ABDULLAH BİN MUHAMMED MÜRTEİŞ
Evliyânın büyüklerinden. İsmi, Abdullah bin Muhammed Mürteiş en-Nişâbûrî olup, künyesi, Ebû Muhammed’dir. Mürteiş diye tanınır. Aslen Nişâbur’un Hîre nâmıyla meşhûr mahallesinden olup Bağdâd’a yerleşti.Şunûziyye Mescidinde ikâmet eder. Orada sohbetine devam edenlere Allahü teâlânın emir ve yasaklarını anlatır, dünyanın zevk ve eğlencelerinin geçici, âhiretin ise ebedi olduğunu bildirirdi. 939 (H.328) senesinde bu mescidde vefât etti.
Ebû Hafs-ı Haddâd’ın talebelerindendir. Ayrıca Cüneyd-i Bağdâdî, Ebû Osman Mağribî ve diğer büyük zâtlarla görüşüp sohbet etti. Kısa zamanda yetişip Irak’ta zamânının bir tânesi oldu. Dünyâya düşkün olmaması, haram ve şüphelilerden çok sakınması belli başlı vasıflarıydı.
Abdullah Mürteiş hazretleri tasavvuf yoluna girip bu yolda ilerlemesini ve buna sebeb olan ibret verici hâdiseyi şöyle anlatmıştır:
Babam, bulunduğumuz yerin ileri gelenlerinden idi. Bir gün evimizin önünde otururken yanıma bir genç geldi. Sırtında hırka, başında eski bir külâh vardı. Fasîh, açık bir lisân ile benden bir şey istedi. Ben; “Sapasağlam bir genç olsun da, utanmadan dilencilik yapsın, olacak şey değil!” diye düşündüm ve kendisine hiç cevap vermedim. Bana sertçe; “Kalbine gelen şeyden, Allahü teâlâya sığınırım.” dedi. Bunu duyunca çok korktum ve kendimden geçerek yere düştüm. Hizmetçilerimizden biri bu hâlimi görüp yanıma gelmiş. Kendime geldiğimde, başımı dizine koyup, beni ayıltmaya çalışıyordu. Herkes etrafıma toplanmıştı. O gencin gittiğini öğrendim. Çok üzüldüm ve yaptığıma çok pişman oldum. O gün böyle geçti. Gece olunca bu dert ve elem ile uyudum. Rüyâmda hazret-i Ali’yi gördüm. O genç de yanında idi. Bana:
“Keşke öyle düşünmeseydin ve buna bir şeyler verseydin. Allah rızâsı için hiç bir şey vermeyeni Allahü teâlâ sevmez.” buyurdu.
Sabah olunca kendime âit ne varsa, hepsini, Allah rızâsı için ihtiyâcı olanlara dağıtıp, sefere çıktım. Bağdâd’a gelip ilim öğrenmeye başladım. On beş sene sonra babamın vefât ettiğini haber alıp, Nişâbur’a geldim. Babamdan bana çok büyük servet kalmıştı. Onu da Allah rızâsı için dağıtıp Bağdâd’a döndüm. O gencin, o bakışı hâlâ gözümün önünde. Devamlı üzülüp, pişman oluyordum.
Vefât edinceye kadar da bu üzüntünün böyle devâm ettiği bildirildi.
Hocası Ebû Hafs-ı Haddâd, Abdullah Mürteiş’e ilim öğrenmesi için seyâhat etmesini söylemişti. Hocasının bu emrine uyarak, ilim öğrenmek için her sene kilometrelerce yol yürür, uğradığı bir şehirde on günden fazla kalmazdı. Bir gün Rakka’ya geldi. İbrâhim-i Kassâr kendisine bir tabakta üzüm ve ekmek gönderdi. Verilen hediyelere karşı, hediye ile cevap verdiği için kaftanını sattı. İbrâhim-i Kassâr’a bâzı hediyeler alıp gönderdi.
Abdullah Mürteiş hazretlerinin menkıbeleri çok olup sâlih bir zat şöyle anlatmıştır: Bağdâd’da bulunuyordum. Hacca gitmeyi arzu ediyordum. Gitmek için hiçbir şeyim yoktu. Kendi kendime; “Abdullah Mürteiş hazretleri bana bir aba, elbise ve masraflarım için de on beş gümüş hediye etse. Elbiseyi giyerim gümüşler ile de kova, ip ve ayakkabı alırım yolda sıkıntı çekmem.” diye düşündüm.
Bu sırada kapı çalındı. Açıp bakınca, Abdullah Mürteiş hazretlerini gördüm. Çok şaşırdım bana, bir aba, elbise ve on beş gümüşü uzatıp; “Bunları al.” buyurdu.
Almak istemedim, fakat; “Al, beni üzme, bunlar istemiş olduğun şeylerdir.” dedi. Mahcûbiyetle aldım…
Bir defâsında ramazân-ı şerîf ayının son on günü câmide îtikâfa başladı. Ancak birkaç gün sonra îtikâfı bırakıp çıktı. Sebebini soranlara:
“Mescidde bâzı kimselerin riyâ ile, gösteriş yaparak ibâdet edip, Kur’ân-ı kerîm okuduklarını gördüm. Bu hâlleri sebebiyle, onlara gelecek olan belâdan korkup dışarı çıktım.” dedi.
Abdullah Mürteiş hazretleri nasîhat ve sohbetleriyle uzun müddet insanlara rehberlik yapmıştır. Bir defâsında da nasîhat isteyenlere; “Size nasîhat vermeye benden daha münâsib ve benden daha hayırlı olanlara gidiniz. Böylece beni de, sizlerden çok daha hayırlı olan Rabbimle berâber bırakmış olursunuz ve ben de hep O’nunla meşgûl olurum.” buyurdu.
Hastalığı artıp vefâtı yaklaştığı sırada huzûrunda bulunan sevenlerine borcu olduğunu, elbisesini satmalarını ve borcunu ödemelerini söyledi. Sonra buyurdu ki:
“Allahü teâlâya duâ edip bana üç şeyi nasîb etmesini istedim.
Birincisi pekçok dost ve büyük zâtlarla görüşüp sohbet ettiğim Şunûziyye Câmiinde vefât etmek.
İkincisi vefât edip, dünyadan ayrılırken dünyalık bir şeyim olmasın istedim. Şu altımda serili olan hırkamdan başka bir şeyim yok! Ben vefat edince onu da altımdan alıp satın. Parasıyla bir şeyler alın ve fakirlere verin…
Üçüncü isteğim de şu idi: Ben vefât ederken yanımda sevmediğim kimse bulunmasın. Burada bulunanların hepsini seviyorum. Şu anda aranızda sevmediğim kimse yok. Elhamdülillah bu arzumun üçü de oldu.”
Buyurdu ki:
“Kul, Allahü teâlânın sevgisini, Allahü teâlânın sevmediklerine düşman olmakla kazanır. Allahü teâlânın sevmedikleri ise, insanı Allahü teâlâdan uzaklaştıran şeylerin hepsidir.”
“Tasavvuf güzel ahlâktır. Bu da üç kısımdır: Birincisi, Hakk ile beraber olmak yâni Allahü teâlânın emirleine uymak ve bu hususta gösterişten uzak durmaktır.
İkincisi halk ile beraber olmak. Bu da büyüklere karşı saygı ve edeb, küçüklere karşı şefkat, emsallere ise insaflı ve âdil davranmakla olur.
Üçüncüsü nefse sâhib olmak. Bu ise nefsin boş isteklerine, hevâ, hevese ve şeytana uymamakla olur. Kim bu üç husûsu nefsinde doğru bir şekilde tatbik ederse güzel huylulardan olur.”
“Tasavvuf tamâmen ciddiyettir. Şaka nevinden olan herhangi bir şeyi ona karıştırmayınız.”
“Kul ne ile muhabbete nâil olur?” diye sorulunca; “Allahü teâlânın evliyâsına dost olmak, düşmanlarına da düşman olmakla” buyurdu.
Yine buyurdu ki:
“Kalbin, Allahü teâlâdan ve O’nun dostlarından başkasına meyletmesi, o kalbin hasta olduğuna işârettir.”
“Sebeplere yapışmalı, fakat bu durum, o sebeblerin ve her şeyin yaratıcısı olan Allahü teâlâya îtimâd ve tevekkül etmeye mâni olmamalıdır.”
“Bütün işlerin netîcesinin sıhhatli ve faydalı olabilmesi için iki şart vardır: Sabır ve ihlâs.”
“İrâde, nefsin arzularına muhâlefet edip, onu Allahü teâlânın emirlerine yöneltmek ve kendisi için Allahü teâlânın takdir ettiğine râzı olmaktır.”
“Kul, muhabbet makâmına, Allahü teâlânın dostlarını sevmek ve Allahü teâlâya düşman olanlara düşmanlık etmekle kavuşur.”
“Amellerin en üstünü; doğru amel işlemek, sünnet üzere hizmete devâm etmektir.”
“Kalbin Allahü teâlâdan başkasına meyletmesi, Allahü teâlânın azâbını çabuklaştırır.”
“Yaptığı amellerin, kendisini Cehennem azâbından kurtarıp, Allahü teâlânın rızâsına kavuşturacağını zanneden kimse, büyük hatâ etmiştir. Allahü teâlânın fadlı ve ihsânı ile kurtulabileceğini düşünen kimseyi, Allahü teâlâ rızâ makamlarının en sonuna ulaştırır. Allahü teâlâ Kur’ân-ı kerîmde Yûnus sûresi 58. âyet-i kerîmesinde meâlen buyurdu ki: “De ki: Allahü teâlânın ihsânı ve rahmetiyle, işte yalnız bunlarla ferahlansınlar. Bu, onların toplamakta olduklarından (dünya menfaatinden) daha hayırlıdır.”
“Allahü teâlâyı Rab olarak tanı. O’nu bir olarak ikrâr et ve O’na hiç bir şeyi ortak koşma. Tevhîdin esâsı bu üç şeydir.”
“Allahü teâlânın, senin rızkına kefil olduğuna îtimâd et ve sana emrettiği ibâdetleri yapmaya çalış! Böyle yaparsan, evliyâdan olursun.”
KERÂMET VE MENKÎBELERİ
ÜSTÜN KİMSE!..
Abdullah bin Mürteiş’in dostlarından bir kısmı bâzı kimselerin hallerinden bahsederek; “Falan kimse su üzerinde yürüyor. Onun bu hâline ne dersiniz?” diye sordular. Buyurdu ki:
“Allahü teâlânın yardımı ile nefsinin arzularına uymayan kimse, havada uçandan ve su üzerinde yürüyenden daha üstündür.”
BEYİTLER
KEŞKE YARDIM ETSEYDİM!
Abdullah-ı Mürteiş, evliyâ-yı kirâmdan
Şiddetle kaçınırdı, şüpheli ve haramdan.
Dünyâya zerre kadar, vermez idi bir değer,
Methetti kendisini, evliyâ ve âlimler.
Hânesinin önünde, otururken bir zaman,
Genç bir kişi gelerek, para istedi ondan.
Vardı gencin üstünde, hem de “yeni bir abâ”
Düşündü: “Bu ne için, dileniyor acaba?
Yaşı genç, sakat değil, hem yeni elbisesi,
Yakışır mı bu gence, el açıp dilenmesi?”
Bunları düşünerek, vermedi cevap bile,
Genç ayrıldı ondan, “kırılmış bir kalp” ile.
Eli boş, boynu bükük, gidince öyle mahzun,
Bu sefer pişman oldu, düşündü uzun uzun.
Para vermediğine, çok üzülüp içinden,
Göremedi bir daha, koştuysa da peşinden
Dedi ki: “Ne olaydı, kırmasaydım hiç onu,
Nereden biliyordum nâ ehil olduğunu,
Rabbimiz bakıyor mu, hiç benim günâhıma?
Devamlı gönderiyor, rızkımı her gün ama.
Belki o, Rabbimizin, çok sevdiği kuluydu,
Heyhât! Bana yakışan, muâmele bu muydu?”
Yaptığı o hatânın, kalarak tesirinde,
Yatıp, bir rüyâ gördü, o günün gecesinde.
Şöyle ki otururdu, Allah arslanı Ali
Dikkat etti, vardı hem, yanında o genç dahi.
Hazret-i Ali ona, buyurdu ki hemence:
“Ne için bir tasadduk, eylemedin bu gence?
Hâlbuki bir kimsenin, varken malı, parası,
Tasadduk eylemezse, sevmez onu Mevlâsı.
Uyanınca kapladı, kendisini bir keder,
Dağıttı nesi varsa, kalmadı maldan eser.
Hiç unutamıyordu, buna rağmen o ânı
“Ben niçin boş çevirdim, o fakir müslümanı?”
Ve hemen çıktı yola, Bağdat medresesine,
İlim tahsil eyledi, orada on beş sene.
Babası zengin olup, çoktu malı, parası,
Vefât edip tamâmen, ona kaldı mîrâsı.
Onu da fakirlere, dağıtarak bittamam,
Başladığı tahsîle, gece-gün etti devâm.
Ebû Hafs-ı Haddâd’dan, alıp tasavvuf dersi,
Vilâyet makâmında, yükseldi derecesi.
Buyurdu ki:”Allah’ı, hakkıyla sevmek için,
O’nun düşmanlarını, sevmesin kalbin, için.
Ne ki uzaklaştırır, seni Hak teâlâdan,
Yaklaşma yanlarına, uzak dur hep onlardan.
Eğer ki meyl ederse, kalbin “Hak”tan gayriye,
O kalp hasta demektir, bak hemen tedâvîye.
Dünyalık kimselerle, kurma hiç münâsebet,
“Allah adamları”yla, bulunmağa gayret et.
Onların her bakışı, “devâ”dır kalp derdine,
Şakî olmaz gidenler, onların sohbetine.
KAYNAKLAR
1) Hilyet-ül-Evliyâ; c.10, s.355
2) Tabakât-üs-Sûfiyye; s.349
3) Nefehât-ül-Üns; s.198
4) Tezkiret-ül-Evliyâ; c.2, s.72
5) Sıfât-us-Safve; c.2, s.261
6) Şezerât-üz-Zeheb; c.2, s.317
7) Tabakât-ül-Kübrâ; c.1, s.105
8) Târih-i Bağdâd; c.7, s.221
9) Risâle-i Kuşeyrî; s.150
10) Fâideli Bilgiler; s.167
11) Câmiu Kerâmât-il-Evliyâ; c.2, s.104
12) Tabakât-ül-Evliyâ (İbn-i Mulakkın); s.141
13) Tabakât-üs-Sûfiyye (Ensârî); s.386
14) İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; c.3, s.350
15) Hazinet-ül-Meârif; c.2, s.193
16) Sefînet-ül-Evliyâ; s.147