İslam dininin dört mezhebinden birisi olan Hanefi mezhebinin kurucusudur. Ayrıca İmam-ı Azam olarakta bilinir. Baba adı “Sâbit”, künyesi “Ebû Hanîfe”, en meşhur lakabı “el-İmâmu’l A’zam”dır. Ebû Hanife, Kûfe’de hicrî 80 yılında doğdu. Numân ve ailesinin Arap olmadığı kesindir; onun Farisi veya Türk olduğu şeklinde değişik görüşler vardır. Ebû Hanîfe iki evlilik yapmıştır. Ebû Hanife alenen halkı ehl-i beyt’e yardıma çağırdığı için hapsedildi ve her gün kırbaçlatıldı. Bunun sonucunda yetmiş yaşında şehidler gibi öldü. Zehirletildiği de rivâyet edilir. Bağdat’ta, Hayruzan mezarlığına defnedildi, cenazesinde binlerce insan hazır bulundu.
iMAMI AZAM EBU HANİFE HAYATI
“Deha ve zekâsından eşsiz panltılar
“Ebu Hanife en-Numan Allah’ın haram kıldığı şeylerden çok sakınır, çok susat ve devamlı düşünürdü.”
-İmam Ebu Yusuf-
Ebu Hanife en-Nu’man, arkadaşlarıyla birlikte oturmakta olan imam Malik’in yanına girmişti. Ebu Hanife yanından çıkınca Malik arkadaşlarına dönüp:
“Bunun kim olduğunu biliyor musunuz?” dedi.
Onlar: “Hayır” diye cevap verdiler.
Malik: “Bu, en-Nu’man b. Sabit’tir.
Bu adam, şu direğin altın olduğunu söyleseydi, bu söylediğine delil getirir ve direk öyle çıkardı.”
İmam Malik Ebu Hanife’nin delil getirme gücü, pratik ve keskin zekâsı hakkında söylediği sözlerde mübalağa etmiyordu.
Tarih ve siyer kitapları onun rey (görüş) ve akîde (inanç) konusunda düşmanlarına karşı olan davranışlarıyla ilgili haberlerle doludur.
Bunların hepsi, imam Malik’in tarif ettiği şeyin doğruluğuna delâlet eden şeylerdir. Gerçekten size, önümüzdeki toprağın altın olduğunu iddia etse artık sizin için onun delilini kabul etmek ve iddiasına teslim olmaktan başka çareniz kalmazdı.
Hele o hakkı savunup onun için mücadele ettiğinde nasıl olurdu, düşünebiliyor musunuz? Bununla ilgili hadiselerden birisi şöyledir: Küfeli bir adam sapıtmıştı.
O, bazı insanların gözünde itibarlı, onlar tarafından kabul edilen bir sözün sahibiydi.
Adam şunu ileri sürüyordu: “Osman b. Affan aslında bir yahudiydi.
Islâm’dan sonra da yahudiliğine devam etmişti…”
Ebu Hanife bu sözü duyunca ona gitti ve şöyle dedi:
“Kızını arkadaşlarımdan birine istemek için sana geldim.”
O da: “Hoşgeldin, safa geldin…
Senin gibisinin isteği geri çevrilmez, Ebu Hanife!
Fakat evlenecek olan kim?” dedi.
Ebu Hanife: “Kavmi arasında şerefiyle ve zenginliğiyle tanınmış…
Eli açık ve çok cömert…
Aziz ve Celîl Allah’ın Kitabı’nı ezbere bilen…
Bütün geceyi bir rekatta geçiren…
Allah Taâlâ’nın korkusundan çok ağlayan bir adam…” dedi.
Adam: “Bravo, bravo… Bu kadar yeter, Ebu Hanife!
Evlenmeye talip olan kişinin nitelikleri olarak söylediklerinin bir kısmı onu, müminlerin emîrinin kızına denk hale getiriyor” dedi.
Ebu Hanife:
“Ancak onda mutlaka öğrenmen gereken bir özellik var” dedi.
Adam: “Nedir o?” dedi.
Ebu Hanife: “O yahudidir” dedi.
Adam sarsılıp: “Yahudi mi?
Sen benim kızımı bir yahudiyle evlendirmemi mi istiyorsun Ebu Hanife!
Vallahi, öncekilerin ve sonrakilerin özellikleri biraraya gelse yine de kızımı onunla evlendirmem…” dedi.
Ebu Hanife:
“Sen kızını bir yahudiyle evlendirmeyi kabul etmiyorsun ve buna şiddetle karşı çıkıyorsun…
Sonra insanlara, Allah’ın Resûlü’nün (s.a.v) iki kızını bir yahudiyle evlendirdiğini söylüyorsun?!” dedi. Adamı bir titreme tuttu ve şöyle dedi:
“Söylediğim kötü sözden dolayı Allah’tan af diliyorum…
Yaptığım iftiradan dolayı Allah’a tövbe ediyorum.”
Bunlardan birisi de şöyledir:
Haricîlerden1 birisi olan ez-Zahhak eş-Şarî bir gün Ebu Hanife’ye gelip şöyle dedi:
“Ebu Hanife! Tövbe et.”
Ebu Hanife: “Neden tövbe edeyim?!” dedi.
Haricî: “Ali’yle Muaviye arasında meydana gelen tahkimin (hakem tayin etmenin) caiz olduğuna dair sözünden dolayı” dedi.
Ebu Hanife ona:
“Bu meselede benimle münazara yapmayı (tartışmayı) kabul etmez misin?” dedi.
Haricî: “Kabul ederim” dedi.
Ebu Hanife: ‘Tartıştıklarımız hakkında anlaşmazlığa düşersek, aramızda kim hakem olacak?” dedi.
Haricî: “istediğin kimseyi hakem yap” dedi.
Ebu Hanife, haricînin yanındaki arkadaşlarından birine dönüp şöyle dedi: “Anlaşamadığımız konularda aramızda hakem ol” dedi.
Daha sonra haricîye de şöyle dedi: “Ben arkadaşını kabul ettim, sen de kabul ediyor musun?”
Haricî sevinip: “Evet” dedi.
Ebu Hanife: “Yazıklar olsun sana! Aramızda meydana gelen meselede tahkîmi caiz görüyorsun da Rasûlüllah’ın (s.a.v) ashabından olan iki kişiye onu caiz görmüyor musun?!”
Haricî şaşırıp kaldı ve verecek cevap bulamadı…
Bunlardan birisi de şöyledir: Müslüman topraklarında şer tohumları eken, sapık ve bidatçı cehmiyye fırkasının başı Cehm b. Safvan bir defasında Ebu Hanife’nin yanına geldi ve şöyle dedi:
“Sana sormayı düşündüğüm bazı konularda, seninle konuşmak için geldim.”1 Haricîler: Hz. Ali’yle Muaviye’ye karşı çıkan kimseler.
Ebu Hanife: “Seninle konuşmak utançtır… Senin görüşlerine dalmak alev alev yanan bir ateştir” dedi.
Cehm: “Daha önce benimle görüşmediğin ve benim sözlerimi dinlemediğin halde nasıl benim aleyhimde hükmettin?!” dedi.
Ebu Hanife: “Bana hakkında, Kıble ehlinden1 olan birisinden çıkmayan bazı sözler geldi.”
Cehm: “Benim aleyhimde gıyaben mi hüküm veriyorsun?” dedi.
Ebu Hanife: “Bu, senin hakkında meşhur olmuş ve halk arasında yayılmıştır.
Avam ve havas herkes onu öğrenmiştir. Bu bakımdan, senin hakkında rivayet edilenlerle, onu senin aleyhinde isbat etmem caiz olmuştur.”
Cehm: “Sana sadece îman hakkında sormak istiyorum” dedi.
Ebu Hanife: “Şu ana kadar imanı öğrenemedin mi de onu bana soracaksın?!” dedi.
Cehm: ‘Tamam, fakat ben onun bir çeşidinde şüphe ettim.”
Ebu Hanife: “İmanda şüphe küfürdür.”
Cehm: “Benden kâfir olduğuna hükmettirecek bir şey duymadıkça, beni kâfirlikle suçlaman sana helâl olmaz.”
Ebu Hanife: “Aklına gelen şeyi sor.”
Cehm: “Allah’ı kalbiyle tanıyıp onun tek, ortaksız ve benzersiz olduğunu bilen, onu sıfatlarıyla tanıyan hiç birşeyin onun gibi olmadığını söyleyen, sonra diliyle iman ettiğini açıklamadan ölen kimsenin durumunu bana söyler misin?
O mümin olarak mı, yoksa kâfir olarak mı ölür?”
Ebu Hanife: “O kâfir olarak ölür, diliyle açıklamasını engelleyen bir durum olmadığı sürece, kalbiyle tanıdığını, diliyle açıklamadığı zaman cehennem ehlinden olur.”
Cehm: “Allah’ı hakkıyla tanıdığı halde nasıl mümin olmaz.”
Ebu Hanife: “Eğer sen Kur’an’a inanıyorsan ve onu delil yapıyorsan sana onunla konuşayım.
Eğer Kur’an’a inanmıyor ve onu delil olarak görmüyorsan, sana Islâm’a karşı çıkan kimselerle konuştuğumuz şeylerle konuşayım.”
Cehm: “Ben Kur’an’a inanıyor ve onu delil yapıyorum.”1 Kıble ehli: Müslümanlardır. Namazlarında kıbleye yöneldikleri için böyle isimlendirilir.
Ebu Hanife: “Allah Taâlâ imanın iki uzuvla meydana geldiğini, buyurdu. Kalp ve dille, ikisinden birisiyle değil.
Allah’ın Kitabı ve Rasûlüllah’ın (s.a.v) hadîsi bunun açıklamalarıyla doludur:
Allah Taâlâ şöyle buyurmuştur: “Peygambere indirilen Kur’an’ı işittiklerinde, gerçeği öğrenmelerinden gözlerinin yaşla dolarak, Rabbimiz! İnandık, bizi de şahitlerden yaz. Rabbimizin bizi iyi milletle birlikte bulundurmasını umarken niçin Allah’a ve bize gelen gerçeğe inanmayalım? Dediklerini görürsün. Allah onlara, dediklerine karşılık, temelli kalacakları, altından ırmaklar akan cennetler verdi. Bu, iyi davrananların mükâfatıdır.”1
işte onlar hakkı kalpleriyle tanıyıp dilleriyle söylemişlerdir de Allah söylediklerinin karşılığı olarak onları, altından ırmaklar akan cennetlere koymuştur.
Yine Allah Taâlâ şöyle buyurmuştur:
“Allah’a bize gönderilene, İbrahim’e, İsmail’e, Ishak’a, Yakub’a ve torunlarına gönderilene, Musa ve Isa’ya verilene, Rableri tarafından peygamberlere verilene inandık, deyin.”2
Allah Taâlâ onlara “söz”ü (yani dili) emretmiştir. Onların tanıma ve bilmelerini yeterli görmemiştir.
Rasûlüllah (s.a.v) da şöyle buyurmuştur:
“Lâ ilâhe illallah (Allah’tan başka ilâh yoktur) deyiniz felâh3 bulursunuz.
Felâhı sadece tanımakla ilgili kılmamış ona sözü (dili) ilâve etmiştir.
Yine Rasûlüllah (s.a.v): “Lâ ilâhe illallah diyen kimse cehennemden çıkar” buyurmuştur.
“Allah’ı tanıyan kimse cehennemden çıkar” dememiştir.
Söze ihtiyaç duyulmayıp o olmaksızın “tanımakla” yetinilseydi,
Iblîs mümin olurdu.
Çünkü o Rabbini tanımaktadır. Kendisini onun yarattığını, onun öldüreceğini, sonra yine onun dirilteceğini ve kendisini saptıranın O (Allah) olduğunu bilmektedir.
Allah Taâlâ onun dilinden şöyle buyurmaktadır:
1 Maide, 83-85.
2 Bakara, 136.
3 Felâh bulmak: Cenneti ve Allah’ın rızasını kazanmak.
“Beni ateşten, onu çamurdan yarattın.”1
Yine şöyle buyurmuştur: “Rabbim! Beni hiç olmazsa, tekrar dirilecekleri güne kadar ertele.”2
“Beni azdırdığın için, and olsun ki, senin doğru yolun üzerinde onlara karşı duracağım.”3
Eğer ileri sürdüğün şey doğru olsaydı, dilleriyle inkâr etmelerine rağmen Rablerini tanımaları sebebiyle birçok kâfir mümin olurdu.
Allah Taâlâ şöyle buyurmuştur: “Gönülleri kesin olarak inandığı halde onları bile bile inkâr ettiler.”4
Allah onları, inanıp kabul etmeleri sebebiyle mümin yapmamıştır. Dillerinin inkâr etmesi sebebiyle onları kâfir saymıştır.”
Ebu Hanife bu sırayla yani bazen Kur’an, bazen hadisle konuşmaya devam etti. Nihayet Cehm’in yüzünde bozulma ve yenilgi belirtileri görüldü.
Cehm:
“Bana unuttuğum birşeyi hatırlattın, senin yanına yine geleceğim” diyerek Ebu Hanife’nin karşısından çekip gitti.
Tabiî, bir daha dönmemek üzere çekip gitmişti.
Başka bir olay da şöyledir:
Ebu Hanife, Azîz ve Celîl olan Halik’in (yaratıcının) varlığını inkâr eden bazı inkarcılarla (mülhidlerle) karşılaştı. Onlara şöyle dedi:
“Çeşitli eşya ve mallarla yüklü bir geminin açık denizde şiddetli bir fırtınaya tutulduğunu ve azgın dalgalarla boğuştuğunu düşünün. Buna rağmen o çizilen rotasında, bilinen gaye ve maksadına hiç sallanmadan bir aksaklığa uğramadan ve yolunu şaşırmadan sakin ve emin bir şekilde gitmeye devam etmektedir. Yalnız bu gemide hareketi sağlayan ne bir gemici, ne de onun gidişini düzenleyen bir yönetici vardır.
Düşünce olarak bu doğru mudur?”
Onlar: “Hayır, bu aklın kabul edemeyeceği ve mümkün görmediği bir şeydir, ey şeyh! Dediler.
Ebu Hanife: “Ya Subhanellah!
1 Araf, 12.
2 Hicr, 36.
3 Araf, 16.
4 Nemi, 14.
Bir geminin kaptansız olarak denizde mükemmel bir şekilde gitmesini kabul etmiyorsunuz da, coşkun denizleriyle, dönen gezegenleriyle, uçan kuşlarıyla bu kainatın, yaptığını sağlam yapar idaresini iyi düşünen birisi olmadan kaim olmasını mı kabul ediyorsunuz?!
Sizler ve söylediğiniz yalanlar kahrolsun…”
Böylece, Ebu Hanife hayat yolculuğunun tümünü yaratıcının kendisine verdiği mükemmel delille ve eşi bulunmaz mantıkla, Allah’ın dinini savunarak geçirdi. Öldüğünde, ailesine; kendisini temiz bir toprağa defnetmelerini ve gasbedilmiş olma şüphesi bulunan her yerden uzak tutmalarını vasiyet ettiğini gördüler.
Vasiyeti el-Mansur’a ulaşınca:
“Sağken ve öldükten sonra Ebu Hanife’yi bize kim mazur gösterebilir?” dedi.
Ebu Hanife, kendisini el-Hasen b. Ammare’nin yıkamasını vasiyet etmişti. El-Hasen b. Ammare onu yıkadıktan sonra şöyle dedi:
Ebu Hanife! Allah sana rahmet etsin. Yaptıklarının karşılığı olarak seni affetsin.
Çünkü sen otuz yıldan beri gündüz yemek yemedin (oruç tuttun)…
Kırk yıldan beri geceleri başını yastığa koymadın…
Ve senden sonraki fakihleri yordun…
Ebu Hanife en-Nu’man hakkında geniş bilgi için aşağıdaki eserlere bakınız:
1.El-Bidaye ve’n-nihaye X/107.
2.Vefeyatu’l-a’yan, V/415-423.
3.En-Nücumu’z-zahire, 11/12.
4.Şezeratu’z-zeheb, I/227-229.
5.Mirâtu’l-cinan, I/309.
6.El-lber, 1/314.
7.Tarihu Bağdad, XIII/323-324.
8.Tarihu’l-Buharî, VIII/81.
9.El-Cerhu ve’t-tadîl, VIII/449-450.
10.Mizanu’l-I’tidal, IV/265.