MUHİBBULLAH-I MANKPÛRÎ
Hindistan’da yetişen büyük velîlerden. İsmi Muhibbullah, nisbeti Mankpûrî’dir. Mîr Seyyid Muhibbullah-ı Mankpûrî ismiyle tanınır. Doğum ve vefât târihleri belli değildir. On yedinci asrın sonlarına doğru vefât ettiği bilinmektedir.
İlk zamanlarında, o zamânın evliyâsının büyüklerinden Muhammed bin Fadlullah-i Bürhânpûrî’nin hizmetinde bulundu. Ona çok güzel hizmet eden Seyyid Muhibbullah-ıMankpûrî, o zâttan icâzet ve hilâfet aldıktan sonra, yine aynı şehirde bulunan Mîr Muhammed Nûmân’ın hizmet ve huzûru ile şereflendi. Ondan tasavvuf yolunun edeb ve inceliklerini öğrenmeye başladı.
Mîr Muhammed Nûmân’ın meclisinde, devamlı İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin Medh-ü-senâsı geçtiğinden ve yüksek mektupları okunduğundan, İmâm-ı Rabbânî’yi görmek ve hizmetlerinde bulunmak arzu ve şevkiyle yanmaya başladı. Bu aşkla hazret-i İmâm’ın yüksek dergâhlarına kavuştu.
Bir müddet orada kaldı. Birçok mânevî dereceler elde etti. İmâm-ı Rabbânî, Mîr Muhammed Nûmân’a yazdıkları bir mektupta bunu şöyle bildirmektedir: “Seyyid Muhibbullah, Allahü teâlâdan başka her şeyi unuttu ve fenâ derecelerinin bâzısına kavuştu. Kendisine bir nevî icâzet verip, Mankpûr’a gönderdik.”
Seyyid Mîr Muhibbullah-ı Mankpûrî, İmâm-ı Rabbânî hazretleri tarafından vazifelendirilerek Mankpûr’a gidince, orada bâzı kimselerin eziyet ve sıkıntı vermelerinden iyice rahatsız olup, hazret-i İmâm’a mektup yazarak durumu arzetti. İmâm-ı Rabbânî hazretleri ona şöyle bir mektup yazdılar:
“Allahü teâlâya hamd olsun ve O’nun sevgili Peygamberine salât olsun. Size ve bütün müslümanlara duâ ederim. Kardeşim Seyyid Mîr Muhibbullah’ın şerefli mektubu geldi. Bizi çok sevindirdi. İnsanların üzmelerine dayanmak lâzımdır. Akrabânın incitmelerine sabretmekten başka yapılacak şey yoktur.
Allahü teâlâ, sevgili Peygamberine, aleyhisselâm emrederek, Ahkâf sûresi 35. âyet-i kerîmesinde meâlen buyuruyor ki: “Peygamberlerden Ülül’azm olanların sabrettikleri gibi sen de sabret! Onlara azab vermesi için duâ etmekte acele eyleme!” orada bulunanlara en faydalı şey; yanlarında bulunanların eziyet etmeleri, sıkıntı vermeleridir. Siz bu nîmeti istemiyor, bundan kaçıyorsunuz. Evet, hep tatlı yemeğe alışmış olan, şifâ verici acı ilâcdan kaçar. Buna ne diyeceğimi bilemiyorum. Fârisî beyt tercümesi:
Nazlı olsa da, aşka yakalanan kimse,
Naz çekmeğe alışması lâzım elbette!
İlâh-âbâd denilen yere göç etmek için izin istiyorsunuz. Yâhut bir yer gösteriniz de, oraya gidip, halkın ifrât derecesindeki cefâsından kurtulayım diyorsunuz. Buna ruhsat, izin verilebilir. Fakat, azîmet daha iyi yol, orada kalıp, sıkıntılara sabır ve tahammül etmektir. Bildiğiniz gibi, bu mevsimde hâlsiz oluyorum. Bunun için kısa yazdım. Selâm ederim.” (Üçüncü cild, 7’nci mektup)
KERÂMET VE MENKÎBELERİ
BİD’ATLERİN KÖTÜLÜĞÜ
Yine İmâm-ı Rabbânî hazretleri, Muhibbullah-ı Mankpûrî’ye bir mektupta şöyle buyurdular:
“Allahü teâlâya hamd olsun! O’nun peygamberlerine salât ve size duâlar ederim. Kıymetli kardeşim Seyyid Mîr Muhibbullah! Buradaki fakîrlerin hâlleri, gidişleri çok iyidir. Bunun için Allahü teâlâya sonsuz hamd etmek lâzımdır. Sizin de selâmetiniz için ve hâlinizin değişmemesi için ve doğru yolda ilerlemeniz için Allahü teâlâya duâ ederim. Bu günlerde, ne hâlde bulunduğunuzu bildirmediniz.
Mesâfenin uzaklığı, haberleşmeyi güçleştiriyor. Nasîhat vermek; dînimizin birinci vazîfesidir ve peygamberlerin en üstününe uymaktır. (O’na ve hepsine üstün duâlar ve selâmlar olsun!) O’na uymak için O’nun sünnetlerini, yâni bütün emir ve yasaklarını yerine getirmek ve O’nun beğenmediği bid’atlerden sakınmak lâzımdır. O bid’atler, gecenin karanlığını yok eden tan yerinin ağarması gibi parlak görünseler de, hepsinden kaçmak lâzımdır. Çünkü hiçbir bid’atte nûr yoktur, ışık yoktur. Hiçbir hastaya şifâ yoktur. Hiçbir hastaya ilâc olamazlar. Çünkü, her bid’ât, ya bir sünneti yok eder, yâhut sünnetle ilgisi olmaz.
Fakat, sünnetle ilgisi olmayan bid’atler, sünnetten aşırı, artık oldukları için, sünneti yok etmiş olmaktadırlar. Çünkü, bir emri emr olunandan ziyâde yapmak, bu emri değiştirmek olur. Bundan anlaşılıyor ki, nasıl olursa olsun, her bid’at, sünneti yok etmektedir. Sünnete ters düşmektedir. Hiçbir bid’atte iyilik ve güzellik yoktur. Keşke bilseydim. Kâmil olan bu dinde ve Allahü teâlânın râzı olduğu İslâmiyette, nîmetler tamam olduktan sonra, ortaya çıkan bid’atlerden bâzılarına, nasıl olmuş da güzel demişler?
Bunlar niçin bilmemişler ki, bir şey yükseldikten, tamam olduktan, beğenildikten sonra, buna yapılacak eklemeler güzel olamaz. Hak olan, doğru olan bir şeyde yapılacak her değişiklik, dalâlet ve sapıklık olur. Kâmil olan, tamam olan bu dinde, sonradan meydana çıkarılan bir şeye güzel demenin, dînin kemâle ermediğini göstereceğini ve nîmetin tamam olmadığını bildireceğini anlamış olsalardı, hiçbir bid’ate güzel diyemezlerdi. Bunu niçin bilmemişler? Yâ Rabbî! Unuttuğumuz ve yanıldığımız şeyler için bizleri hesâba çekme! Size ve yanınızda olanlara selâm ederim.”(2’nci cild, 19’uncu mektup)
KAYNAKLAR
1) Berekât-ı Ahmediyye; s.372
2) Tezkire-i İmâm-ı Rabbânî; s.344
3) Mektûbât-ı İmâm-ı Rabbânî
4) Tam İlmihâl Seâdet-i Ebediyye; (49. Baskı) s.415, 888, 1122
5) İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; c.16, s.137