Eshâb-ı kiramdan. Babası, Aşere-i mübeşşereden yâni Cennet’le müjdelenen on sahâbîden biri olan Zübeyr bin Avvâm, annesi Ebû Bekr-i Sıddîk’ın (radıyallahü anh) kızı Esma, teyzesi mü’minlerin annesi Aişe-i Sıddîka’dır (radıyallahü anh). Nesebi Abdullah bin Zübeyr bin Avvâm bin Hüveylid bin Esed bin Abdiluzzâ bin Kusayy el-Kureşî el-Esedî’dir.
Medine’de Muhacirlerden ilk dünyâya gelen çocuk odur. Hicretten yirmi ay sonra (veya birinci senede) 622 (H. 1) de Medîne yakınındaki Kuba’da dünyâya gelince, Muhacirler çok sevinip rahatladılar. Çünkü yahûdîler; “Biz Muhacirlere sihir yaptık, çocukları olmayacak” diyorlardı. Bu mübarek zâtın doğumu, yahûdîlerin yalanlarını ortaya çıkararak hesaplarını boşa çıkardı. Resûlullah efendimiz dua edip, ismini “Abdullah”, künyesini de “Ebû Bekr” koydu. Diğer künyesi “Ebû Hubeyb” idi. Babası tarafından annesi (ninesi) hazret-i Safiyye, Resûlullah’ın halası idi.
Hişâm bin Urve ve Fâtıma binti Münzîr şöyle anlatmışlardır: “Annesi Medîne’ye hicret ettiği sırada, Abdullah bin Zübeyr dünyâya geldi. Annesi daha onu hiç emzirmeden, kucağına alıp doğruca Resûlullah sallallahü aleyhi ve selleme götürdü. Peygamber efendimiz çocuğu kucağına alıp bir hurma istedi. Hurma bulunup getirilinceye kadar bekledi. Getirilince, hurmayı mübarek ağzına alıp çiğnedi, sonra da suyunu Abdullah bin Zübeyr’in ağzına verdi. Onun midesine ilk giren şey bu oldu ve bunun çok bereketine kavuştu.
AFRİKİYYENÎN FETHİ
Abdullah bin Zübeyr, Afrikiyye’nin fethinden döndükten sonra hazret-i Osman’ın huzuruna gidip, ona fethin nasıl gerçekleştiğini anlattı. Hazret-i Osman mescidde kalkıp, cemâate şöyle hitâb etti: “Ey mü’minler! Allahü teâlâ Afrikiyye’nin fethini nasîb ve müyesser eyledi.” Sonra Abdullah bin Zübeyr’i göstererek; “İşte bu Abdullah bin Zübeyr’dir. Şimdi size Afrikıyye’nin fethini anlatacak” dedi. Bunun üzerine Abdullah bin Zübeyr, minberin yanında olduğu yerden ayağa kalkıp, cemâate, Afrikıyyenin fethinin nasıl gerçekleştiğini anlatmaya başladı: “(Ey mü’minler!) Kalplerimizi birleştiren, birbirimizi sevdiren ve nimetleri asla inkâr olunamayan, mülkü ebedî olan Allahü teâlâya, bildirdiği, tavsif ettiği şekilde hamd olsun.
Yine Allahü teâlâya hamdolsun ki, Muhammed aleyhisselâmı seçip, vahyini O’na emânet etti. (Kur’ân-ı kerîmi gönderdi.) Muhammed aleyhisselâma insanlardan yardımcılar seçti. O’na teslimiyeti yerleştirdi. Ona îmân ettiler; hürmet ve tazimde bulundular. Allahü teâlânın dîni uğrunda hakkıyla cihâd ettiler. Bir kısmı bu hak yol olan islâm’da, Allah yolunda şehîd düştüler. Geride kalanları ise, Allahü teâlânın rızâsını kazanmak için çalışmaktadırlar. Kına yanların kınamaları onları, bu yoldan asla çevirememektedir.
Ey insanlar! Allahü teâlâ size merha met eylesin. Biz, bildiğiniz ve anlattığım bu maksadla cihâda çıkmıştık. Emir-ül-mü’minîn’in tavsiyelerine ve emirlerine titizlik ile uyan bir vali ile beraber idik. Sabah-akşam o da bizimle beraber yürüyor, öğle vaktinde bizimle konaklıyordu, Geceleyin yola devam edip, kurak yerlerde durmadan acele geçiyor, bereketli ve bolluk yerlerde oldukça fazla kalıyorduk. Afrikiyye’ye varıncaya kadar, Rabbimizin ihsan buyurduğu en güzel hâl üzere yolumuza devam ettik. Nihayet at kişnemelerini deve böğürtülerini düşmanlarımızın duyacağı bir yere konduk.
Birkaç gün orada ikâmet ettik. Bu sırada, atlarımızı istirahata bıraktık. Silâhlarımızı harbe hazırladık. Sonra Afrikıyyelileri islâm’a davet ettik. Fakat onlar müslüman olmaya yanaşmadılar. Bunun üzerine, sulh ve zillet içinde kalmaları için onlardan cizye istedik. Bu teklifimize ise hiç yanaşmadılar. Onların karşısında on üç gece bekledik. Bu arada, elçilerimiz gidip geldi. Nihayet tekliflerimizi kabul etmeyeceklerine iyice kanâat getirince, komutanımız kalkıp Allahü teâlâya hamd ve sena etti. Sonra cihâdın faziletini anlattı.
Sabredip Allah için cihâd edenlerin kavuşacakları sevâbdan bahsetti. Sonra hep birden düşman üzerine hücûm edip, muharebeye başladık. O gün pek şiddetli bir muharebe oldu. İki taraf da çok çetin savaştı. Düşmandan pek çok kimse öldüğü gibi, bizden de pek çok kimse şehîd düştü. O gece, her iki taraf da savaş meydanında geceledi. Biz Müslümanların bulunduğu yerden, Kur’ân-ı kerîm okuyanların sesleri yükseliyordu.
Düşman ise, içki içerek ve eğlence içinde geceyi geçirdi. Sabah olunca, biz önceki günkü gibi yerlerimizi aldık ve düşman üzerine hücûm ettik. Allahü teâlâ bize sabır, yardım ve zafer ihsan etti. İkinci gün akşama doğru Allahü teâlâ bize Afrikiyye’yi fethetmek nasîb eyledi. Pek çok ganimet elde ettik. Mervân bin Hakem, bu ganîmetlerin beşte birini devletin hazînesine koydu. Müslümanların yanından, onları sevinçli bırakarak ayrıldım.
Alınan bu ganimetler, müslümanları zenginleştirdi. İşte, ben, Allahü teâlânın bize nasîb ettiği bu zaferi, şirkin uğradığı bu hezimeti, Emir-ül-mü’minîn’e ve size müjdelemek için geldim. Ey Allah’ın kulları! Verdiği nimetlerden dolayı ve düşmanlarımıza indirdiği azâbdan dolayı, Allahü teâlâya hamdederiz.”
Yedi yaşında iken babası tarafından Peygamberimize getirildiğinde O’na bî’at etme şerefine kavuştu. Hazret-i Ebû Bekr devrinden sonra yavaş yavaş çocukluk hayâtından çıkarak, hazret-i Ömer zamanında kendini göstermeye başladı. 636 (H. 14) senesinde on iki yaşlarında iken, babası ile Yermük savaşına gitti. Zübeyr bin Avvâm, onu sahabeden birine emânet ederek savaşa katıldı. Kendisi de babasını savaşırken at üzerinden seyretti. Yine dört sene sonra, 639 (H. 18) da babası ile birlikte hazret-i Amr bin Âs’ın kumandanlığında Mısır’ın fethine katıldı.
Abdullah bin Zübeyr, gündüzleri oruç tutarak, geceleri de namaz kılarak geçirirdi. Çok namaz kılması sebebiyle, kendisine Mescid güvercini denmiştir. Yedi gün bir şey yemediği olurdu. Çok cesur, kuvvetli ve kahraman idi. 649 (H. 29) senesinde, Abdullah bin Sa’d ile Afrikiyye harbine katıldı. Yüz yirmi bin düşman askeri ile yirmi bin İslâm mücâhidi savaşırken, o birkaç mücâhid ile Bizans ordusu kumandanı, Roma asilzadesi Gregorios’u öldürdü. Bu başarısı üzerine düşman kuvvetleri bozuldu. Zaserin kazanılmasında mühim bir rol oynadı.
Abdullah bin Zübeyr (radıyallahü anh), hicretin otuzuncu senesinde hazret-i Saîd bin As kumandasındaki ordu ile Horasan seferinde bulundu. Aynı sene Hazret-i Osman tarafından Kur’ân-ı kerîmin nüshasının çoğaltılması için toplanan ilmî hey’ete davet edildi. Hazret-i Osman’ın şefoîd olduğu gün, onu büyük bir gayretle müdâfaa etti. Ertesi sene 656 (H. 36) da meydana gelen Cemel vak’asında babasının yanında idi.
Hazret-i Muâviye, 680 (H. 60) senesinde vefat ettikten sonra, yerine oğlu Yezîd iktidara geçti. Abdullah bin Zübeyr, ona bî’at etmeyip, hazret-i Hüseyn ile beraber Mekke’ye geldi. Yezîd de hemen Abdullah bin Zübeyr üzerine bir ordu gönderdi. Bu ordunun kumandanlığını Abdullah bin Zübeyr’in baba bir kardeşi Amr bin Zübeyr yapıyordu. Bu orduyu mağlûb ederek onu esir aldı. Hazret-i Hüseyn’in Kerbelâ’da şehîd olduğunu işittiği zaman, Yezîd’in adamlarını Hicaz’dan çıkartarak, kendi nâmına hilâfet îlân etti. Bu hâdiseler üzerine, Mekke ve Medîne halkı kendisine bî’at etti. Böylece 680-681 (H. 61) de Hazreti Abdullah bütün Hicaz’a hâkim oldu.
Bu hâdiselerden iki yıl sonra, Yezîd’in gönderdiği Müslim bin Ukbe, Harre savaşı sonunda Medîne-i münevvereyi ele geçirdi. Bu savaşda, Medîne halkından ve Eshâb-ı kiramdan pek çok kimse şehîd oldu. Bundan sonra Mekke üzerine giderken, Müslim bin Ukbe vefat edince, yerine geçen Husayn bin Numeyr es-Sekûni 683 (H. 64) senesi Muharrem ayında Abdullah bin Zübeyr’i Mekke’de altmış dört gün muhasara etti. Mekkeliler çok sıkıntı çektiler. Rebî-ül-evvel ayında Yezîd’in ölüm haberi gelince, muhasarayı kaldırarak Şam şehrine geri döndüler.
Bu sırada Kâbe-i muazzama yanınca, hazret-i Abdullah yeniden yaptırarak Hacer-ül-esvedi de içeriye aldırdı. Peygamber efendimizin türbesini tamir ettirdi. Yezîd’in vefatından sonra Hicaz, Yemen, Irak ve Horasan halkı kendisine bî’at edip, halîfe olarak tanıdılar. Dokuz sene Mekke’de halîfe oldu. Yalnız Mısır ve Şam bölgesi Emevîlerin elinde kaldı. 684 (H. 65) senesinde, Mekke’ye gelerek Abdullah bin Zübeyr’in yanında yer almış olan bozuk îtikâdlı haricîler oradan ayrıldılar. Ayrılmalarının sebebi şu hâdise idi:
Bir gün haricîlerin kendi aralarında şöyle bir konuşma geçti: “Biz Abdullah bin Zübeyr’in yanında yer aldık. Ancak onun ne görüşte olduğunu bilmiyoruz; belki de bizim görüşümüzde değildir.
Gidip onun ne düşüncede olduğunu öğrenelim!” Bu karardan sonra Abdullah bin Zübeyr’in huzuruna gittiler; “Senin görüşünü öğrenmek için geldik. Eğer doğru yâni bizim gibi düşünüyorsan sana bî’at ederiz. Yoksa, seni bu îtikâdını bırakmaya davet ederiz” dediler ve; “Şeyhayn yâni hazret-i Ebû Bekr ve hazret-i Ömer hakkında ne dersin?” diye sordular.
Abdullah bin Zübeyr; “Onlar hakkında sâdece hayır söylerim” diye cevap verdi. “Peki Osman hakkında ne diyorsun? O, Resûlullah tarafından Medîne-i münevvereden kovulan Hakem bin Ebi’l-As’ı Medîne’ye kabul etti. Mısırlılara verdiği sözün aksini yazdı” diye sordular ve hazret-i Osman’ın sânına lâyık olmayan ithamlarda bulundular.
Sonra; “Baban Zübeyr ve talhâ (radıyallahü anhümâ) hakkında ne diyorsun?” diye sorup, onların da şanlarına yakışmayacak sözler söylediler. “Eğer bunlar hakkında bizim gibi düşünüyorsan, biz senin yanında yer alır ve sana yardım ederiz. Şayet bizim düşüncemizi kabul etmezsen, baban ve arkadaşı Talhâ’yı haklı görür, Osman’ın (radıyallahü anh) hilâfetini kabul edersen, Allahü teâlâ, bizim elimizle senden intikamını alır” diye ilâve ettiler.
Onların bu konuşmalarına Abdullah bin Zübeyr (radıyallahü anh) şöyle cevap verdi: “Sizin o büyükler hakkında böyle konuşmanız, asla doğru değildir. Çünkü Allahü teâlâ, Mûsâ aleyhisselâm ile kardeşi Harun aleyhisselâmı, en azılı kâfirlerden olup Hanlık dâvasında bulunan Fir’avn’a gönderirken, gayet yumuşak konuşmalarını emretti.
Bu husus Kur’ân-ı kerîmde şöyle bildirilmektedir: “İkiniz (Mûsâ ve Harun aleyhimüsselâm) Fir’avn’a gidin. Çünkü o, (ilâhlık iddiasında bulunmakla) hakîkaten pek azgınlık etti. Ona yumuşak muamelede bulunun. Yumuşak söz söyleyin. Olur ki, nasihat dinler, yâhud Allahü teâlânın azabından korkar.” (Tâhâ sûresi: 43,44) Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem ise, bir hadîs-i şerîflerinde şöyle buyurmaktadırlar: “Ölmüş kimselere sövmek (veya dil uzatmak) suretiyle dirilere eziyet etmeyiniz!” Bunun için Resûlullah efendimiz, İkrime bin Ebî Cehl’e (radıyallahü anh) eziyet vermemek, onu üzmemek için babası Ebû Cehl’e sövmeyi, lanet etmeyi yasaklamıştır.
Hâlbuki, Ebû Cehl, Allahü teâlânın ve Resûlünün düşmanı idi. Hicretten önce, Resûlullah efendimize buğz ve düşmanlık etmiş, hicretten sonra da muharebede bulunmuştu. Hepsi bir tarafa, azılı bir müşrik olması günah olarak ona kâfi idi. Kâfir olduğu hâlde, lanetlenmesine müsâade edilmemesi babama, arkadaşı hazret-i Talhâ’ya ve diğer Eshâb’a söylediğiniz sözlerden vazgeçmeniz için yeterli bir sebeptir.” Bundan sonra, ertesi gün tekrar buluşmak üzere ayrıldılar.
Ertesi gün haricîler, “kararlaştırılan saatte geldiler. Abdullah biri Zübeyr gelip yüksekçe bir yere oturdu. Allahü teâlâya hamd ve Resûlüne salât ve selâm, getirdi. Sonra hazret-i Ebû Bekr ve hazret-i Ömer’den çok güzel bahsetti. Hazret-i Osman’ın hilâfetiyle ilgili olarak da şunları söyledi: “Osman bin Affân’ın durumunu bu gün benden daha iyi bilen hiç kimseyi bilmiyorum. Hakem bin As’ı Resûlullah efendimizin mübarek izinleri ile Medîne-i münevvereye kabul etmiştir. Yaptığı işlerde faydalar var idi.
Mısırlıların ele geçirip getirdiği, içinde bâzı kimselerin öldürülmesi emredilen mektubu kendisinin yazmadığını belirtip şöyle dedi: “Bunu ben yazmadım. Dilerseniz o yazdığıma dâir delîlinizi getiriniz, deliliniz yoksa ben size yemîn edeyim.” Allahü teâlâ yeminin kabul edilmesini emrediyor. Hele Resûlullah’ın damadı, imametteki vekîli, onun sebebiyle ağaç alîmde Bî’at-ı Rıdvan’ın yapıldığı hazret-i Osman’ın yemînini elbette kabul etmek lâzımdır. O, ancak hak olan bir şeye yemîn eder. Resûlullah efendimiz buyuruyor ki: “Kim Allahü teâlâya yemîn ederse tasdik edilsin! Yemîn edilen kimse de razı olsun.”
Hazret-i Osman, hazret-i Ebû Bekr ve hazret-i Ömer gibi mü’minlerin emîridir. Ben onu sevenin dostu, ona düşman olanın düşmanıyım. Babam ve arkadaşı Talhâ (radıyallahü anhümâ) Resûlullah efendimizin iki sahâbîsidir. Hazret-i Talha’nın Uhud muharebesinde parmağı kesilince, Resûlullah efendimiz; “Parmağı Talhâ’dan önce Cennet’e girdi” ve; “Talhâ, Cennet’e girmesine vesîle olacak bir iş yaptı” buyurdu.
Hazret-i Ebû Bekr, Uhud harbinden bahsedilince şöyle buyurdu: “Uhud harbinin hepsi veya çoğu Talhâ’ya aittir.”
Zübeyr bin Avvâm (radıyallahü anh), Resûlullah efendimizin havârîsidir. Resûlullah efendimiz onu bu sıfatla zikretmişler, Talhâ ile beraber cennetlik olduğunu bildirmişlerdir. Nitekim Allahü teâlâ Kur’ân-ı kerîmde şöyle buyurdu: “Sana, ağaç altında ellerini uzatarak söz verenlerden Allahü teâlâ razı oldu. Hepsini sevdi.” (Feth sûresi: 18) Ayrıca onların Allahü teâlânın ve Resûlünün gadabına uğradıklarına dâir bir haber bize ulaşmadı.
Onların hak olarak yaptıklarına gelince, onlar zâten buna lâyıktırlar. Şayet onlarda bir (zelle) sürçme meydana gelmişse, o sürçmeyi onların Resûlullah’a yaptıkları hizmetlerin hürmetine gidermek Allahü teâlânın affındandır.”
Haricîler bu sözler karşısında verecek cevap bulamadılar ve dönüp gittiler.
Abdullah bin Zübeyr (radıyallahü anh) elinde bulunan yerlere, kendine sâdık kimseleri göndererek, hükümeti kuvvetlendirmeye başladı. Emevîlerin iktidarı zayıfladı. Ancak 684 (H. 65) yılında, Abdullah bin Zübeyr’in (radıyallahü anh) en yakın taraftarlarından ve lehine çalışan kumandanlarından Dehhâk el-Fihrî’nin, Mercü Rahit savaşında mağlûb olup şehîd edilmesi, Emevîleri rahatlattı. Bu arada kendisi de haricîleri sıkıştırdı.
Abdülmelik bin Mervân 684 (H. 65) de Emevîlerin başına geçince, Şam ve Mısır’da hükümeti kuvvetlendirdi. Sonra Haccâc bin Yûsuf es-Sekafî’yi Hicaz’a gönderdi. Haccâc, 691 (H. 72) de Mekke-i mükerremeyi kuşattı. Ebû Kubeys dağı üzerine mancınık kurup, oradan Mescid-i Haram üzerine taşlar atarak şehri tahrib etti. Muhasara altı buçuk ay sürdü.
Bu esnada, Abdullah bin Zübeyr’in gösterdiği kahramanlık ve yiğitlik, her türlü tarifin üstündedir. Abdullah bin Zübeyr, bu savaş sırasında bir gün annesini ziyarete gitti. Âmâ ve hasta bulunan, fakat çok kuvvetli bir îmâna sâhib olan o büyük sahâbîye (teselli etmek için); “Ölümde rahatlık vardır” deyince, o mübarek annesi de; “Sen galiba benim ölümümü temenni ediyorsun. Hayır. Ben senin galip veya mağlûb olduğunu öğrenmedikçe ölmeyi arzu etmiyorum. Sen ya Allah yolunda şehîd olursun, ben de bu acıya sabrederek mükâfatını Allahü teâlâdan beklerim, veya zafer kazanırsın ben de bununla sevinirim” diye karşılık verdi.
Abdullah bin Zübeyr şehîd olmadan bir gün önce, taraftarları dağıldı. Aralarında, oğulları Hamza ve Hubeyb’in de bulunduğu on bin kadarı Haccâc’a teslim oldu. Yalnız Zübeyr ismindeki oğlu yanında kaldı. Bu hâlde annesini tekrar ziyaret etti. Annesi Esma Hâtûn (radıyallahü anhâ), savaşa devam etmesini söyleyerek nasihat ve dua etti. Tekrar savaş meydanına atılan Abdullah bin Zübeyr (radıyallahü anh), hücûm ettiğinde, karşısındaki kuvvetleri darmadağın ediyordu. Bir aralık Kabe’de “Makam” denilen mübarek yerde iki rek’at namaz kıldı. Yeniden harbe girdi. Bu esnada alnına gelen bir mancınık taşı ile ağır şekilde yaralandı. Yüzünden kan akmaya başladı. Bir anda her tarafını saran Haccâc’ın askerleri, üzerine atılıp şehîd ettiler.
692 (H. 73) senesinde şehîd olduğu zaman, yetmiş üç yaşında idi. Annesi, Haccâc’ın karşısına çıkıp, acı ve doğru sözler söyledi. Birkaç ay sonra da vefat etti. Abdülmelik bin Mervân, Kabe’nin bir duvarını yıktırarak yeniden yaptırdı. Hacer-ül-esvedi eski yerine koydurup son şeklini verdi. Bugünkü Kabe’nin üç duvarı Abdullah bin Zübeyr, bir duvarı da Abdülmelik bin Mervân yapısıdır.
Abdullah bin Zübeyr, Peygamber efendimizden bizzat işiterek hâdîs-i şerîf rivayet etti. Ayrıca babasından, hazret-i Ebû Bekr, hazret-i Ömer ve hazret-i Osman’dan, teyzesi hazret-i Âişe’den, hazret-i Ali ve Süfyân bin Ebî Züheyr es-Sekafî’den hadîs-i şerîfler bildirdi. Kendisinden de, kardeşi Urve, oğulları Âmir ve Ubâd, yeğeni Muhammed bin Urve, Ebû Zibân, Urve bin Amr-i Selmânî, Ata bin Ebî Rebâh, Tavus, Amr bin Dînâr, Vehb bin Keysân, Sâbit-i Benânî ve diğer zâtlar rivayet etti. Rivayet ettiği hadîs-i şerîflerden bâzıları şunlardır.
“Herhangi bir memlekette vefat eden Esbabımdan biri, kıyamette mahşer yerine giderken, o memleketin müslümanlarına önder olur ve onların önlerini aydınlatır.”
“Benim mescidimde kılınan namaz, Mescid-i Haram hâriç, diğer mescidlerde kılınan namazlardan efdaldır. Mescid-i Haram’da (Kabe’de) kılınan bir namaz, burada (Peygamber mescidinde) kılınan yüz namazdan efdaldır.”
“Allah yolunda bir gece nöbet tutmak, bin gündüzü oruçlu geçirmekten efdaldır.”
“Eğer Allah’dan başkasını dost edinseydim, ümmetimden Ebû Kuhâfe’nin oğlunu (Ebû Bekr’i) dost edinirdim. Ancak o, din kardeşim ve (hicret esnasında) mağaradaki arkadaşımdır.”
Abdullah bin Zübeyr (radıyallahü anh), Kur’ân-ı kerîmi ezberlemişti. Eshâb-ı kiramın tefsîr, hadîs ve fıkıh âlimlerinden ve Abâdile (dört Abdullah) dan biridir. Kendisinden Sahîhayn’da (Buhârî ve Müslim) otuz üç hadîs-i şerîf rivayet edilmiştir. Bunların altı tanesi “Buhârî” dedir. Rivayet ettiği otuz üç hadîs-i şerîfin tamâmı, Ahmed bin Hanbel’in (radıyallahü anh) “Müsned” adlı hadîs kitabında mevcuttur. Hazret-i Osman’ın zamanında, Kur’ân-ı kerîm nüshalarını çoğaltma hey’etinde bulundu. İslâmiyet’te ilk olarak yuvarlak gümüş parayı, Mekke-i mükerremede Abdullah bin Zübeyr (radıyallahü anh) bastırdı. Paranın bir yüzünde, “Muhammedün Resûlullah” diğer yüzünde, “Allah vefakâr ve adaletli olmayı emretti” mânâsında bir cümle yazılı idi.
Abdullah bin Zübeyr (radıyallahü anh), kahramanlık ve cesaretiyle birlikte çok ibâdet ederdi. Namazda o kadar huşu ve huzur içinde bulunurdu ki, görenler cansız zannederlerdi. Gündüzleri oruç tutardı. Babası onun hakkında; “İnsanların Ebû Bekr-i Sıddîk’a en çok benzeyenidir” buyurmuştur. Peygamber efendimiz, Habeşistan hükümdarı Necâşî’nin N hediye ettiği harbeyi (kısa mızrak şeklinde bir silah) yanında taşır, namaz kılarken sütre olarak önüne koyardı. Dört halîfe (radıyallahü anhüm) de bunu yanlarında taşırlardı. Bundan sonra Abdullah bin Zübeyr’in (radıyallahü anh) eline geçince, şehîd oluncaya kadar yanından ayırmadı.
1) Hilyet-ül-evliyâ; cild-1, sh. 329
2) Vefeyât-ül-a’yân; cild-3, sh. 71
3) El-A’lâm; cild-4, sh. 87
4) Kâmûs-ül-a’lâm; cild-4, sh. 3101
5) Tam İlmihâl Seâdet-i Ebediyye; sh. 976
6) Eshâb-ı Kiram; sh. 139
7) Tehzîb-üt-tehzîb; cild-5, sh. 213
8) Müsned-i Ahmed bin Hanbel; cild-4, sh. 3
9) İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; cild-1, sh. 215
10) Rehber Ansiklopedisi; cild-1, sh. 16
11) Ikd-ül-ferîd; cild-2, sh. 149
12) Cemheretü hutab-il-Arab; cild-1, sh. 278
13) Ensâb-ül-eşrâf; cild-4, sh. 16
14) Ricâlün havl-er-Resûl; sh. 701
15) Fütûh-ül-büldân; sh. 250
16) Üsüd-ül-gâbe; cild-3, sh. 161
17) Târih-ül-ümem vel-mülûk; cild-7, sh. 202
18) El-Kâmil fit-târih; cild-4, sh. 135
19) El-İsâbe; cild-2, sh. 309
20) El-îstiâb; cild-2, sh. 300