HABÎB-İ RÂÎ
Sekizinci yüzyılda Bağdât’ta yaşayan büyük velîlerden ve Tâbiînden. Koyun otlattığı için Râî diye tanınmıştır. Râî, çoban demektir. Doğum târihi bilinmemektedir. Bahreyn’de doğdu. 748 (H.130) senesinde Bağdât’ta vefât etti. Kabri Bağdât’tadır.
Çocukluğu ve tahsil çağı Bağdât’ta geçen Habîb-i Râî, zamânının âlimlerinden ilim tahsil etti.Eshâb-ı kirâmdan (aleyhimürrıdvân) Selmân-ı Fârisî’nin sohbetinde bulunmakla şereflendi.Zâhirî ve mânevî ilimlerde yetiştikten sonra, uzleti, yâni insanlardan uzak yaşamayı tercih etti.
Fırat Nehri kenarında dağlarda ve çöllerde koyunlarını otlatırdı. Görünüşte çobanlık yapmasına rağmen, bir an olsun Allahü teâlâyı anmaktan gâfil olmazdı. Farzları, vâcipleri, sünnetleri ve edepleri yerine getirerek, kelime-i tevhîdle zikre devâm ederek Allahü teâlânın rızâsına kavuşmaya çalıştı. Cumâ namazlarından başka zamanlarda şehre inmeyen ve insanlardan uzak yaşayan Habîb-i Râî hazretleri, mânevî yönden yükselerek büyük bir velî oldu. Birçok halleri ve kerâmetleri görüldü.
Emevîler zamânında, yaşadığı beldenin hâkimlerinden birisi Habîb-i Râî’yi haksız yere hapse attırdı. Sağlam kapılarla ve yüksek duvarlarla çevrili olan hapishânenin vazîfelileri sabah olunca, Habîb-i Râî’nin bulunduğu kısma gittiklerinde, orada bulunmadığını gördüler. Bütün kapılar kilitli olduğu halde, Habîb-i Râî’nin içeride bulunmadığını gören vazîfeliler hayret ettiler. Onun büyük bir velî olduğunu kabûl ettiler.
Çobanken bir ağaç çanağı vardı. Birgün bu çanağı bir taşın altına tuttu, biri bal, biri süt olmak üzere iki çeşme akmaya başladı. Yanındakilerden biri onun yüksek kerâmetini görerek; “Efendim! Bu dereceye ne ile kavuştun?” diye sordu. Habîb-i Râî; “Muhammed Mustafa’ya (sallallahü aleyhi ve sellem) uymakla.” buyurdu. Devâm ederek; “Mûsâ aleyhisselâmın kavmi kendisine karşı oldukları halde hâre taşı (granit veya sert mermer) onlara su verdi. Derecesi Mûsâ aleyhisselâmdan yüksek olan Resûlullah efendimize uyduktan sonra taş bana süt ve bal vermez mi?” buyurdu. Soran kimse; “Bana nasihat et.” dedi. Habîb-i Râî; “Kalbini hırs kutusu ve mîdeni haram kabı etme. Bunlara dikkat eden kurtulur.” buyurdu.
Allahü teâlâ, Habîb-i Râî hazretlerine öyle kerâmetler ihsân etmişti ki, otlattığı koyunlara kurtlar hiç zarar vermezdi. Hattâ koyunları kurtlar otlatırdı. Namaz vakitleri güttüğü koyunları bir yere toplar, koyunların bulunduğu yerin etrâfına asâsiyle bir dâire çizerek namazını kılar veya Cumâ namazını kılmak için şehre gidip halkla birlikte bulunurdu.
Evliyâdan birisi Habîb-i Râî’yi ziyârete gitmişti. Habîb-i Râî hazretleri namaz kılıyordu. Koyunlarını ise kurtlar otlatıyordu. Namazını bitirdikten sonra o zât, Habîb-i Râî’ye selâm verdi.Habîb-i Râî selâma cevap verdikten sonra o zâta; “Ey oğul! Ne için geldin?” diye sordu. O da; “Efendim ziyâretinize geldim. Allahü teâlâ size hayırlar versin. Kurtlarla koyunları bir arada görüyorum.” dedi. Habîb-i Râî hazretleri; “Koyunları güden Hak’la berâberdir de onun için böyledir.” buyurdu.
Pekçok yüksek halleri ve kerâmetleri görülmüş olan ve Allahü teâlânın rızâsını kazanmak için çırpınan Habîb-i Râî hazretleri 748 (H.130) senesinde vefât etti.Halîfe Mervân bin Muhammed bin Mervân el-Hakem devrinde Bağdât’ta defnedildi. Kabri, sevenleri tarafından ziyâret edilmektedir.
KERÂMET VE MENKÎBELERİ
ASLANIN KILAVUZLUĞU
Habîb-i Râî hazretleri, Süfyân-ı Sevrî ile birlikte hacca gitmek üzere yola çıkmıştı. Yanlarında rehberleri olmadığı gibi, içecek suları da yoktu. Yolculuk esnâsında bir akşam vakti, yorgun ve açtılar. Yiyecek bir şeyler araştırıyorlardı. Âniden bir arslan karşılarına çıktı. Arslan yavaşça gelip önlerinde durdu. Habîb-i Râî’ye doğru başını çevirip gelmesi için işâret etti. Habîb-i Râî ve yanındakiler arslanı tâkip ederek bir mağaraya ulaştılar. Arslan tekrar işâret ederek bir tarafa doğru yürüdü. Onun gittiği yere giden Habîb-i Râî ve arkadaşları mağara içinde temiz bir su kaynağı ile, yeterli mikdârda ekmek buldular. Ekmeği yiyerek açlıklarını giderdiler ve kaynaktaki sudan doya doya içtiler.
KAYNAKLAR
1) Lemezât; c.2, s.201
2) Şevâhidün NübüvveTercümesi; s.281
3) Eshâb-ı Kirâm; (6. Baskı) s. 323