Büyük İslâm alimlerinden ve evliyanın en meşhûrlarından. Peygamber efendimizin aziz torunlarından olup sayılamayıcak kadar keramet, menkıbe ve fevkalade halleri günümüze kadar gelmiş gönüllerde yer etmiş ve tevatür halini almıştır. Hem seyyid hem şerîftir. Künyesi Ebu Muhammed olup, lakabı; Muhyiddin, Gavs-ul-a’zam, Kutb-i Rabbânî, Sultan-ı evliya. Kutb-i a’zam’dır. 1077 (H. 471) senesinde İran’ın Geylan şehrinde doğdu Bu sebeple Geylanî denildi. 1166 (H. 561) senesinde 91 yaşında iken Bağdad’da vefat etti. Türbesi Bağdad’da olup, ziyaret mahallidir.
Babası Ebu Salih Mûsâ bin Abdullah Cengi Dost, annesi Fatıma binti Ebu Abdullah Seyyide’dir. Umm-ul-Hayr, Amine-t-ül-Hayr lakabları vardır. Babası, hazret-i Hasen’in oğlu olan Hasen-i Musenna’nın oğlu Abdullah’ın soyundandır. Abdullah’ın annesi ise, hazret-i Huseyn’in kızı Fatıma’dır. Baba ve ana tarafından Peygamber efendimizin torunudur. Annesi ve babası evliyadan idiler.
Abdülkadir-i Geylanî hazretleri doğmadan önce. Bağdad’daki alimler ve veliler doğacağını müjdelemişlerdi. Babası, oğlunun doğumundan önce, rüyasında Peygamber efendimizi, Eshab-ı kiramdan ve evliyadan bazılarını gördü. Peygamber efendimiz; “Ya Eba Salih! Allahü teâlâ bu gece, sana kamil bir erkek evlad ihsan etti. O benim evladımdandır. Derecesi ve sani başkalarına göre çok üstün ve yüksek olacak” buyurarak müjde verdi. Annesi şöyle anlatmıştır: “Oğlum Abdülkadir doğduğunda, Ramazan-ı şerîf başlamıştı. Birinci gün, imsak vaktinden güneş batıncaya kadar süt emmedi. Bu hali, Ramazan-ı şerîf boyunca devam etti. Bu aya hürmet ettiğini ve oruç tuttuğunu anladım. İkinci sene, Şa’ban ayının son günlerinde hava oldukça bulutlu geçmişti. İnsanlar hilali göremedikleri için, Ramazan-ı şerîfin girip girmediğini tesbit edememişlerdi. Abdülkadir’in, Ramazan-ı şerîfde süt emmediğini bilenlere, o gün imsakdan sonra süt emmediğini söyledim. Böylece Ramazan-ı şerîfin başladığı anlaşıldı.”
Seyyid Abdülkadir-i Geylanî hazretleri, ilim tahsiline doğduğu yer olan Geylan’da başladı. Küçük yaşta Kur’ân-ı kerîmi ezberledi. 1096 (H. 488) yılında on sekiz yaşında iken Bağdad’a gidîp, zamanın meşhûr alimlerinden ilim tahsiline devam etti.
Bağdad’a tahsîl için gidişini, kendisi şöyle anlatmıştır: “Genç idim. Arefe günü çift sürmek için tarlaya gittim. Öküzlerden birinin kuyruğuna yapışmış bir halde arkasından gidiyordum. Hayvan dile geldi ve bana dönerek; “Sen bunun için yaratılmadın ve bununla emr olunmadın.” dedi. Korktum, geri döndüm. Anneme; “Beni, Allahü teâlânın yolunda bulundur. İzin ver, Bağdad’a gidip ilim öğreneyim. Salih zatları ve evliyayı ziyaret edeyim” dedim. Annem sebebini sorunca, gördüklerimi anlattım. Ağladı, kalkıp babamdan miras kalan seksen altının yarısını kardeşime ayırdı.
Kalanını da koltuğumun altına dikti. Gitmeme izin verip, her ne olursa olsun doğruluk üzere olmamı söyleyerek, hiç yalan söylemeyeceğime dair benden söz aldı. “Haydi Allah selamet versin oğlum. Allahü teâlâ için senden ayrıldım. Kıyâmete kadar bir daha yüzünü göremem” dedi. Nihayet Bağdad’a giden küçük bir kafile ile yola çıktım. Hemedan’ı geçince, altmış atlı eşkiya yolumuzu kesip, kafilemizi bastı ve kervanı soydular. Şakilerden biri benim yanıma gelerek; “Ey fakir! Senin bir şeyin yok mu?” dedi. Yalan söylemek istemediğimden; “Kırk altınım var” dedim. “Nerededir?” deyince, koltuğumun altında dikili olduğunu söyledim. Alay ettiğimi sanarak bırakıp gitti.
Birisi daha geldi. Aynı şeyleri o da sordu ve verdiğim cevaplar karşısında bırakıp gitti. İkisi birden reislerine varipdurumu anlatınca, beni çağırttı. Bir yerde, kafileden aldıkları malları taksim ediyorlardı. Yanına vardığımda; “Altının var mı?” deyince, kırk altınım olduğunu söyledim. Koltuğumun altını sökmelerini emredince, söküp altınları çıkardılar.
Sonra; “Neden böyle söyledin?” dediler. “Annem, ne olursa olsun doğru söylememi tembih etti. Doğruluktan ayrılmayacağıma söz verdim. İhanet edemem” diye cevap verdim. Eşkiya reîsi, sözlerim karşısında ağlamaya başladı ve; “Bunca senedir beni yaratıp, yetiştiren Rabbime verdiğim sözde durmadım” dedi. Tövbe edip, eşkiyalığı bıraktığını söyledi. Bu durum karşısında yanındakiler; “İnsanları soymakta, yol kesmekte bizim reisimiz idin, tövbe etmekte de reisimiz ol” dediler. Nihayet, hepsi elimde tövbe ettiler. Aldıkları malları sahiplerine verdiler. İlk defa elimde tövbe edenler, bu altmış kişidir.”
Bağdad’ın meşhûr alimlerinden ders almak suretiyle hadis, fıkıh ve tasavvuf ilimlerinde çok iyi yetişti. Ebu Hattab Mahfuz, Ebu’l-Vefa, Ali bin Ukayl, Ebu Huseyn bin Kadi Ebu Ya’la ve diğer fıkıh alimlerinden fıkıh öğrendi. Hadis ilmini; Hasen-i Bakillam, Ebu Sa’id Muhammed bin Abdülkerim, Ebu Ganim Muhammed bin Muhammed, Ebu Bekr Ahmed bin Muzaffer, Ebu Ca’fer, Ebu Kasım bin Ali, Ebu Talib Abdülkadir, Ebu Bekr Hibetullah bin Mübarek, Ebu’l-lzz Muhammed bin Muhtar, Ebu Nasr Muhammed, Ebu Galib Ahmed, Ebu Abdullah Yahya ve diğer hadis Alimlerinden tahsil etti. Tasavvuf ilmini ise; Ebu Salih hazretleri ile Şeyh Ebu Sa’id Mahzumî’den ve Hammad-i Debbas’tan öğrendi.
İlim tahsilini tamalayıp yetiştikten sonra, vaz ve ders vermeye başladı. Hocası Ebu Sa’id Mahzumî’nin medresesinde verdiği ders ve vaazları, çok büyük bir alaka ile takib edilirdi. Kendisini dinlemek için toplananların meydana getirdiği kalabalık, medreseye sığmayıp sokaklara taştı ve çevresini de doldurdu. Bu sebeple, ders verip sohbet ettiği medresenin çevresindeki evler de medreseye dahil edilmek suretiyle genişletildi. Bu iş için, Bağdad halkı çok yardımcı oldu. Zenginler para vererek, fakirler ise bizzat çalışmak suretiyle yardım ettiler. Hatta bir kadın, kocasından alacağı mehrin bedelini, efendisinin orada çalışması şartıyla ödenmiş kabul etti. Derslerine devam edenlerin içinden, pek çok alim ve salih kimseler yetişti.
Abdülkadir-i Geylanî hazretleri, bir müddet ders verip insanlara doğru yolu gösterdikten sonra, ders ve vaazı bırakıp, inzivaya çekilerek yalnızlığı tercih etti. Daha sonra sahralara çıktı. Bağdad’ın Kerh harabelerinde yaşamaya, bütün vaktini, ibadet, riyazet ve mücahede ile geçirmeye başladı. Buyurdu ki: “Yirmi beş yıl kadar, yalnız başıma sahralarda dolaştım. Kırk sene, yatsı namazından sonra, sabaha kadar Kur’ân-ı kenın okudum. Bir gece, nefsim uyumak istemişti. Fakat, nefsimin bu isteğine itibar etmedim. Kırk gün oruç tutup, sonra iftar ettim.”
Yine şöyle anlatmıştır: “Allahü teâlâya dua ve niyazda iken yanıma tanımadığım birisi geldi. Arkadaş olalım dedim. Muhalefet etmemem şartıyla kabul etti ve gelinceye kadar beklememi söyledi. Gitti ve bir yıl sonra geldi. Ben ise onu bekledim. Bir müddet beraber oturduk. Kalktı; “Ben gelinceye kadar buradan ayrılma” deyip gitti. Bir sene sonra geldi ve yanında ekmekle süt getirdi. “Ben Hızır’ım, bunları sana getirmemi söylediler” ve; “Kalk, Bağdad’a hareket et!” buyurdu. Beraber Bağdad’a gittik.”
Yine bir halini şöyle anlatmıştır: “Yıllarca bir yerde durdum. Bana birisi yedirmeyince bir şey yemeyeceğime, lokma lokma ağzıma koymazlarsa ve su vermezlerse, kendim yiyip içmeyeceğime dair Allahü teâlâya söz verdim. Böylece kırk gün yemedim. Kırk gün sonra birisi geldi. Bir parça yiyecek getirip, gitti. Nefsim yemeğe saldıracak gibi oldu. Çok acıktığım halde Allahü teâlâya verdiğim sözü bozmayacağım dedim. İçimden feryad eden bir ses duydum. “Açım, açım” diyerek inliyordu. Aniden yanımda Şeyh Ebu Sa’id Mahzumî göründü. Bu sesi duyup; “Ey Abdülkadir, bu ses nedir?” deyince; “Bu, nefsimin ızdırabıdır. Ruhum rahat ediyor. Rabbimi murakabededir” dedim. “Bizim eve buyur” dedi. Kendisine; “Nefsime, buradan ayrılmayacağım dedim” diye cevap verdim. Biraz sonra Hızır aleyhisselam geldi. “Kalk, Ebu Sa’id’in huzuruna git!” dedi. Kalkıp gittiğimde Ebu Sa’id, evinin kapısında beni bekliyordu; “Ey Abdülkadir! Benim dediğim kafi gelmedi mi ki, Hızır’ın söylemesini bekledin?” diyerek beni içeri aldı. Hazırladığı yemeği, lokma lokma ağzıma koydu. Doydum. Sonra bana icazet ve hilafet verdi.”
Abdülkadir-i Geylanî hazretleri, Bağdad’daki derslerine ve vazlarına ara verip, bir müddet yalnızlığı tercih ettikten sonra, tekrar ders, vaz ve fetva vermeye başladı. Pek meşhûr oldu. İnsanlar her taraftan onun sohbetine kgsustular. Alimler, salihler etrafında toplanmıştı. Daha önce ders verdiği medresenin genişletilme işi, 1134 (H. 528) senesinde tamamlandı. Ders ve sohbetlerini bu medresede verdi. Oğlu Abdülvehhab şöyle anlatmıştır: “Babam, haftada üç vakit ayımıştı. Bu vakitler; Cum’a, Cumartesi sabahı ile Salı akşamı idi. Bu zamanlarda, bütün alimler, salih kimseler toplanır, onun vazlarını ve sohbetlerini dinlerlerdi. Bu hal böyle kırk sene devam etti.
Ayrıca, kendi medresesinde otuz üç sene müddetle ders verdi. Sohbetlerinde bazan, bir kaç kişinin coşarak kendinden geçip vefat ettiği görülmüştü. Sohbetlerini dört yüz kişi yazardı.” Bunlar, bazan kalabalığın çokluğu sebebiyle birbirinin sırtlarında yazarlardı.” Onüç çeşit ilim ve fende ders vermiş, ayrıca isteyenlere, tefsir ve hadis dersleri de okutmuştur. Akşam ve sabah vakitlerinde usül ve nahiv, öğleden sonra kıraat dersleri verilir ve Kur’ân-ı kerîm okunurdu. Konuşması gayet açık ve pek te’sirli idi. Merhametsiz bir kimse onu görünce, kalbi yumuşar, korku ve heybet hissederdi.
Ders ve sohbetlerinde bulunanlar, sessizlik içinde büyük bir te’sire kapılarak anlatılanları dinlerlerdi. Dinlemeye gelenler, kalabalık sebebiyle ister yakında, ister çok uzakta olsun, sesini aynı derecede işitirlerdi. Cum’a günleri camiye giderken halk sokaklara dökülür, bereketlenmek için görmek isterlerdi. Kendisinden fetva isteyenlere, gayet açık ve doyurucu cevaplar vererek, müşkillerini hallederdi. Yüzlerce talebesi vardı. Her gün onlara ders verir, okutur, hatta kalemi olmayana kendi kaleminden verirdi.
Tasavyuf yolunda ilerlemek için gelene, kendi eliyle, mübarek silsileyi yazardı. Misafirsiz gece geçirmezdi. Zayıflara yardım eder, fakirleri doyururdu. Talabesinin çeşitli suallerini cevablandırırken hiç kızmazdı. Onlara karşı son derece sabırlı idi. Yanında oturanlarda; “Ondan daha kerîm ve lütufkar kimse olamaz” kanaati hakim olurdu. Ahbablarından biri gurbete çıksa, ondan haber sorar, sevgi ve alakasını kesmezdi. Kendisine kötü davrananları bağışlar, köleleri satın alarak azad ederdi.
Verdiği sözü tutar, kimseye karşı kötülük düşünmezdi. Anbarında, helalden kazandığı buğday bulunurdu. Hizmetçisi, kapıda durur ve halka; “Yemek, ekmek ve yatmak isteyen kimse yok mu? Gelsin” diye seslenirdi. Bir hediye gelse, yanında bulunanlara dağıtır, birazını da kendisine ayırırdı. Hediyeye, mutlaka karşılık verirdi.
Allame ibni Neccar Cubbaî de; “Bütün amelleri inceledim, yemek yedirmek ve güzel ahlâktan daha iyi bir şey bulamadım. Bütün dünya bana verilse, hiç bir fakir bırakmarn, hepsini doyururum. Şu anda bana bin altın verilse, bir gece bile bekletmeden ihtiyac sahiplerine dağıtırım” buyurduğunu bildirmiştir.
Fakirlerin ve dervişlerin nafakasını satın almak için vazifeli hizmetcilerinin, bir başka işi olsa, yahut hastalansalar, kendisi çarşıya çıkar, ceddi Resûlullah efendimize uyarak, ev için lüzumlu şeyleri satın alırdı. Bir toplulukla yolculukta olsa ve bir yerde konaklasalar, kendi eliyle, el değirmeninde buğday öğutur, hamur yogurur, ekmek yapıp pisirir ve hepsine bolustururdu. Çok günler, et ve yağ yemezdi. Bir gün yedi çocuk, ellerinde yanmsar dirhem ile gelip, her biri yarım dirhemini eline koydu ve satın aldırmak istedikleri şeyleri söylediler. Çarşıya gidip, her birinin istediklerini yerine getirdi ve gönüllerini hoş etti.
Gizli ve açık çeşitli kerametleri her gün görülürdü. “Keramet, ancak bir hayır ve hikmet için gösterilir, bu halini gizleyemeyen dünyaya düşkündür”, “Bana mürid (talebe) olan yahud evladımdan ve halifelerimden hilafet alıp, keramet derecesine ulaşıp, maksatsız keramet izhar edenin yüzü, iki dünyada kara olur” buyururdu.
Her gün bin rek’at namaz kılar. Müzzemmil ve Rahman surelerini okurdu. İhlas sûresini okuyunca, en az yüz kerre okur, her farz namazından sonra hatme devam ederdi. Ayrıca gündüzleri pek çok dua okurdu.
Ebu’l-Hasen Ali Mukri, onun ilmi ile amel ettiğini, çok çetin sorulara doyurucu cevaplar verdiğini, ihtiras sahibi olan kimselere karşı sabır ve metanet gösterdiğini, bütün güzel huy ve üstün vasıflara sahib olduğunu ve asrında bir, benzerinin bulunmadığını nakletmiştir. İbrahim bin Sa’d ed-Dari de, Abdülkadir-i Geylanî hazretlerinin alim elbisesi giyip, süslenip, ata bindiğini haber vermiştir.
Abdullah el-Cubbaî, Abdülkadir-i Geylanî hazretlerinin şöyle buyurduğunu nakletmiştir: “Her halukarda, daima irşad vazifesi yapıyordum. Din hakkında konuşup anlatmasam, boğazım tikanacak, boğulacak gibi olurdum. Vaz ve nasihat yaparken, önceleri yanımda birkaç kişi bulunurdu. Fakat daha sonra, halk duyunca kalabalıklaştı.
Bulunduğum yer, gelenleri almaz oldu. Bab-ul-Hibe’deki mescide gittim. Peşimi bırakmadılar. Orada irşad hizmetine devam ettim. Gelenler çok kalabalık olduğu için. dışarıya büyük ve yüksek bir kürsü koydular. Oradan vaz etmeye başladım. Halk, geceleri ellerinde kandiller ile toplanır, anlattıklarımı can kulağı ile dinlerdi. Daha sonra, burası da cemaati almaz oldu. Bu defa kürsîyi büyük bir tepe üstüne kurdular, orada vaz ve nasihat ettim. Herkes akın akın oraya toplandı. Atlar üzerinde gelip, beni ask içinde dinlediler.”
Abdülkadir-i Geylanî hazretleri, asrının en meşhûr alimi ve mürşid-i kamili idi, insanları rusd ve hidayete kavuşturmuş, nice gönüller onun feyzleriyle nurlanmıştır. Onun huzurunda beş yüz yahudi ve hıristiyan müslüman olmuş, binlerce günahkar, onun sohbetleri sebebiyle tövbe etmiştir. Fıkıh ve hadis ilimlerinde müctehiddi. Önceleri Şafii mezhebinde iken, Hanbelî mezhebinin ortadan kalkmak üzere olduğunu görerek, bu mezhebe geçti. Böylece Hanbeli mezhebi yayıldı. Tasavvufda en yüksek dereceye ulaşmıştır.
Abdülkadir-i Geylanî hazretleri büyük bir mürşid-i kamil idi. Mürşid-i kamil, yol gösteren, rehberlik eden, yetişmiş ve yetiştirebilen alimdir. Böyle olan alimlerin belli usûllerle gösterdikleri yollara tarikat denilmiştir. Onun insanları saadete kavuşturmak” için tasavvufta takib ettiği usûllere ve gösterdiği yola, Kadiriyye tarikatı denilmiştir.
Abdülkadir-i Geylanî hazretlermden feyz alarak yetişip, yükselenler arasında başta kendi oğullarından on tanesi gelmektedir. Abdülvehhab, babasının vefatından sonra kendi medresesinde ders ve vaz ile meşgul olup, çok talebe yetiştirdi. Şeyh Îsâ, hadis dersi okuttu. Mısır’da da talebe yetiştirdi. Diğer oğulları; Ebu Bekr Abdulaziz, Şeyh Abdülcebbar, Abdürrezzak, İbrahim, Muhammed, Abdullah, Yahya ve Mûsâ bin Abdülkadir’dir. Torunları da kendisinden ilim ve feyz aldılar.
Bunlar dışında ilim ve feyz alan binlerce talebesi vardır. Aliyy-ul-Hallavî isimli bir talebesi, Bacjdad’dan çıkarak senelerce seyahat yapıp, bir çok yeri gezdikten sonra Bağdad’a dönmüştü. Arkadaşları seyahat hatıralarını sorduklarında şöyle anlatmıştır: “Şam, Mısır, İran ve Afrika’nın kuzeyindeki memleketleri gezip, gördüm.
Üç yüz altmış evliya ile görüşüp, sohbet ettim. Hepsinden işittiğim söz şudur: “Abdülkadir-i Geylanî hazretleri bizim mürşidimizdir. Rehberimizdir. Bizi Allahü teâlânın rızasına kavuşturan odur.” Abdülkadir-i Geylanî hazretlerinin irşad ile vazifelendirdiği talebelerinden bir kısmı da şu zatlardır: Şeyh Ebu Midyen Magribî, Şuayb bin Huseyn, Seyyid Seyfeddin, Abdülvehhab, Şeyh Seyyid Muhammed Şemseddin, Ebu Abbas Arif, Seyyid Abdürrezzak, Şeyh Beka bin Batu, Ali bin Him, Muhammed bin Kayid Evanî, Ebussu’ud bin Şiblî, Şeyh Kadîb-ul-Ban Musulî, Şeyh Yunus Kusab.
Vefatı: Abdülkadir-i Geylanî hazretleri vefat edeceği sırada, oğullarına; “Yanımdan ayrılm! Çünkü zahirde sizinle, batında sizden başkasıyla (yani Allahü teâlâ ile) beraberim “ve yine o esnada buyurdular. “Yanımda sizden başkaları da vardır. Onlara yer açın, onlara karşı edebi gözetin. Burada büyük rahmet vardır. Onları sıkıştırmyın!” Yine buyurdu: “Aleyküm-usselam ve rahmetullahi ve berekatühü. Allahü teâlâ beni ve sizi mağfiret etsin! Allahü teâlâ benim ve sizin tövbelerimizi kabul etsin.” Bir gün bir gece hep böyle buyurdular.
Oğlu Şeyh Abdürrezzak anlatır: “Gavs-ul-a’zam, o esnada, ellerini kaldırıp, uzattı ve; “Ve aleyküm selam ve rahmetullahi ve berekatühü! Tövbe ediniz ve size geliyorum denilenlerin safına giriniz!” buyurdu.
Vefat ederken iki defa; “Allahümme refik’al a’la” deyip; “Size geliyorum, size geliyorum” buyurdu. Tekrar buyurdu ki: “Durun!” Bunun ardından, olum ve sekerat hali geldi. Bu halde iken; “Bana kimse bir şey sormasın. Ben, Allahü teâlânın ilminde, bir halden başka bir hale geçmekteyim” buyurdu.
Son anlarında, oğlu Abdülcebbar; “Babacığım, bedenin acı duyuyor mu?” diye arz edince; “Bütün uzuvlarım acı içindedir. Yalnız kalbimde hiç acı ve elem yok. O, Allahü teâlâ iledir” buyurdu.
Daha sonra; “Kudret ile hakim, kullarına olum ile galib olan Allahü teâlâ, her ayıb ve kusurdan münezzehdir. La ilahe illallah Muhammedun Resûlullah!” Sonra; “Allah! Allah! Allah!…” deyip sesini kesti, dilini damağına yapıştırıp, mukerrem ruhunu teslim eyledi. Vefatı herkesi uzuntuye bogdu. Cenaze namazını kılmak üzere, görülmemiş bir kalabalık toplandı ve namazını oğlu Abdülvehhab kıldırdı. Kalabalığın çokluğundan ancak gece defn edilebildi. İnsanlar, büyük kalabalıklar halinde ziyaretine geldiler ve bu ziyaretler, günlerce devam etti.
Menkıbeleri: Abdülkadir-i Geylanî hazretlerinin kerametleri ve menkıbeleri pek çoktur. İmam-ı Vafî, “Tarih”inde, Abdülkadir-i Geylanî’nin kerametleri ile ilgili olarak; “Kerametleri sayılamayacak kadar çoktur. Dinde imamlık derecesine çıkanlardan, onun kerametlerinin tevatür haline geldiğini duydum. Bu dinin alim ve velileri söz birliği ile diyorlar ki, Abdülkadir-i Geylanî’den görüldüğü kadar, hiç bir veliden keramet görülmemiştir” demiştir.
İmam-ı Rabbanî hazretleri de; “Abdülkadir-i Geylanî, vilayet-i Muhammediyyenin son noktasına ulaşmıştır. Bu ümmette en çok keramet ondan görülmüştür. Bir gün hutbe okurken, Hızır aleyhisselamm, kapının önünden geçmekte olduğunu görünce; “Ey İsrailoğlu, gel de, hazret-i Muhammed’in mübarek sözlerini dinle!” buyurduğunu nakletmiştir.
Gavs-ul-a’zam Abdülkadir-i Geylanî ve menkıbeleri hakkında çok sayıda kıymetli kitaplar ve risaleler yazılmış, tabakat kitaplarında uzun anlatılmış, çok kıymetli sözler söylenmiştir.
Abdülkadir-i Geylanî hazretleri buyurdu ki: “Yirmi beş sene sahralarda dolaşıp, yerden biten otları yemeden, derelerdeki sulardan içmeden ve bir kerre içince, bir yıl veya daha çok müddet susuz durmadan, insanlar içinde oturup, onları irşada başlamadfm. Ben sahralarda dolaşırkeh, “Ol” sözü ile ihsan olundum. Ondan sonra çok yiyecek maddeleri buldum. İstediğimi yerdim. Dağdan bir parça koparınca, elimde helva olurdu, yerdim. Kuma tuzlu su dökerdim, tatlı su olurdu, içerdim.”
Şeyh Ebu Midyen Magribî buyurdu: “Hızır aleyhisselama rastladım. Asrımızdaki doğu ve batıda bulunan memeşayıhi ve Gavs-ul-a’zamı sordum. Cevabında; “O, sıddıkların imamı, ariflerin hucceti, marifetin ruhudur. Evliya arasında sani büyüktür” buyurdu.”
Abdülkadir-i Geylanî (rahmetullahi aleyh) bir gün abdest almıştı. O anda, bir kuş üzerini kirletti. Başını kaldırdığında, kuş uçuyordu. Bakışı ile yere düşüp oldu. Elbiseyi temizleyip, sattırdı. Parasını sadaka olarak dağıttı. Üzerine sinek konmazdı. Bu hususda da ceddi Resûlullah’ın verasetine yani mîrasına kavuşmuştu.
İmam Hasen-i Askerî (radıyallahü anh) seccadesini eshabından birine emanet bırakıp, Gavs-ul-a’zama ulaştırmasını vasiyet etti. Onu muhafaza ederek, omrunun sonunda, güvenilir birine emanet edip, aynı vasiyeti yapmasını, böylece elden ele, hicri beşinci asrın ortalarında, Seyyid Abdülkadir-i Geylam ismi ile meşhûr Gavs-ul-a’zam zuhur edince, ona verilmesini ve kendisinden ona selam söylemesini tavsiye etti.
Abdülkadir-i Geylanî (rahmetullahi aleyh) buyurdu ki: “Hicri beş yüz yirmi bir senesi Şevval ayının on altısı olan Sail günü öğleden önce, Resûlullah efendimizi rüyamda gördüm. “Ey oğlum, niçin konuşmuyorsun?” buyurdu. “Babacığım ben yabancıyim. Bağdad alimlerinin yanında nasıl konuşurum?” dedim. “Ağzını aç!” buyurdu.
Ağzımı açtım. Yedi defa mübarek ağzının suyundan ağzıma saçtı ve; “İnsanlarla konuş, onları güzel hikmetve vazlar ile Rabbinin yoluna çağır” buyurdu. Öğle namazını kıldım. Yammda kalabalık insanlar gördüm. Nutkum tutuldu. Ali bin Ebi Talib’i (radıyallahü anh) gördüm. Mecliste benim karşımda ayakta duruyor ve bana; “Ey oğlum niçin konuşmuyorsun?” diyordu. “Babacığım! Nutkum tutuldu, konuşamıyorum” dedim. “Ağzını aç” buyurdu. Açtım. Ağzının suyundan ağzıma altı defa saçtı. “Niçin yediye tamamlamadınız?” dedim. “Resûlullah’a karşı olan edebimden” buyurdu ve gözden kayboldu. Bundan sonra en fasih bir dille konuşmaya başladım.”
Gavs-ul-a’zam bir gün bir mahalleden geçerken, bir müslümanla bir hıristiyanın münakaşa ettiklerini gördü. Sebebini sordu. Müslüman; “Bu hıristiyan, bizim peygamberimiz, sizin Peygamberinizden üstündür diyor, ben ise, bizim Peygamberimizin üstün olduğunu söylüyorum” dedi. Gavs-ul-a’zam, hiristiyana; “Îsâ aleyhisselamın Muhammed aleyhisselamdan üstün olduğunu hangi delille isbat ediyorsun?” buyurdu. Hiristiyan; “Bizim peygamberimiz ölüyü diriltti” dedi. Gavs-ul-a’zam (rahmetullahi aleyh); “Ben peygamber değilim. Sadece peygamberimiz Muhammed aleyhisselama uyan bir müslümanım. Eğer ölüyü diriltirsem, peygamberimiz Muhammed aleyhisselama inanir mısın?” buyurdu. Hıristiyan; “İnanırım” dedi.
Gavs-ul-a’zam; “Bana, harab olmuş, eski bir kabir göster ve Peygamberimizin üstünlüğünü gör!” buyurdu. Eski bir kabir gösterdi. Gavs-ul-a’zam, hıristiyana; “Sizin peygamberiniz ölüyü diriltmek istediği zaman, hangi sözleri söylerdi?” buyurdu.
Hıristiyan; “Kum bi iznillah-Allah’ın izni ile kalk, diril” söylerdi” dedi. Bunun üzerine Gavs-ul-a’zam, ona; “Bu gösterdiğin kabirde yatan kişi, dünyada şarkıcı idi. İstersen onu şarkı söyler halde dirilteyim, nasıl istersen öyle yapayım!” buyurdu. “Peki, öyle olsun” dedi. Gavs-ul-a’zam kabre döndü ve; “Allah’ın izni ile kalk!” buyurdu. Kabir açıldı ve ölü, şarkı söyler halde kalktı. Hıristiyan bu kerameti görünce, Peygamberimizin üstünlüğünü kabul edip, Gavs-ul-a’zamın elinde müslüman oldu.
Ebu’l-Feth Hirevî anlatır: “Şeyh Abdülkadir-i Geylanî’ye kırk sene hizmet ettim. Bu müddet içerisinde, sabah namazlarını, yatsının abdesti ile kıldığını gördüm. Ne zaman abdesti bozulsa, o zaman abdest alır, iki rek’at namaz kılardı. Yatsı namazını kılıp, hususî odasına girer, beraberinde o odaya kimse giremezdi. Sabahleyin odadan çıkardı.” Yine Hirevî anlatır: “Bir gece Şeyh’in yanında yattım. Gecenin evvelinde namaz kıldığını gördüm. Namazı çok uzun sürmedi. Sonra gecenin üçde biri geçinceye kadar zikretti. El-Muhit, er-Rab, eş-Şehid, el-Hasib, el-Fa’al, el-Hallak, el-Halık, el-Ban, el-Mûsâvvir derdi. Gördüm ki, zayıflamış, küçülmüs idi. Ardından kendisini çok büyük gördüm. Yani bir küçülüyor, bir buyuyordu.
Sonra havada yükseliyor, yükseliyor, gözümden kayboluyordu. Sonra ayakta namaz kıldı. Uzun sureler okudu. Gecenin üçde ikisi böyle geçti. Secdeleri, gerçekten çok uzun idi. Sonra kibleye doğru oturur, sabah vaktine yakın zamana kadar öylece dururdu. Arkasından dua eder, yalvarır, yakarır, kulluğunu Rabbine arz ederdi. O esnada, kendisini, bakan gözlerin dayanamıyacağı bir nur kaplardı. Yanında, “Selamun aleyküm, Selamun aleyküm” seslerini duyardım. O, bu selamlara cevap verir; bu hal, sabah namazına kadar devam ederdi.”
Gavs-ul-a’zam (rahmetullahi aleyh) bir defa Medine-i münevvereye geldi. Resûl aleyhisselamın Ravda-i mutahharasını kırk gün ziyaret edip, ayakta durdu ve ellerini göğsunun üzerine koyup şu iki beytle munacat etti:
Günahların denizin dalgalarından da çok,
Yüce dağlara benzer, hatta daha da büyük;
Ve lakin affedici kerîm’in huzurunda,
Sinek kanadı kadar, hatta daha da küçük.
Bir başka zaman da gelip, Hücre-i şerîf enin yakınında bir dörtlük daha okudu. O esnada Resûlullah efendimizin mübarek eli göründü, müsafeha etti, öpüp başına koydu.
Gavs-ul-a’zam bir gün, vaz için minberde oturuyordu. Birden sür’atle en son basamağa indi. Ayakta, elini elinin üstüne koyarak, mutevazi bir şekilde durdu. Bir müddet sonra minbere çıktı ve eski yerine oturdu ve vaz ile meşgul oldu. Orada bulunanlardan birisi, ne oldu diye sual edince; “Ceddim Resûl aleyhisselamı gördüm. Geldi ve minber önünde durdu. Haya edip, son basamağa indim. Kalkıp, gitmeye başlayınca, bana yerime oturmamı ve insanlara vaz etmemi emretti” dedi.
Receb ed-Dari şöyle anlatmıştır: “Hicretin 616. yılında, Şam’da Abdülkadir-i Geylanî hazretlerinin oğlu Şeyh Mûsâ’dan dinledim. Şöyle anlatıyordu: “Rahmetli babam bir gün buyurdular ki: “Bir vakit beriyyeye yani göle çıkıp orada bir müddet kaldım. İçecek su bulamadığımdan susuzluğum son hadde varmıştı. Allahü teâlâ üzerime bir bulut gönderdi. O buluttan yağmur yağdı. Kana kanasu içtim. Sonra bir parıltı ve onun içinde bir suret görür gibi oldum. O suret tarafından bana şöyle bir hitab geldi: “Ya Abdülkadir! Ben senin Rabbin ve Halik’inim, senin için muharremâtı, yani haramları ve senden başkaları için haram kıldığım şeyleri sana helal kıldım.” Ben hemen; “E’uzubillahimineşşeytanirracim” dedim. Ve yanımdan git mel’ûn diye onu kovdum. Sonra gördüğüm nur zulmete döndü ve o suret bir duman oldu. Nihayet yine hitab ederek; “Ey Abdülkadir! Rabbinin hükmiyle senin ilmin ve yüksek marifetin ve hakikate vukufunla benim vesvesemden ve aldatmamdan kurtuldun. Ben, şimdiye kadar tasavvuf ehlinden yetmiş kişiyi bu şekilde kandırıp, doğru yoldan çıkarmıştım” dedi. Ben de ona; “Ey mel’ûn! Benim kurtulmam, ancak Rabbimin fadlı, lütfu ve ihsanı iledir” diye cevap verdim.” Babama; “Bunun şeytan sesi olduğunu nasıl bildin” diye sordukları zaman; “Şeytanın, sana haramları helal kıldım sözünden anladım” diye buyurdu.”
Marifetler sahibi Şeyh Abdullah-i Belhî Havarik-ul-ahbab fi marifet-il-aktab kitabının yirmi beşinci babında, Kutb-ul-ibad Gavs-ul-bilad Hace Behaeddin Muhammed Nakşibendî’yi (rahmetullahi aleyh) anlatırken diyor ki: “Hacegî Sermest’ten duydum, o da Buhara’da yaşayan ve oturan kamil meşayıhdan duydu. Onlar şöyle anlatırlardı: “Gavs-ul-a’zam (rahmetullahi aleyh) bir gün bir cemaatle terasta durup, Buhara tarafına dönmüş, güzel bir koku almış ve; “Benim vefatımdan yüz elli yedi sene sonra, Muhammedî meşreb birisi dünyaya gelir. İsmi Behaeddin Muhammed Nakşibendî’dir. Bana mahsus nimetere kavuşur” buyurdu. Gerçekten öyle oldu.
Evliyanın büyüklerinden ve mürşid-i kamillerin en meşhûrlarından olan bu zat, Muhammed Behaeddîn-i Buharî Nakşibend hazretleridir. O, Abdülkadir-i Geylanî hazretleri hakkında şu şiiri söylemiştir:
“Padişah-i her dua tern şah Abdülkadirest.
Server-i evlad-i Adem şah Abdülkadirest.
Afitab Mahitab-i Arş u Kürsî vel Kalem
Nur-i kalb ez nun azam Şah Abdülkadir est.”
Tercümesi:
“Her iki alemin sultanı şah Abdülkadir’dir.
Ademoğullarının server! şah Abdülkadir’dir.
Arş, Kürsi ve Kalem’m. Güneş’i ve Ay’ı odur
En üstün nûrdan bir kalb nurudur, şah Abdülkadir.”
Abdülkadir-i Geylanî hazretleri buyurdu ki: “Hakiki yaşamak demek, nefsinin arzularını, haram ve zararlı isteklerini yerine getirmemektir.
“Allahü teâlâya en yakın olan, ahlâkı güzel, kalbi rahat olandır. En üstün amel kalbin Allah’tan başkasına yönelmemesidir.”
“Bid’at yoluna sapmayınız! İtaat ediniz, muhalif olmayınız. Sabrediniz, sızlanmayınız! Sabit kalınız, ayrılıp dağılmayınız! Bekleyiniz, ümit kesmeyiniz! Özünüzü günahtan temizleyiniz, kirletmeyiniz! Hele Mevlanızın kapısından hiç ayrılmayınız.”
“Şükrün esası, nimetin sahibini bilmek, bunu kalb ile itiraf etmek ve dille söylemektir.”
“Allah için haline sabr eden fakir, Allah’a şükreden zenginden daha değerlidir. Haline şükredebilen fakir ise, şükreden zenginden ve sabreden fakirden daha üstündür.”
“Nefsinin peşine düşüp, yol gösterici hakiki alimleri dinlemeyen kimse, gerçekten nasibsizdir.”
“İnsan, kendini Kelime-i tevhid, yani “La ilahe illallah” demeye alıştırmazsa, olum döşeğinde iken onu hatırlaması ve söylemesi güç olur.”
“Kalb, dünya arzularından birine bağlandığı ve onun geçici lezzetlerinden birinin peşine takılıp gittiği müddetçe, ahıreti sevmesi mümkün değildir.”
“İyi huy sahibi, insanlardan gelen şeylere aldırmaz. Bu hal ise, her şeyin Allahü teâlânın dilemesiyle olduğunu bilmektendir. Böyle olan kimse, nefsini hakir görür.”
VASİYETİ
Abdülkadir-i Geylânî, oğlu Abdürrezzak sual edince şunları söyledi:
“Ey oğlum! Allahü teâlâ bize ve sana ve bütün müslümanlara tevfik (muvaffakiyyet) ihsan eylesin! Sana Allah’tan korkmanı ve O’na taat üzere olmam, dinimizin emir ve yasaklarına riayet etmeni ve hududunu gözetmeni vasiyet ederim.
Ey oğlum! Allahü teâlâ bize, sana ve müslümanlara tevfik versin! Bizim bu yolumuz, Kitab ve Sünnet üzere bina edilmiştir. Kalbin selameti, el açıklığı, cömertlik, cefa ve ezaya katlanmak ve din kardeşlerinin kusurlarını affetmek üzere kurulmuştur.
Ey oğlum! Dervişlerle beraber olmam, meşayıha hürmet gözetmeni, din kardeşlerinle iyi geçinmeni, küçük ve büyüklere nasihat üzere olmam vasiyet ederim.
Ey oğlum! Zenginlerle görüşmen ve sohbet etmen kendine; fakirlerle görüşmen ise, onlara değer vermenden olsun. Daima ihlas üzere ol! İhlas; insanların görmesini hatıra getirmeyip, yaradanın daima gördüğünü unutmamaktır. Sebeplerde Allahü teâlâya dil uzatma. Herhalde Allahü teâlâdan gelene razı ve sükün üzere ol. Allah adamlarının huzurunda; alçak gönüllülük, iyi geçinmek ve kötülüklerden arınmış bir kalbe sahib olmak gibi üç sıfat üzere bulun. Hakiki yaşamak, nefsini öldürmekle olur. Nefsini öldürmek demek; onun arzularını, haram ve zararlı isteklerini yerine getirmemek demektir.”
1) El-A’lâm; cild-4. sh. 17
2) Mir’ât-ül-haremeyn; cild-3, sh. 139
3) Nur-ül-ebsar; sh. 224
4) El-Bidaye ven-nihaye; cild-12. sh. 52
5) Fevat-ül-vefeyât; cild-2, sh. 2
6) Gunyet-üt-talibîn; cild-1, sh. 122, 151, 160
7) Fütuh-ül-gayb; sh. 6, 11, 30, 87, 92, 113, 150, 154, 158, 166. 167
8) Feth-ur-Rabbani: sh. 3. 9. 13. 48. 22. 27. 29. 34. 39. 96
9) Mektubât-ı İmam-ı Rabbânî; 3. cild, 123. Mektup
10) Tam İlmhâl Seâdet-i Ebediyye; sh. 974
11) Redd-i Vehhâbî: sh-40
12) Tabakât-ül-evliya; sh. 246
13) Esma-ül-müellifîn; cild-1, sh. 59
14) Mu’cem-ül-müellifîn; cild-5. Sh. 307