şubat 1253 (H.650) günü Alîmullah Ebdâl ile birlikte Kalyâr’a hareket etti. Oraya vardığında Ebü’s-Samed bin Abdülvâhid bin Kutbiddîn Ensârî’nin evinde kaldı. Ertesi gün, Kalyar’a vazîfeli olarak geldiğini, câmide herkese duyurdu. Musammad Gülzâdî ve 36 yaşındaki oğlu Behaeddîn ve Cemal Rohagar isimli bir komşusu, Alâüddîn-i Sâbir’in ilk talebeleri oldular. Her ikisi de bu beldedeki insanlara doğru yolu bildirmekle vazîfelendirildiğini bildirirken oradaydılar. Onlar, Sâbir hazretlerini desteklediler. Ancak diğerleri aldırış etmeyip dağıldılar.
Ertesi gün, Kalyâr Câmiinde vâz ederek, kendisinin Kalyâr halkına imâm olarak gönderildiğini tekrar bildirdi. Ama halk;
“Bizim rehberimiz Kur’ân-ı kerîm, imâmımız Kâdı Tabrak Rûfî’dir. Bu geleneği değiştirmeyiz.” dediler. Alâeddîn-i Sâbir, kendisini vazîfelendirenin ve gönderenin, Sultân-ül-Evliyâ Ferîdüddîn-i Genc-i Şeker olduğunu söyledi. Halk, yine dağıldı. Sonra durumu Kâdı Tabrak’a haber verdiler. Cumâ günü Kâdı Tabrak, Cumâ namazına geldi. Alâüddîn-i Sâbir hazretlerine;
“Sen bizim kutbumuz isen, üç ay önce kaybettiğim keçim hakkında bana bilgi ver. Şâyet bunu yapabilirsen kutub olduğuna inanacağım.” dedi. Alâeddîn-i Ahmed, gökyüzüne bir an baktı ve sonra buyurdu ki:
“Şehirde keçinin etini yiyenler gelsinler. Yoksa onları isimleriyle çağıracağım.” Birkaç dakika içerisinde câmide 27 kişi öne çıktı. Hayretler içinde kalmışlardı. Sâbir hazretleri sordu:
“Kâdınızın keçisini, nerede kestiğinizi söyleyin. Yoksa ben söylemek zorunda kalacağım.” Hepsi hâdiseyi inkâr etmeye başladılar. Mahdûm Ali Ahmed Sâbir, Kâdı Tabrak’la birlikte câmiye gelen bir şahsa;
“Keçiyi ismiyle çağır.” dedi. O da; “Hirmana!” diye bağırdı. O anda yirmi yedi kişinin karnından şöyle bir ses geldi:
“Ben, bunların mîdelerine taksim olundum. Bunlar beni, geceleyin Sadrak kuyusunun kenarında kestiler, artıklarımı ve kemiklerimi taşa bağlayıp, kuyunun dibine attılar. Etimi kızartıp yediler.” Bu kerâmete şâhid olanlar, Sâbir’in Kalyâr imâmı olduğunu kabûl ettiler. Kâdı Tabrak ise;
“Bu, büyücüdür. Yaptığı kerâmet değildir, büyü aldatmasıdır.” dedi. Zayıf karakterli vâli Zamvan, fikir değiştirip Mahdûm Sâbir’e;
“Sen bir büyücüsün, yaptıkların büyüdür.” dedi. Sâbir hazretleri:
“Elhamdülillah! Bu fakîr, Resûlullah efendimizin sallallahü aleyhi ve sellem, bir sünnetine uydu. O’na büyücü dedikleri gibi, bize de diyorlar.” dedi. Daha sonra câmiyi terk ederek, Muhammed Gülzâdî’nin evine gitti. Orada olup bitenleri bir rapor hâlinde yazarak Alîmullah Ebdâl ile, Ferîdüddîn-i Genc-i Şeker hazretlerine gönderdi.
Alîmullah Ebdâl, Ferîdüddîn-i Genc-i Şeker’e raporu verdi. O da bir fetvâ hazırlayarak, Resûlullah efendimizin mânevî tasdîki ile Kâdı Tabrak’a gönderdi. Kâdı Tabrak, fetvâyı aldığı zaman yırttı ve Ferîdüddîn-i Genc-i Şeker’e şöyle yazdı:
“Rehberimiz Kur’ân-ı kerîm’dir. Uzun zamandır Kalyâr’ın imâmeti bizdedir. Bunu hiç kimseye siz emrettiniz diye veremeyiz. Sizin emirlerinizin bizim için bir mânâsı yoktur. Resûlullah efendimizin doğrudan emri gelirse, halîfenizi imâmımız olarak kabûl edebiliriz.” Mektup ve yırtık fetvâ, Ali Ahmed Sâbir’e, Safrat isimli kadının hizmetçisi ile getirildi. Çok üzülen Alâüddîn-i Sâbir, Safrat’a;
“Mâdem ki o, bizim hocamızın fetvâsını yırtmıştır, biz de onun ismini Levh-il-mahfûzdan yırttık. Ve bugünden îtibâren bilsin ki, kendisi ve ona tâbi olanlar, kıyâmete kadar cezâlanacaklardır” dedi. Alâeddîn-i Sâbir, hâdiseleri aynen Ferîdüddîn-i Genc-i Şeker’e iletti. Yırtılmış fetvâ ve mektup, Ferîdüddîn-i Genc-i Şeker’in eline varınca, odasına kapanıp, on üç gün sonra çıktı. Kalyâr vâlisi Zamvan’a, şöyle bir mektup yolladı:
“Allahü teâlâ, sizlere Kalyâr’a vâli olmak nasîb etti ise, Ali Ahmed’in de imâm olmasını takdîr eyledi. Kendisini imâm tanımanız ve itâat etmenizi tavsiye ederim. Siz, Ali Ahmed’in, isimlerinizi Levh-il-mahfûzdan yırttığını bilmiyorsunuz? İmâmınızı kabûl etmez iseniz, Allahü teâlâ size gazâb eder. Kabûl ederseniz Allahü teâlâ ve O’nun Resûlü hoşnûd olur. Kâdı Tabrak ile berâber, Ali Ahmed’e büyücü demişsiniz. Bunları unutunuz. Benim Ahmed’im, Allahü teâlânın sevgili kullarındandır. Size imâm olarak vazîfelendirilmiştir.
Bu fakîr ilâve ederim ki; Kâdı Tabrak, Ali Ahmed’e hürmet ve itâat etsin. İtâat etmezse, Allahü teâlâya isyân etmiş olur. Allahü teâlâ, kendine isyân edenleri cezâlandırır. Cezâsının ne kadar acı olduğunu herkes bilir. Ayrıca, yazmaya, anlatmaya lüzum yoktur. Alâüddîn-i Sâbir’in babasının ismi Abdürrahîm’dir. Onun babası Abdülvehhâb Seyfüddîn, onun babası Gavs-ül-A’zam Abdülkâdir Muhyiddîn Geylânî’dir. Ne yazık ki, evlâd-ı Resûl varken, siz Kalyar halkı, başkalarının imâmetini tercih edersiniz. Tövbe ediniz ve Allahü teâlâdan korkunuz! Resûlullah efendimizin evlâdına hürmet, hepimize lâzımdır. Tekrar ederim, itâat etmezseniz, hepiniz helâk olursunuz. Allahü teâlâ; “Resûlullah’a itâat, Allahü teâlâya itâattir.” buyuruyor. Şimdi itâat etmek ve etmemek sizin mesûliyetinizdedir.” Ferîdüddîn-i Genc-i Şeker, mektubunu mühürledi ve;
“Kıyâmüddîn Zamvân’a götür.” dedi. Mektup, Kıyâmüddîn Zamvân’a gittiğinde, Kalyâr’ın ileri gelenleriyle berâber Kâdı Tabrak da oradaydı. Zamvan, mektubu alır almaz Alîmullah Ebdâl’e sordu:
“Ferîdüddîn hazretlerinin yanından ne zaman ayrıldın?”
“Öğle namazını onlarla kıldım. İkindi namazını Kalyâr’da Mahdûm AliAhmed Sâbir ile kıldım.” dedi.
“Bu kadar uzun yolu, bu kadar kısa zamanda nasıl geldin?” dediler. “Mahdûm Ali Ahmed Sâbir’in kerâmeti ile. Siz de itâat ederseniz, sizde de böyle hâller zuhûr edebilir.” dedi. Ve hepsi şaşırdılar. Zamvan ve Kâdı yine kendi nefsî arzularına uyup, Sâbir hazretlerini kabûl etmediler. Ferîdüddîn-i Genc-i Şeker’in mektubunu yırttılar. Alâeddîn-i Sâbir kendilerine gönderilen mektubu alınca;
“Hocamın mektubunu oku bakalım.” dedi. Hocalarının cevâbı bir cümleden ibâretti: “Kalyâr sizin keçinizdir. İster sütünü için, isterseniz etini yiyin.”
Hocasından mektupla emri alan Alâeddîn-i Sâbir hazretleri, Kur’ân-ı kerîmden bâzı âyet-i kerîmeler okudu. Hem semâya, hem de yeryüzüne baktı. İşte o anda zelzele başladı. Tekrar bir zelzele daha oldu. Bu, birincisinden daha şiddetli idi. Kalyâr halkı korku içinde idi. Üçüncü defâ zelzele olduğunda, Kalyâr Vâlisi Zamvan, doğruca Kâdı Tabrak’a gitti:
“Bu garib zelzelelerin sebebi ne olabilir?” Bana öyle geliyor ki, bunun sebebi, Ali Ahmed’i kabûl etmeyişimizdir. Bütün şehir yerle bir olacak.” dedi. Ama Kâdı:
“Kalyâr’da yaşlı bir büyücü kadın vardır. İsmi, Cugla Nasrat’tır. Yunanlıdır, büyü yapmakta üstüne yoktur. Bu zelzele işini kendisine bir danışalım.” dedi. Zamvan doğruca ona gidip zelzelenin sebebini sordu. Kadınla konuşurken, dördüncü defâ zelzele oldu. Kadın dedi ki:
“Efendim! Bu büyü, sizin Kalyâr Kutbu zannettiğiniz yeni gelen kimsenin büyüsü olsa gerektir. Bana emir verirseniz, büyü yaparak bir değil, birkaç defâ zelzele olur.” Zamvan’a inandırmak için büyü yapıp, zelzele olmuş gibi gösterdi. Herkes de zelzele oluyor sandı. Kadının büyüsü Zamvan’ı rahatlattı. Cumâ günü Mahdûm Ali Ahmed câmiye, Kâdı Tabrak ve Zamvan’dan evvel gitmişti. Yanında sâdece Alîmullah Ebdâl ve Behâeddîn vardı. Mihrâba geçip oturdu. Kâdı Tabrak gelip;
“Orayı bana boşalt!” dedi. Alâeddîn-i Sâbir hazretleri;
“Üzerime gelmemenizi tavsiye ederim. Yoksa, bütün şehir halkıyla berâber helâk olursunuz. Siz ve sizi tâkib edenler, kıyâmet gününe kadar pişmanlık çekerler.” buyurdu.
Kâdı Tabrak dinlemeyip reddetti ve; “Neden hep ısrâr edip duruyorsun? Hiç birimiz seni kabûl etmiyoruz. Seninle karşılaşıp başa çıkması için bir kadın bile tuttuk.” dedi. Bu son sözünden sonra Mahdûm Sâbir, mihrâbdan çekildi. Câminin açık avlusuna çıktı. Yanında Alîmullah ve Behâeddîn de vardı. Hiç kimse, onlara namaz kılacak yer açmadı. Hattâ Allahü teâlânın bu sevgili kulu, câminin dış merdivenlerine kadar itelendi. Cumâ namazı başladı. Cemâat rükûya gitti. Alâeddîn-i Sâbir hazretleri de rükûya eğildiğinde, âniden câminin duvarları rükûya giderek cemâatin üzerine yıkıldı. Bütün şehir sallandı. Câminin dışındakiler koşuyorlardı. Musammad Gülzâdî evinden çıkarak, namaz için gelen oğlunu aradı. Mahdûm Sâbir ona dedi ki:
“Oğlunuz merdivenin altındaki boşlukta gömülü kaldı. Alîmullah Ebdâl, kendisini getirsin.” Behâeddîn kurtarıldıktan sonra, Alâeddîn-i Sâbir hazretleri, Gülzâdî’ye buyurdu ki;
“Bir gün içinde, Kalyâr’dan altı mil uzağa gidiniz. Sevdiğiniz akrabâlarınızı ve arkadaşlarınızı berâberinizde götürünüz. Allahü teâlânın azâbı henüz bitmedi.” Ondan sonra kuvvetli zelzeleler olmaya başladı. Kalyâr şehri yerle bir oldu. Bu kuvvetli zelzeleler üç yere tesir etmedi: 1) Mahdûm Sâbir’in içinde bulunduğu 50 kilometrekarelik saha, 2) Şehîd kabirleri, 3) Musammad Gülzâdî’nin evi. Kalyar, dört gün durmadan sallandı. Allahü teâlânın evliyâsını inkâr edenler ve büyücü diyenler böylece cezâlarını görmüş oldular. 1253’den 1501’e kadar Kalyâr harâb olarak kaldı. 1501’de Kutbulâlem Abdülkuddûs Gengûhî, (Alâeddîn Sâbir’in 7. halîfesi) Alâeddîn Sâbir hazretlerinin kabrine, bugün mevcud olan türbeyi yaptırdı. Sâbir hazretlerinin bu türbesi, Kuzey Hindistanlıların ve Sultan İbrâhim Lodî’nin ricâları ile olmuştur. Geçirdiği tahrîbattan sonra Kalyâr, 250 sene daha eski parlak günlerine geri dönemedi. Zelzele olan 24 kilometrekare bölgeye hiç kimse giremedi.
Kalyâr fâciasından sonra, Sultan Nâsırüddîn Mahmûd çok korkmuştu. O zamanlar Delhi’de bulunan Sultan, vezîrini, Ferîdüddîn-i Genc-i Şeker hazretlerine yolladı. Yazdığı ilticâ yazısı kısaca şöyledir:
“Kıymetli efendim! Kalyâr fâciasını işittim. Çok müteessir oldum. Kıyâmüddîn Zamvan’a benzemekten korkuyorum. Bu sebeple size sığınıyorum. Lütfedip emir ve tâlimâtlarınızı gönderirseniz, onlara göre hareket ederim.”Gönderdiği iltica mektubuna karşı, Ferîdüddîn-i Genc-i Şeker, sultanın ve âilesinin ilticâsını kabûl etti. Ancak Kalyâr’ın harab olmuş arâzisine kimsenin girmemesini ve Delhi’deki halîfesi Nizâmüddîn-i Evliyâ’nın teveccühlerine kavuşup gönlüne girmesini tenbih etti.”
Şemsüddîn-i Türkî, Alâeddîn-i Sâbir’in en büyük talebesidir. Çünkü o zaman, Kalyâr’ın zelzele geçirmiş korkulu topraklarına kimse yaklaşamıyordu. Kendisi Türkistan’dan geldiğinde Kalyâr fâciasından yedi sene sonra, yirmi bir talebe arkadaşıyla Acudhân’a gitti. Şemsüddîn’in niyeti, Genc-i Şeker’e talebe olmaktı. Genc-i Şeker ise;
“Şemsüddîn! Alâeddîn’e git. Sana lâzım olanı o verecektir.” buyurdu. Şemsüddîn ve arkadaşları, Kalyâr’a doğru yola çıktılar. Zelzele sâhasına kadar geldiler. Oradan içeriye, değil insanlar, kuşlar bile geçmiyordu. Cemâleddîn Ebdal, Alâeddîn-i Sâbir adına zelzele hudûdunda misâfirleri karşıladı. Şemsüddîn;
“Bu tehlikeli bölgeye nasıl girecek ve o büyük velînin ellerini nasıl öpeceğiz?” diye sorunca, Cemâleddîn;
“Merak etmeyin, birazdan Alîmullah Ebdâl gelip size yardımcı olacak.” dedi. Bu arada Alîmullah Ebdâl geldi ve misâfirleri Alâüddîn-i Sâbir’e götürdü. Kendisini cezbe hâlinde buldular. 22 gün ve gece Mahdûm Sâbir aynı vaziyette kaldı. Sâdece namaz vakitlerinde namazını kılıyor, eski durumuna tekrar geliyordu. Alîmullah Ebdâl, misâfirlerinin geldiğini söyliyecek bir fırsat bulamadı. Bu zaman zarfında, Şemsüddîn hâriç, diğer bütün talebeler Acudhân’a döndüler. Şemsüddîn, Alâeddîn Ahmed’in bu zaman dünyâyı ve kendi fizîkî ihtiyaçlarını unutarak, kendinden geçmiş hâlde kalmasını büyük bir hayranlıkla karşıladı. Zavallı arkadaşlarının ayrılışından on iki saat sonra Alâeddîn-i Sâbir kendine geldi ve;
“Şemsüddîn! Seni hocam Ferîdüddîn-i Genc-i Şeker gönderdi değil mi?” diye sordu. Şemsüddîn;
“Siz, daha iyi bilirsiniz efendim!” dedi. Sabir;
“Allahü teâlânın güneşi semâda, bu fakîrin güneşi ise yeryüzündedir.” buyurarak, Şemsüddîn’e Şems’ül-Arz, yeryüzünün güneşi ünvânının verileceğini bildirdi.
Mahdûm Ali Ahmed Sâbir, Şemsüddîn’i talebeliğe kabûl etti. Kendisi ile birlikte üç gün kalmasını, daha sonra Ferîdüddîn-i Genc-i Şeker’e gitmesini, vefâtına kadar onun yanında kalmasını emretti. Sonra yine tefekküre daldı. Müteâkib üç gün içinde, kendisi ile konuşmak mümkün olmadı. Üç gün sonunda, Alîmullah Ebdal ile birlikte Acudhân’a doğru yola çıktılar.
Şemsüddîn, Ferîdüddîn-i Genc-i Şeker hazretlerine, geldiğini söylediği zaman;
“Alâeddîn-i Sâbir’in hizmetinden neden geri döndün?” buyurdu. O da;
“Size gelmemi emretti efendim!” dedi. O zaman;
“Git, ormandan odun topla ve sat. Nafakanı temin et. Gündüz riyâzet çekerek nefsini terbiye edeceksin, geceleri ise kendini Allahü teâlâya vereceksin.” buyurdu. Şemsüddîn dört sene bu işe devâm etti. Bâzan satacak odun bulamaz açlık çekerdi. Genc-i Şeker’in vefâtına kadar emredildiği şekilde hareket etti.
Ferîdüddîn-i Genc-i Şeker’in vefâtından sonra, Şemsüddîn, Acudhân şehrinden çıkıp Kalyâr’a geldi. Hocası Sâbir’i aynı ağacın altında, aynı şekilde tefekkür hâlinde gördü. Korkusundan yanına yaklaşamayıp arkasında bekledi. Alâeddîn-i Sâbir kendisine gelince sordu:
“Şemsüddîn! Geldin mi?”
“Evet efendim! Emrinizi bekliyorum.” dedi. Alâeddîn-i Sâbir, kendi eliyle hırkasını giydirdi ve sarığını Şemsüddîn’in başına koydu ve tekrar tefekkür hâline döndü. Böylece Şemsüddîn’in hilâfeti tasdîk olundu.
Alâeddîn-i Sâbir, zaman zaman murâkabe hâlinde aynı ağacın dalına tutunur, sağ eli semâda, gözleri semâda tek noktada, öylece dururdu. Ezân okununca talebesine dönerek;
“Şemsüddîn! Dînimiz ne güzel; insanı, Allahü teâlânın huzûruna çağırıyor.” der, onu imâmete geçirirdi. Bâzan;
“Şemsüddîn! Yiyecek bir şey var mı?” diye sorardı. Talebesi ona bir ağacın meyvesinden verirdi. Dudaklarına değdirir ve atardı. Talebesi de onları bereketlenmek için toplar, saklardı.”
Alâeddîn-i Sâbir, 1285 (H.684) senesinde Şemsüddîn’e altı senelik mücâhedeye girmesini emretti. Buna “Habs-ı Kebîr” denir ve bir kabrin içinde yapılırdı. Alâeddîn-i Sâbir de bunu yapmıştı. Şemsüddîn de;
“Başüstüne efendim!” dedi. Kabrin içine girerek nefsini terbiye etmeye başladı. Bu mücâhededen çıktığında hocası ona buyurdu ki:
“Şimdi Amber şehrine git. Alâeddîn-i Hilcî’ye yardım et. Kaleyi zabt edin. Senin yardımın olmadan kaleyi alamaz. Kaleyi aldığınız gün, ben vefât etmiş olacağım. Oda 16 Mart 1291 Cumâ günü (H.690) nasîb olacaktır.”
Şemsüddîn bu sözleri duyunca ağlamaya başladı. Dedi ki:
“Efendim, cenâze hizmetlerinizi kim yapacak? Nereye defn olunacaksınız? Sizi kabre kim koyacak? Türbeniz nasıl olacak?” Hocası da;
“Hizmetleri siz yapacaksınız. Allahü teâlânın ihsânı ve büyüklerimizin rûhâniyyeti yardımcınız olacak. Gasl ederken vücûduma değmeyeceksin. Gasl esnâsında gözlerini açmayacaksın. Cenâze hizmetleri kendiliğinden yapılacaktır.” buyurdu.
Şemsüddîn, hocasının emrini yerine getirmek için Amber Kalesine gitti. Amber Kalesinin düşüşünden sonra, askerlerin arasından gizlice ayrıldı. Yolda Alîmullah Ebdâl ile karşılaştı. Alîmullah ağlıyordu. Buyurdukları gibi, Alâeddîn-i Sâbir’in aynı târihte vefât ettiğini öğrendi.
Kalyâr’a vardıklarında, Şemsüddîn, Alâeddîn-i Sâbir’in kendisine tenbih ettiği gibi gusl abdesti aldırttı. Her iş kendiliğinden oluyordu. Şemsüddîn, hocasının vücûduna dokunmuyordu. Cenâze namazı kılınacağı zaman, Şemsüddîn yalnız olduğunu görerek çok üzüldü. O sırada Sâbir’e benzeyen bir atlı, dört nala yanına geldi. Yüzünde bir tül, elinde bir mızrak vardı. Şemsüddîn’in yanına gelip;
“Şemsüddîn dikkat et! Namaza daha durma.” deyip, atından hemen inerek imâmete kendisi geçti ve namaza durdular. Şemsüddîn selâm verdiği zaman, velîlerin ve kutubların, cenâze namazına iştirak ettiğini gördü. Namazdan sonra cenâzeyi kabre koydular. Süvâri atına döndüğü zaman, Şemsüddîn;
“Özür dilerim efendim! Kıymetli hocamın cenâze namazına katılan sizlerin isminizi öğrenebilir miyim?” diye sordu. Süvâri, yüzündeki tülü çıkardı ve buyurdu ki:
“Şemsüddîn! Bu cenâzenin cenâze namazını, cenâzenin kendisi kıldırdı.” Şemsüddîn, süvârinin yüzüne baktığında Alâeddîn-i Sâbir olduğunu gördü ve bayılıp yere düştü.
Alâeddîn-i Sâbir, Ferîdüddîn-i Genc-i Şeker hazretlerine lâyık bir talebe, onun tam bir vekîli, her hâliyle kâmil bir velî idi. Zâhirî ve bâtınî ilimlerde emsalsiz idi. Haramlardan, şüphelilerden, dünyâya düşkün olmaktan, dünyâya düşkün olanlarla berâber bulunmaktan çok uzak, kendi hâlinde yaşayan biri idi. Allahü teâlânın aşkıyla kendinden geçmiş bir hâlde bulunurdu. Ettiği duâ hemen kabûl olunurdu. Ağzından ne duâ çıkarsa, cenâb-ı Hak onu kabûl ederdi. Yaptığı duânın kabûl edildiği hemen görülürdü. Her an Allahü teâlâ ile meşgûl idi. Bir an O’ndan gâfil, O’nu unutmuş olmazdı. Öyle yüksek bir velî idi ki, değil insanlar, vahşî hayvanlar ve kuşlar bile hizmetine koşardı. Bâzı vahşî hayvanlar gelerek, kuyruklarıyla dergâhın önünü süpürürlerdi. Bunlar, olamıyacak şeyler değildir. Allahü teâlâ, evliyâsından dilediğine böyle ihsânlarda bulunur. Büyüklüğünü, üstünlüğünü anlıyamadığı için, kendisine îtirâz eden, bâzı insanlar oldu ise de, bunlar çeşitli hastalıklar sebebiyle, dayanılmaz acılar çekerek telef oldular. Sonunda, evliyâya karşı gelmenin cezâsını dünyâda iken çekmeye başladılar. Allahü teâlânın velî kullarına dil uzatan, büyüklüklerini inkâr edenlerin sonları, hep böyle felâket olmuş, ebedî felâkete sürüklenmişlerdir.
Alâeddîn-i Sâbir, Allahü teâlâyı tanıyan âriflerin büyüklerinden, ilmiyle âmil, fazîletler sâhibi, evliyâlık yolunda çok yüksek mertebelere ulaşmış bir zât idi. Zamânında bulunan evliyânın baş tâcı, hakîkati arayanların yol göstericisi, zamânın süsü idi.
Alâeddîn Sâbir’in vefâtından sonra talebeleri ve kendisini sevenler, her sene, vefâtının sene-i devriyyesinde kabri yanında toplanırlar, mübârek rûhuna okurlar, büyüklüğünü, kerâmetlerini, kıymetli sözlerini anlatarak eski günlerini yâd ederlerdi. Böylece yeni tanıyanların muhabbetleri artardı. Bu sâyede, her sene Mahdûm Sâbir’in türbesi yanında binlerce insan toplanır. Onun rûhâniyetinden istifâde ederlerdi.
Bu vesîleyle, yakın ve uzak yerlerden binlerce ziyâretçinin toplandığı bir sırada, oralarda su sıkıntısı meydana geldi. İhtiyaç kadar su bulmak mümkün değildi. Alâeddîn Sâbir’in talebelerinden Mevlânâ Nûrullah, o günlerde rüyâsında hocasını gördü. Kendisine;
“Elde bulunan suyu, dergâh mescidinin küçük deposuna doldurun. Oraya Cennet çeşmelerinden su akıtacağız. Böylece susuzluk çekmeyeceksiniz.” buyurdu. Mevlânâ Nûrullah;
“Peki efendim!” deyip uyanınca söylenileni yaptı. Bundan sonra hiç su sıkıntısı olmadı. O küçük deponun suyu hiç bitmedi.
Yine bu toplantılardan birinde, Mahdûm Sabir’in dergâhında onun menkıbe, kerâmet, söz ve güzel hallerinin toplandığı Hakîkat-i Gülzâr-ı Sâbir isimli eserden bâzı kısımlar okunuyordu. Zamânın meşhûrlarından bir çoğu da orada idi. Yalnız Mahdûm Sâbir’in dergâhında hizmetçi olan biri, kitabın bâzı yerlerine îtirâz etti ve îtirâz mahiyetinde çeşitli sorular sordu. Daha o anda bütün vücûdu cüzzâm illetine, hastalığına yakalandı. Pis pis kokmaya başladı. Cemâattekilerin hepsi, bu hâdiseye şâhit oldular ve kendisine;
“Bu, Alâeddîn Sâbir’in hayatına âit yazılara olan inançsızlığının cezâsıdır. O kimse tövbe edip pişman olmasına rağmen, o hâliyle oracıkta vefât etti.”
Birgün, Mahraca Lanjit Singh isimli biri, Kalyâr’a gelip dergahı yıkmak üzere, bir grup askerle Delhi’den yola çıktı. Hâce’nin dergâhına yaklaştıkları sırada, askerlerin hepsinin gözleri bir anda kör oldu. Felâketin sebebini anlayıp, Hâce Mahdûm’dan özür dilediler ve onun talebelerinden oldular. Bundan sonra, Allahü teâlânın izni ile hepsinin gözleri açıldı. Eskisinden daha iyi görür oldular.
Hindistan’ı İngiliz işgâlinden sonra orada bulunan iki İngiliz ava çıkmışlardı. Avlanırken, Hâce Mahdûm’un dergâhının yanına kadar geldiler. Avcılardan birisi, orada bulunan bir maymunu, hiçbir sebep yokken keyif için öldürdü. O anda kendisi de öldü. Öteki İngiliz çok korktu. Arkadaşının cesedini bırakarak kaçıp gitti.
Hindistan’da bulunan Meşhûr Ganj Nehri üzerinde bir kanal açılacaktı. Kanal planını hazırlamak vazîfesi bir İngiliz mühendisine verilmişti. Bunun hazırladığı plâna göre kanal, tam Hâce Mahdûm’un dergâhından geçiyordu. İnsanlar bu duruma karşı çıktı. Bütün karşı çıkmalara rağmen, İngiliz mühendis, Hâce Mahdûm’un dergâhının yıkılması plânından vazgeçmedi. Kendisi, dergahın yakınında bir çadırda kalıyordu. Bir gece yatarken, birden kendisini, çadırın orta direğinde başaşağı olarak asılmış buldu. Görünüşte, içeri giren ve çıkan olmamıştı. Sabahleyin durumu farkeden yardımcıları kendisini çözdüler ve bunun, kendisine, Hâce’yi rahatsız etmemesine dâir bir îkâz olduğunu, dergâhı yıkmak kararından vazgeçmesini söylediler. Bu hâdise üzerine çok korkan mühendis, Alâeddîn Mahdûm’un dergâhını yıkmak kararından vazgeçtiği gibi, her gittiği yerde, ondan hürmetle bahsetmeye başladı.
Mevlânâ Abdurrahmân Lüknevî, Ali Ahmed’in dergahında çile çekiyordu. Çilesi kırk gün sürecekti. O günlerde dergâhta yemek hazırlanmıyordu. Açlıktan dayanamıyacak hâle geldiği zaman, Alâeddîn-i Sâbir’in mübârek kabirlerinde, kendi ve arkadaşları için duâ etti. Aynı akşam tanımadığı bir zât, ismini söyleyerek onu aradı.”Abdurrahmân benim” dediği zaman;
“Senin ve iki arkadaşın için yemek getirdim.” dedi ve gitti. Yemeği âfiyetle yediler. Bu zât on üç gün muntazaman onlara yemek getirdi. On üçüncü gün dedi ki:
“Şimdi sizin misâfirliğiniz bitmiştir. Size yarın yemek getirmeyeceğim.” O ise bunu Alâeddîn Sâbir’den bir işâret kabûl ederek çilesini bitirdi. Bir gün daha kalıp, Kalyâr’dan Pâni-püt’e gitti.
Bedayun’dan Kuli Şah anlatır (Bu kimse üçü yaya olmak üzere, yirmi bir kere hac etmiş çok mübârek bir zâttı):
“Doksan yıl kadar önce, yolun tehlikeli oluşu sebebiyle, Alâüddîn Sâbir’in kabrine ziyârete gelinememekteydi. Sâdece her tehlikeyi göze alabilenler gelebilmekteydi. Yiyecek için herhangi bir tedbir alınmamıştı. Ziyaretçiler, yaban eriği, bâzı meyveler ve civârdan toplayabildikleri yiyecekleri yerler, iki veya üç günden fazla da kalamazlardı. Her Cumâ gecesinde, bir arslanın dergâhı ziyâret ettiği görüldü. Arslan bir kaç dakika kalıyor ve ziyâretçileri ne ürkütüyor ne de zarar veriyordu.”
Münşî Muhammed Hân Emblevî anlatır:
“Yatsı namazı için abdest alıyordum. Alâeddîn-i Sâbir’in dergâhında, kabrinin başında, bir arslanı başı önüne düşmüş bir hâlde sessizce oturur gördüm. Durumu anlattığım zaman, bir çokları, arslanların sık sık buralara gelip gittiklerini söyledi.”
Hâce Şerefüddîn Şah Pûrî, dergaha bâzan hanımı ile birlikte ziyâret için gelirdi. Kendisi bir parça ağır işitirdi. Hanımı diyor ki:
“Alâeddîn Sâbir’in kabrinde bir arslan gördüm. Durumu bilmeyenler kaçıştılar. Kocam arslana ne dikkat etti, ne de yerinden hareket etti. Arslan, kabrin önüne geldi, edeble birkaç dakika bekledi ve çıkıp gitti. Arslan gittikten sonra, efendime durumu söyledim. Bana dedi ki:
“Sen onu ilk defâ görüyorsun, ben çok defa rast geldim. Mahdûm Sâbir’in kabr-i şerîflerinin önünde hiç kimseye zarar vermeye cesaret edemez.”
Kemâl Şâh isimli bir zât anlatır:
“Dergâhı ziyâretim esnâsında bir gece örtünüp, dergâhdaki câminin avlusunda uyumuştum. Birisinin üzerimdeki örtüyü çekiştirdiğini farkettim. Uyandığım zaman, bir dişi arslan ile yavrularını gördüm. Yavrularından birisi, neş’e içinde üzerimdeki örtüyü çekiştiriyordu. Biraz sonra dişi arslan yavrularını topladı. Gördüğüm manzaradan korkmuş olduğum için örtüyü sıkıca örttüm. Korku içinde gözlerimi kapadım. Fakat, Elhamdülillah, dişi arslan ve yavruları, dergâhta hiç kimsenin kılına dokunmadan ormana doğru gittiler. Ben de rahat bir nefes aldım.”
Mevlânâ Zâhirüddîn Embehtevî anlatır:
“Bir arkadaşım vardı. Demiryolu işçisi idi. Kendisini sevmeyenlerin iftirâsına uğramıştı. Bana, Mahdûm Sâbir’in hürmetine Allahü teâlâya duâ etmemi söyledi. Ben de duâ ettim. Rüyâmda Mahdûm Sâbir’in, arkadaşımın düşmanlarınca hazırlanan iftirâ yazısını yaktığını gördüm. Sonra;
“Bu yanlıştır ve yakılmalıdır.” buyurdu. Ertesi gün, iftirâcıların hazırladığı yazı bulunamadı. Netîcede, arkadaşıma hiçbir zarar yapamadılar.”
Sâlim Ârif isminde bir zât, uzun bir zamandır hasta idi. Arkadaşına bir mektupta; Mahdûm Alâeddîn-i Sâbir’in kabri yanında, hastalığı için duâ etmesini istirhâm ediyordu. Şöyle diyordu:
“Sizler, o büyüklerin kıymetini bir nebze de olsa anlamışsınız. Bizler, onların büyüklüğünü anlamaktan çok âciz insanlarız. Onların merhametleri boldur. Ve herkesçe bilinir. Hastalığımdan çok muzdaribim. Kurtulmam için o mübârek kabrin ayak ucunda duâ buyurmanızı istirhâm ederim.” Daha sonra başından geçenleri arkadaşına yazdığı mektupta şöyle anlattı:
“Ramazan ayı idi. Çok hasta idim. Ateşler içinde yanıyordum. Orucumu ve ibâdetlerimi çok zor yapıyordum. 13 Mayıs 1955 Cumâ günü idi. Yâni sizden mektupla duâ taleb edişimden bir hafta geçmişti. Cuma namazını kılıp yatağa güçlükle ve bitkin bir hâlde düşüp kaldım. Biraz sonra kalbimden elime bir kitap alıp okuyunca iyi olacağım geçti. Kitap okurken âniden iyileştiğimi hissettim. Hiç bir şeyimin kalmaması, tamâmen iyileşmiş olmam beni hayrete düşürdü ve çok şaşırdım. Birkaç gün sonra sizden ikinci bir mektup aldım. Hastalığımın iyi olduğu Cumâ günü yâni 13 Mayıs 1955 günü Mahdûm Sâbir’in kabrinde duâ ettiğinizi yazıyordunuz.”
KERÂMET VE MENKÎBELERİ
BURASI KİMİN KABRİDİR?
1857 senesinde Hindistan’da ayaklanma yatıştıktan sonra Kalyâr’da bulunan bir İngiliz subayı Alâeddîn Sâbir hazretlerinin dergâhına geldi. Yanında adamları ve polisler vardı. Ayakkabılarıyla dergâha girmek istedi. Hizmetçi Mansab Ali Han kendisini durdurarak;
“Burası müslümanların mübârek velîlerinden birisi olan Alâeddîn-i Sâbir’in kabridir. Lütfen ayakkabılarınızı çıkarın.” dedi. İngiliz subayı sinirinden kıpkırmızı oldu. Vurmak üzere kırbacını Mansab Ali Hana doğru kaldırdı. Tam vuracakken, Mansab Ali Han mâni oldu. Öfkesinden deliye dönen İngiliz, bütün hizmetçileri ve ziyâretçileri yakalamaları için adamlarına emir verdi. Hepsini isyân etmekle ithâm etti. Hizmetçilerden bâzıları Sâbir’in kabrine gelip, İngiliz subayını şikâyet ettiler. Aynı anda İngiliz subayı, mîdesini tutarak inlemeye başladı. Ağrısı gittikçe artıyordu. Adamlarına dönerek;
“Burası kimin yeridir.” dedi. Onlar da;
“Burası, Mahdûm Alâeddîn-i Sâbir’in dergâhıdır.” dediler. İngiliz subayı yakaladıkları müslümanların serbest bırakılmasını emr ederek;
“Görünüşe bakılırsa bu zâtı incittik. Beni Ruurhi”ye (Kalyâr’dan 5 mil mesâfede bir şehir) götürün.” dedi. Oradan ayrıldılar. Fakat İngiliz subayı yolda öldü.
YÜZÜ KÖPEK YÜZÜ GİBİ İDİ
Alâeddîn-i Sâbir’in vefâtından bir zaman sonra çeşitli hâdiseler meydana geldi. Bu esnâda Hâce Mahdûm Sâbir’in kabri bir müddet kayboldu. Yeri belli olmayacak hâle geldi. Birgün bir kâfir, oradan geçerken, bir aydınlık gördü. Orası çok parlak görünüyor, hayvanlar bile o yere saygı gösteriyordu. Mezar kalıntılarından oranın, bir müslüman mezarı olduğunu anladı. İslâmiyete olan düşmanlığının fazlalığı sebebiyle, hemen elindeki demir çubukla, orada bulunan son kalıntıları da dağıtmak için hücûma geçti. Tam o esnâda, pencere gibi bir şey gördü. İçeride ne var diye bakmak için pencereden başını soktuğunda, boynunu tekrar dışarı çıkaramadı ve orada öldü. Hâce Mahdûm Sâbir o gece, kendisini tanıyan ve sevenlerden bâzılarına rüyâda görünüp;
“Burada bir köpek var. Ondan rahatsız oluyorum. Onu buradan uzaklaştırın!” buyurdu. Gidip baktılar. Orada kafası yere gömülü biri vardı. Çıkardıklarında, o kâfirin yüzünün köpek yüzü gibi olduğunu gördüler. Bu hâdiseyi görenler, büyüklere hakâret etmenin cezâsının pek ağır olacağını bir defâ daha görüp anladılar. Bundan sonra, Mahdûm Sâbir’in kabri üzerine mükemmel bir türbe yapıldı. Bu muazzam türbe üzerine inip çıkan kırmızı bir nûru, uzun zaman herkes gördü. Feyz ve marifet kaynağı olarak etrâfına nûr saçmakta olan bu muazzam türbe, çok güzel muhafaza edilmiş olarak günümüze kadar gelmiştir.
BEYİTLER
ÜÇ SENE KÂFİ GELİR
Şah Abdürrahîm idi, adı babasının da,
Ölüm hastalığına, yakalandı sonunda.
Mîdesine şiddetli, bir ağrı girdi artık,
Ev halkı endîşeye, kapıldı bir aralık.
Komşular haber alıp, ziyârete geldiler,
Onu çok hasta görüp, tesellî eylediler.
Henüz “Beş yaşında”ydı, Alâeddîn o günde,
Diz çökmüş otururdu, babasının önünde.
Gelenler dediler ki: “Alâeddîn duâ et,
Hak teâlâ babana, versin sıhhat âfiyet.”
Cevâbında dedi ki: “Edeyim, peki, fakat,
Şu anda ona duâ, sağlamaz bir menfaat.
Zîrâ Resûlullah’ı, görürüm ki âşikâr,
Bir Cennetin içinde, babamı bekliyorlar.
Melekler ellerinde, Cennet elbiseleri,
Buraya gelirler ki, götürsünler pederi.”
Vaktâ ki Alâeddîn, onlara dedi bunu,
Babası “Allah” deyip, teslîm etti rûhunu.
O da vefât ederek, göçünce bu dünyâdan,
Bir maddî sıkıntıya, girdiler hepsi o an.
Annesi gâyet asîl, bir hanım efendiydi,
Yine sıkıntısını, kimseye bildirmedi.
Alâeddîn o günler, sâdece “Su” içerek,
Üç-beş günde bir defâ, bir lokma yerdi ekmek.
Lâkin fenâ olmuştu, bir gün “Açlık hissi”nden,
Yemek için bir şeyler, istedi annesinden.
Evde ise pişecek, yok idi hiç bir şeyi,
Su doldurup ateşe, oturttu tencereyi.
Yemek pişirir gibi, göründü artık ona,
Zîrâ bir şey yoktu ki, yedirsin bu oğluna.
Bekledi Alâeddîn, öğleden akşama dek,
Sordu ki: “Anneciğim, pişmedi mi o yemek?”
O “Pişmedi” deyince, gelip kapağı açtı,
Zîrâ hiç tahammülü, yok idi, hayli açtı.
Kapağı açar açmaz, kavuştu bir sevince,
Bağırdı: “Anneciğim, pilav pişmiş iyice.”
O da gelip görünce, daha arttı hayreti,
Anladı ki bu dahî, oğlunun kerâmeti.
Zâten hârikulâde, hâlleri çoktuonun
Büyük zât olacağı, belliydi bu oğlunun.
Düşündü ki: “Bunu ben, âbime götüreyim,
Yetiştirmesi için, ona teslîm edeyim.”
Ferîdüddîn Genc Şeker, idi ki âbisi de,
Oğlu Alâeddîn’i, götürdü kendisine.
O dahi görür görmez, kardeşinin oğlunu,
Fark etti alnındaki, o “Büyüklük nûru”nu.
Sevinip buyurdu ki, hemen hemşîresine,
“Üç sene kâfi gelir, bunun yetişmesine.”
O dahî arz etti ki: “Âbicim, Alâeddîn,
Sever oruç tutmağı, lütfen çok dikkat edin!
Zîrâ korkuyorum ki, olunmazsa göz kulak,
Açlıktan ölebilir, yemeği unutarak.”
O, tebessüm buyurup, hemen kız kardeşine,
Dedi: “Korkma, veririm, onu mutfak işine.”
Hemşîresi o zaman, memnûn oldu pek fazla,
Ve lâkin Alâeddîn, yemezdi yine aslâ.
Dayısının yanında, üç senede nihâyet,
Tamâmiyle yetişip, aldı mutlak icâzet.
KAYNAKLAR
1) Siyer-ül-Aktâb; s.177
2) Siyer-ül-Evliyâ
3) Firdevs-ül-Vücûb
4) Sırr-ül-Ubûdiyyet
5) Hakîkat-ı Gülzâr-ı Sâbir
6) The Big five of India in Sufism; s.107
7) Ahbâr-ul-Ahyâr; s.75
8) İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; c.8, s.94