Irak Bağdat Şehrin de Yaşamış İslam Alimleri

featured
Paylaş

Bu Yazıyı Paylaş

veya linki kopyala

TÂC-ÜL-ÂRİFÎN (Ebü’l-Vefâ)
Evliyânın büyüklerinden olup seyyiddir. Künyesi Ebü’l-Vefâ, ismi Muhammed, lakabı Tâc-ül-Ârifîn’dir. Kakis diye de anılır. Seyyid Ebü’l-Vefâ 1026 (H.417) senesi Receb ayının on ikinci günü Irak’ın Kusende denilen mevkiinde dünyâya geldi. Seyyid Ebü’l-Vefâ, kerâmet ve hârikada asrının reîsiydi. Zamânın birçok âlimleri ondan istifâde etti ve feyz aldı. Binlerce talebesi vardı. 1107 (H.501) senesi Rebî’ülâhir ayının yirminci günü, seksen dört yaşında iken Bağdat’ta vefât etti. Cenâzesini Adiyy binMüsâfir yıkadı, kefenledi ve defnetti.

Seyyid Ebü’l-Vefâ hazretlerinin babasının ismi, Seyyid Muhammed Arîzî olup, zamânının büyük velîlerinden idi. Yaşadığı beldenin hâkimi, seyyidlere çok eziyet vermeye başlayınca, orayı terk ederek Benî-Nercis kabîlesinin yaşadığı köye yerleşti. Bu kabîlede yaşayanlar, dînî yönden çok zayıf idiler. Seyyid Muhammed Arîzî, akşam, yatsı ve sabah ezânlarını okuyarak, namaz kıldı. Ezân sesini duyan oradaki halkın, cenâb-ı Hakk’ın izniyle, kalbleri yumuşadı ve hepsi namaz kılmaya başladı. Oranın halkı Seyyid Muhammed Arîzî hazretlerini göndermeyerek, beldelerinde yerleşmesini sağladılar. Benî-Nercis kabîlesinin reîsi Ömer bin Şirküve bin Ebî Ammâr Nercî’nin Fâtıma isimli bir kızı vardı. Künyesi Ümmü Gülsüm idi. Seyyid Muhammed Arîzî bununla evlendi.

Bir süre sonra Seyyid Muhammed Arîzî hastalandı. Bu hastalığının ölüm hastalığı olduğunu anladı. Bulunduğu beldenin halkını çağırarak onlara; “Doğru yoldan ayrılmayın. Size gösterdiğim yol üzere olun ve bu yolda ilerleyin.” diye vasiyette bulundu. Hanımına ise;”Yâ hâtun! Erkek bir çocuk dünyâya getirsen gerek. Bu çocuk, büyüyünce yüce bir zât olur. Çok kerâmetleri görülür ve pekçok kimselere doğru yolu gösterir ve kerâmetlerinin bâzıları daha doğmadan görülür. Bunları bilesin ve bundan gâfil olmayasın.” diye vasiyet etti. Vefâtından sonra, o beldenin halkı oradan göç etti. Bu göç esnâsında, yolları bir bostan kenarından geçti.Kâfileden birkaç kişi, bostandan izinsiz kavun aldılar. Kesip kervandakilere dağıttılar. Bir parça da Seyyid Ebü’l-Vefâ’nın annesine verdiler. Annesi o kavunun sâhibinden izinsiz alındığından habersiz olduğu için verilen parçayı yedi. O kavun parçasını yedikten sonra, hemen karnında bir ağrı meydana geldi ve yediklerini çıkarmak için istifrâ etti. Bu durum kabîlenin ileri gelenlerine anlatılınca, SeyyidMuhammed Arîzî hazretlerinin söylemiş olduğu, doğum öncesi kerâmetlerinin görüldüğünü anladılar. Bir süre sonra kâfileyi eşkıyâlar bastı ve bütün eşyâlarını aldılar. Kâfiledekiler çâresiz, üzüntülü bir şekilde dururlarken, Allahü teâlânın izniyle, eşkıyâların karşısına arslanlar ve yırtıcı hayvanlar çıktı. Onlara saldırmaya başladı. Eşkıyâlar, canlarını kurtarmak için, aldıkları bütün eşyâları bırakıp kaçtılar. Kâfiledekiler, eşyâlarına eksiksiz kavuştular.

Ebü’l-Vefâ hazretleri, babasının vefâtından iki ay sonra dünyâya geldi. Dünyâya gelir gelmez, o beldede bir takım değişiklikler oldu. Ekinler gelişti, hayvanlar çoğaldı. Her yerde bolluk ve bereket kendini gösterdi. Hiç âfet görülmez oldu. Beldede herkes zengin oldu.

Ebü’l-Vefâ hazretleri, daha bebek iken oruç tutmaya başladı. Ramazan ayında, gündüzleri annesinin memesinden süt emmez, sâdece geceleri emerdi. Ne zaman Allahü teâlânın ismi zikredilse, başını oynatır, dilini hareket ettirirdi. Bebekliğinden îtibâren Allahü teâlâya ibâdet edenEbü’l-Vefâ hazretleri, bir gün annesiyle birlikte bir yere gitmek için yola çıktı. Yolda, doğmadan önce annesinin kavun yiyip, o kavunu çıkarmak mecburiyetinde kaldığı ve eşkıyâların baskınına uğradığı yere geldiler. Ebü’l-Vefâ annesine; “Ey ana! Burasının neresi olduğunu hatırladın mı?” diye sordu. Annesi; “Ey oğul, burasının neresi olduğunu hatırlamadım.” diye cevap verdi. Bunun üzerine Ebü’l-Vefâ, o günkü hâdiseleri anlatmaya başladı: “Ey anne! Burası, babamın vefâtından sonra göç ederken konakladığınız ve kâfileden birkaç kişinin bostandan kavun çaldıkları yerdir. Kavun yerlerken, canın çekmiştir diye sana da vermişlerdi. Sen de bilmeden verilen kavunu yemiştin. O zaman bana hâmileydin. Ben karnında sana ızdırab vermiştim. Çünkü haram lokma yemiştin. Sonra size eşkıyâlar saldırdı. Üzerinizdeki elbiselere varıncaya kadar, her şeyinizi almışlardı. Siz, çok üzülmüştünüz. Bunun üzerine Allahü teâlâ meleklerine, aslan ve yırtıcı hayvan sûretine girerek eşkıyâların üzerine saldırmalarını emretti. Melekler de bu emri yerine getirerek, eşkıyâların üzerine saldırdılar. Eşkıyâlar bütün aldıklarını bırakarak kaçtılar. Siz de bütün malınıza ve eşyâlarınıza kavuştunuz. İşte o yer burasıdır.” Annesi bunun üzerine; “Ey oğul!Sen o zaman daha doğmamıştın. Bunları nereden biliyorsun?” diye sorunca, Ebü’l-Vefâ; “Bana Allahü teâlâ bildirdi anneciğim.” dedi. Sonra; “Bana Ramazân-ı şerîfte meme verdin. Ben ise memeyi ağzıma alıp emmezdim. Çünkü Hak teâlâ bana hidâyet nûruyla muâmele ederdi. Bunun için meme emmeye ihtiyâcım kalmazdı. O vakit, sen beni hasta sanıp üzülürdün. İftar vakti meme emdiğimi görüp, hasta değilmiş diye sevinirdin.” deyince, annesi; “Ey oğul! Baban senin için “Çok kerâmetleri görülür.” derdi. Bunlar, o kerâmetlerden bâzılarıdır.” dedi. Ebü’l-Vefâ hazretleri; “Ey ana! Doğru söylüyorsun.” dedi.

Kendisine Ebü’l-Vefâ denilmesinin sebebi şöyle anlatılır: Ebü’l-Vefâ daha on yaşında iken, Şenbekî hazretleri onun vasıflarını işitip, görmek istedi. Seyyid Ebü’l-Vefâ hazretleri çoğunlukla tenhâ yerlere gider, buralarda Allahü teâlâya ibâdet ederdi. Şenbekî hazretleri, sık ağaçların bulunduğu ormanlık bir yerde onu ibâdet ederken buldu. Yanında, bir köpekle arslan birbirleriyle oynuyorlardı. Şenbekî hazretleri Ebü’l-Vefâ’nın arkasından yanına vararak selâm verdi. Ebü’l-Vefâ hazretleri selâmı aldıktan sonraŞenbekî hazretleri; “Sana bir suâlim vardı. Şimdi iki oldu.” dedi. Ebü’l-Vefâ; “Buyur, kaç suâl sorarsan sor!” deyince,Şenbekî hazretleri; “Arslanla köpek yaradılış îtibâriyle birbirine düşmandır. Hâl böyle iken, nasıl oluyor da senin köpeğinle bu arslan oynuyor, bunun sebebi nedir?” diye sordu.Seyyid Ebü’l-Vefâ hazretleri; “Allahü teâlâ kudret ve inâyeti ile kalbimi temizlediğinden beri, köpeğimle bu arslan dost ve arkadaş oldu.” dedi.Şenbekî hazretleri; “İkinci suâlim ise, herkesin bir derecesi vardır. Sana selâm verdim. Selâmımı iâde ederken niçin ayağa kalkıp, bana doğru dönüp de selâmımı iâde etmedin?” diye sorunca, Ebü’l-Vefâ hazretleri; “Yâ Şenbekî! Bu hususta Allahü teâlâ meâlen şöyle buyuruyor: “Evlere kapılarından gelin ve Allahtan korkun ki, kurtulasınız.” (Bekara sûresi: 189). Eğer sen karşımdan gelseydin, senin selâmını iâde ederken ayağa kalkardım. Fakat sen, âdet olanın aksini yaparak arkamdan geldin. Ben de senin bu hareketinin karşılığında, ayağa kalkmadan selâmını aldım.” diye cevap verdi.

Daha sonra Ebü’l-Vefâ hazretlerinin evine berâber gelip, bir süre sohbet ettiler. Sonra Şenbekî hazretleri; “Ey Muhammed! Sende nihâyetsiz bir nur müşâhede ettim ve başının üzerinde Hak teâlânın nûrundan bir alem gördüm ki, kıyâmete kadar senin evlâdının kerâmetleri zâhir olup, dillerde söylense gerektir. Sana bu müjdeyi vermeye ve talebeliğime dâvete geldim.” dedi. Ebü’l-Vefâ hazretleri de; “Annemden izin alıp öyle geleyim.” dedi. Bir süre sonra annesinden izin alarak, Şenbekî hazretlerinin yanına gitmek için yola çıktı. Yolda, bütün hayvanlar ona selâm verirdi. Huzûruna vardığında Şenbekî hazretleri; “Merhabâ Ebü’l-Vefâ’ya! Ahdine vefâ eyledi, sözünde durdu.” dedi. Bunun üzerine ona, Ebü’l-Vefâ künyesi verildi.

Tâc-ül-Ârifîn lakabının verilmesi ise şöyle anlatılır: Seyyid Ebü’l-Vefâ hazretleri ile hocası, bir gün inzivâya çekildiler. Üç gün kimse ile görüşmeden sohbet ettiler. Dördüncü gün hocası ona, “Yâ Ebü’l-Vefâ! Her yıl bu gece, bütün ricâl-i gayb ehli, falan yerdeki sahrada hazır bulunurlar. Orada Peygamber efendimiz de onlarla berâber bulunur. Şâyet o gecenin mânevî feyzinden nasîbini almak istersen, bu gece orada hazır bulunalım.” dedi. Seyyid Ebü’l-Vefâ bu teklifi kabûl etti. Gece vakti olunca, hocası ve Seyyid Ebü’l-Vefâ o sahraya çıktılar. Orada birçok evliyânın ibâdet ettiklerini, niyazda bulunduklarını gördüler. Onlar da bu grubun içine girerek ibâdetle meşgûl olmaya başladılar.

Bu esnâda gök gürültüsünü andıran bir ses duyuldu. Ondan sonra nurdan bir taç zâhir oldu. Onun ışığı her tarafı aydınlattı. O nurdan taç, Allah dostu velîlere doğru geldi. Orada bulunanlar ona ellerini uzattılar ise de ona erişemediler. Nurdan taç, en sonunda Ebü’l-Vefâ hazretlerinin mübârek başına indi. Hocası bunun üzerine; “Cenâb-ı Hak’tan gelen bu taç sana mübârek olsun, yâ Tâc-ül-Ârifîn!” dedi. Orada bulunanlar da Ebü’l-Vefâ’ya, Tâc-ül-Ârifîn dediler. Tâc-ül-Ârifîn ismini alan ilk zât Ebü’l-Vefâ hazretleridir.

Derecesi günden güne artan Tâc-ül-Ârifîn Ebü’l-Vefâ hazretleri, yetiştiği çevrede Arapça konuşulmadığı için, Arapçayı bilmiyordu. Bir gece rüyâsında Peygamber efendimiz, mübârek parmağını kendi ağzına götürüp, mübârek tükürüğüne bulaştırarak, Ebü’l-Vefâ’nın ağzına sürdü. Sabahleyin kalktığında, o kadar güzel Arapça konuşmaya başladı ki, Arabistan’da doğup büyüyen ve güzel konuşan kimseler onun kadar fasîh ve belîğ konuşamazlardı.

Ebü’l-Vefâ hazretleri, hocasının emri ile Buhârâ’ya gitti. Orada zâhirî ilimleri tahsil etti. Sonra Buhârâ’dan tekrar hocasıŞenbekî hazretlerinin yanına döndü. Hocası, Ebü’l-Vefâ’ya çok izzet ve ikrâmda bulundu. Orada bulunanlar bu duruma çok şaşırdılar. Bunun üzerineŞenbekî hazretleri,Ebü’l-Vefâ’nın üstünlüklerini orada bulunanlara anlattı. Hocası, Ebü’l-Vefâ için ırmak kenarında büyük bir ziyâfet verdi. Ziyâfette Ebü’l-Vefâ hazretlerini tanımayan birçok kimse bulunuyordu. Ziyâfette birçok ilmî konuşmalar yapıldı. Bu arada Şenbekî hazretleri; “Allahü teâlânın kulları arasında öyleleri vardır ki, hırkasını suya atsa suya batmaz ve su onu götürmez.” dedi ve hırkasını suyun üzerine bıraktı. Hırka suda hiç batmadı ve olduğu yerden de bir yere gitmedi. Sonra Şenbekî hazretleri kalkıp, o hırkanın üzerinde iki rekat namaz kıldı. Allahü teâlânın izniyle, hırka hiç ıslanmamıştı. Namazdan sonra hırkasını alıp silkeledi. Hırkadan toz döküldü. Bunun üzerine Tâc-ül-Ârifîn Ebü’l-Vefâ hırkayı aldı. Şenbekî hazretleri, talebesi Ebü’l-Vefâ’nın, kendisinden daha büyük kerâmet göstereceğini biliyordu.Ebü’l-Vefâ’nın boşluğa bıraktığı hırka, havada durmaya başladı. Ebü’l-Vefâ hırkanın üzerine çıkıp, iki rekat namaz kıldı. Ebü’l-Vefâ hazretlerinin üzerinde namaz kıldığı bu hırkanın, yerden yüz arşın (50 m) yükseklikte olduğu rivâyet edilir. Bu kerâmet, Tâc-ül-Ârifîn Ebü’l-Vefâ hazretleri hakkında sû-i zanda bulunanları tövbe ettirdi. Hocası oradakilere; “Her mürîdin saâdeti şeyhindendir. Fakat benim saâdetim, talebem Ebü’l-Vefâ’dandır.” buyurdu. Ebü’l-Vefâ, hocasıyla birlikte üç gün üç gece sohbet ettikten sonra, üçüncü yolculuğuna çıktı. Bu yolculuğu on iki yıl sürdü.

Üçüncü seyahatinin sonunda, Allahü teâlânın kudretiyle yolu, Kisrine adıyla bilinen bir köye düştü. O köyde Şeyh Acemî adında velî bir zât vardı. Kerâmet sâhibi olan bu zâta, o beldenin halkı büyük bir zevk ile hizmet ederdi. Şeyh Acemî, o köye gelen misâfiri yemek yemeden göndermezdi. Ebü’l-Vefâ hazretleri, bu zâtın evinin yanındaki mescide namaz kılmak için girdiğinde, cemâat namaza durmuştu. O da namaza durdu. Namaz bittikten sonra Ebü’l-Vefâ hazretleri gitmek isteyince,Acemî hazretleri; “Sizi dâvet ediyorum. Fakirhâneye buyurun, yemek yiyelim. Dâvete icâbet etmek sünnettir.” dedi. Bunun üzerine Tâc-ül-Ârifîn Ebü’l-Vefâ dâveti kabûl etti ve Acemî hazretlerinin evine gittiler. Birlikte yemek yiyip, sohbet ettiler. Aralarında yakınlık hâsıl oldu ve arkadaş oldular. Acemî hazretlerinin ısrârı üzerine, SeyyidEbü’l-Vefâ üç gün üç gece orada kaldı. Dördüncü gün Acemî hazretleri köyün bütün halkına, SeyyidTâc-ül-Ârifîn’in gitmek istediğini anlattı. Bunun üzerine halk, Ebü’l-Vefâ hazretlerine; “Sizden burada yerleşip kalmanızı istirhâm ediyoruz. Buradaki müslüman halk, sizden istifâde etsin. Sâyenizde birçok kimse hidâyete kavuşsun.” diye ısrâr ettiler. Seyyid Ebü’l-Vefâ hazretleri; “İstihâreye yatayım. Allahü teâlâ ne buyurursa ona göre hareket ederim.” dedi. Bu sırada Acemî hazretleri bu sözü yerinde bularak; “Yâ Seyyid! Bir arzum daha var. Bu fakîrin kızını almak için de istihâreye yat. Bakalım ne buyrulacak.” dedi. Ertesi gün Ebü’l-Vefâ; “Bana, ceddim hazret-i Ali’nin kabrine senin ile berâber gitmem ve o ne buyurursa ona göre hareket etmem emir buyruldu.” dedi. Bunun üzerine Acemî hazretleri ile Ebü’l-Vefâ hazretleri birlikte mezarlığa gittiler. Burası hazret-i Ali’nin esas kabr-i şerîfi değildi. O gece orada uyudular. Ebü’l-Vefâ hazretleri rüyâsında atası hazret-i Ali’yi gördü. Hazret-i Ali, ona orada kalıp Acemî’nin kızını almasına izin verdi. Ebü’l-Vefâ, sabah oluncaAcemî hazretlerine durumu anlattı. Bu duruma çok sevindi ve büyük bir âlim, halk ve sâlihler topluluğu önünde kızını ona nikâhladı. Bu hâtunun ismi Huseynâ olup, gâyet güzel, zâhide ve âbide idi. Hanımı, Ebü’l-Vefâ hazretlerinin hizmetini görmekle ve ibâdetle meşgûl olurdu.

Sonra Tâc-ül-Ârifîn Ebü’l-Vefâ hazretleri, Kalmine’ye geldi ve orada yerleşti. Burada halka hakîkî müslümanlığı anlatmaya ve talebe yetiştirmeye başladı. Ebü’l-Vefâ hazretlerinin talebeleri çok idi. Bunlardan yüksek derecelere ulaşanlardan bâzıları şunlardır: Ali ibni Heytî, Bekâ ibni Batû, Mâcid-i Kürdî, Ahmed-i Baklî, Ramazân-ı Mecnûn, MuhammedMısrî, Muhammed Kemahî, Mahmûd Keyyâl, Şerafüddîn Ebü’l-Abbâs, Ali ibni Üstâd, Receb-i Vâsıtî, Ebû Bekr-i Bustî, Mukbil Hâdim, Ebü’l-İzz Kalânisî, Muhammed Türkmânî Hâmid-i Sûfî, Hüseyin-i Râî, Ali ibni Asfer, Şihâbüddîn ibni Akîl, Muhyiddîn-i Mendelcî, Ebû Bekr-i Zinharân, Abdurrahmân Düceylî, Osman Mi’berânî, Askeri-i Şevdî, Abdurrahmân Tafsuncî, Seyyid Matar.

Ebü’l-Vefâ, ilim öğretmekle meşgûl olduğu sırada, bir gece rüyâsında Peygamber efendimizi gördü. Rüyâsını şöyle anlatır: “Resûl-i ekrem, Eshâbı ile berâber oturuyordu.Ben Eshâbdan bir zâta; “Bu topluluk nedir?” diye sordum. O zât da; “Seyyid Ebü’l-Vefâ’ya, Allahü teâlâ yedi yâren verdi. Bu topluluğun gâyesi, onları tâyin etmektir.” dedi. Ben bunu duyunca, bir köşede edeble oturdum. O tâyin olacak kimseleri görmek için beklemeye başladım. Resûl-i ekrem; İmâm-ı Hasan, İmâm-ı Hüseyin veİmâm-ı Zeynel Âbidîn’e;”Gidin, Tâc-ül-Ârifîn’in akrabâsındanSeyyid Matar, Seyyid Kâzım, Seyyid Muhammed, Seyyid Ali ibni Kamîs, Abdurrahmân Tafsuncî, Ali ibni Haytî, Seyyid Askeri-i Şevdî adlı yedi kimseyi alıp getirin.” buyurdu. Onları alıp, Peygamber efendimizin huzûruna getirdiler. Ben bu zâtları görünce çok sevindim. Peygamber efendimiz; “Yâ Hasan, yâ Hüseyin, yâ Zeynel Âbidîn! Gidiniz, oğlunuz Ebü’l-Vefâ’yı getirin.” buyurdu. Bu emir üzerine onlar gelip, beniPeygamber efendimizin huzûruna götürdüler. Ben selâm verip, Peygamberimizin mübârek elini öptüm. Peygamber efendimiz bana; “Merhabâ yâ Ebü’l-Vefâ! Allahü teâlâ sana hem dünyâda hem âhirette yâren olarak bu yedi kişiyi verdi.” buyurdu.Ben; “Yâ Resûlallah, bunların derecesi nedir?” diye suâl edince; “Yâ Ebü’l-Vefâ! Senin yârenin olan bu yedi kişi dünyâ ve âhirette saîd kimselerdir. Bunların nesli kıyâmete kadar kesilmeyip, bütün dünyâya yayılsa gerektir.” buyurdu. Sonra o zâtlara dönerek; “Birer ellerinizi Seyyid Ebü’l-Vefâ’nın sırtına, birer ellerinizi de benim elimin altına koyup bîat ediniz, ona yâren olunuz.” diye emir buyurunca bu emri yerine getirdiler.

Peygamber efendimiz, Ebü’l-Vefâ’ya dönerek; “Yâ Ebü’l-Vefâ! Sana yedi yâren verdik. Kim bunlara ihlâs ve sıdk ile riyâsız muhabbet besler ve mürîd olursa, kıyâmet gününde benim bayrağım altında haşrolunur. Benim evlâdım olan seyyidlere kim hürmet ederse, aynen bana hürmet etmiş olur. Bana hürmet eden, Allahü teâlâya hürmet etmiştir. Allahü teâlâya hürmet eden, Cennet’i kazanmıştır. Benim evlâdıma kim hürmet etmezse, bana hürmet etmemiş olur. Bana hürmet etmeyen, Allahü teâlâya hürmet etmemiştir. Allahü teâlâya hürmet etmeyenin yeri ise Cehennem’dir.

Ey Ebü’l-Vefâ! Sana ve yârenlerine vasiyetim olsun. Kıyâmete kadar kimseyle kavga ve anlaşmazlık çıkarmayın. Çünkü kavga ve anlaşmazlık karışan silsilenin nesli helâka uğrar. Ey Ebü’l-Vefâ! Benim sünnetimi yerine getirip bu yedi yârenin eteğine yapışan saâdete ulaşır. Bunlardan uzaklaşan, benden uzaklaşmış olur.” buyurdu. Ben bu ahde sâdık kalacağımı söyledim ve bu yedi zâtı da cân u gönülden yârenliğe kabûl ettim. Peygamber efendimiz duâ ettiler. Kapı çalınmasıyla uyandım.”

Hanıma, “Git, bak kim gelmiş?” dedim. Hanım kapıyı açınca, o yedi zâtı gördü ve bana; “Yedi kişi geldi, seni soruyorlar.” dedi. Onları içeri dâvet ederek, yemek yedirdim ve; “Gelmenizin sebebi nedir?” diye sordum. Onlar da; “Rüyâmızda Peygamber efendimizi gördük. BizeTâc-ül-Ârifîn Seyyid Ebü’l-Vefâ sizin zâhiren ve bâtınen atanız oldu. Ona gidin, buyurdu.” dediler. Ben de onlara gördüğüm rüyâyı anlattım. Onlar zâhiren de bana bîat ettiler.

Tâc-ül-Ârifîn Seyyid Ebü’l-Vefâ’yı, halka hizmet edip gâfilleri doğru yola sokmak için devamlı çalışır gören Ehl-i sünnet düşmanları, onu çekemediler. Halîfe Kâim Biemrillah’a; “Zeynel Âbidîn oğullarından bir kimse vardır. Ona büyük bir halk topluluğu tâbi oldu. Hilâfet benim hakkımdır diye iddiâda bulunuyormuş. Şimdiden çâresine bakılmazsa, ileride büyük fitne olur.” diye Ebü’l-Vefâ hazretlerine iftirâ ederek şikâyette bulundular. Bu şikâyet üzerine halîfe hayli tasalanıp, şüpheye düştü. Ebü’l-Vefâ hazretlerinin nasıl bir zât olduğunu merak ederek, onu çağırmak için adam gönderdi.

Gönderdiği kimseler, Tâc-ül-Ârifîn’in yanına gelip; “Halîfe hazretleri sizi istiyor.” dediler. O da; “Dâvete icâbet etmek lâzımdır.” deyip, halîfenin yanına gitmeye niyet etti. Bunu duyan halk; “Sizinle biz de gelelim.” dediler. Seyyid Ebü’l-Vefâ hazretleri onları bundan men etti ise de, Dicle kenarına vardığında, arkasında büyük bir halk kalabalığı vardı. Bunları geri döndüremedi. Bu kalabalık için, bâzı kimseler on bin kişi, bâzıları da daha fazla idi, dediler.

Kıyıda bekleyen gemiciler, Ebü’l-Vefâ hazretlerinin arkasında o kalabalığı görünce; “Halîfenin huzûruna bu kadar adam götürmek doğru olmaz.” diyerek, gemilerine binip oradan uzaklaştılar. Sâdece Osman Mi’berânî adındaki bir gemici, Ebü’l-Vefâ nasıl bir zâttır? Dedikleri gibi kerâmet ehli midir?” diye merak ederek ve bunları öğrenmek için orada kaldı. Seyyid Ebü’l-Vefâ hazretlerinin yanına gelerek; “Yâ Seyyid, gemi şimdi ücrete tâbidir. Karşıya geçebilmen için ücret vermen gerekir.” dedi. Ebü’l-Vefâ da hizmetçisine; “Hazırda ne varsa ver.” buyurdu. O da, hazırda olan yüz elli dînârı Osman Mi’berânî’nin önüne koydu. O zaman o; “Ben böyle bir ücret istemiyorum.” deyince, Tâc-ül-Ârifîn; “Nasıl bir ücret istiyorsun?” diye sordu. Osman Mi’berânî de; “Yarın kıyâmet gününde, Sırat köprüsünü geçmeme kefil olmanı ve açık bir delîl göstermeni isterim.” dedi. Bunun üzerine Tâc-ül-Ârifin murâkabeye daldı. Sonra da Osman Mi’berânî’ye dönüp; “Allahü teâlânın isminde ibret vardır. Sırat’ı geçersin inşâallah!” dedi. Osman; “Yâ Seyyid, buna açık bir delîl istiyorum.” dedi. Bunun üzerine Seyyid Ebü’l-Vefâ, Allahü teâlâya duâ etti. O anda Osman’a bir hâl oldu ve kendini kaybetti. Bir süre sonra tekrar kendine geldi. Daha sonra Tâc-ül-Ârifîn ve yanındaki büyük âlimler gemiye binerek, halk ise, kimi suyun üzerinden yürüyerek, kimi bir adımda karşıya geçtiler.

Bâzı kimseler ve oğlu, Osman Mi’berânî’ye; “Kendini kaybettiğin zaman ne gördün?” diye sordular. O da; “Kıyâmetin koptuğunu gördüm. Halk mahşer yerine toplanmış, kimi sevinçli kimi üzüntülüydü. Sırat köprüsü kurulmuştu. İnsanlarSırat’tan geçmeye başladılar. Fakat pek az kimse Sırat’ı geçebildi. Çoğu Sırat köprüsünden yuvarlanarak, Cehennem’e düştü. Ben bu durumu görünce, içimde bir korku hâsıl oldu. O anda yanıma Ebü’l-Vefâ hazretleri geldi. Elimi tutup beni Sırat köprüsünün yanına götürdü. Besmele çekti ve; “Durma geç!” dedi. Tâc-ül-Ârifîn’in bu sözlerinden sonra, “Tâc-ül-Ârifîn Ebü’l-Vefâ hürmetine, OsmanMi’berânî ve onun zürriyeti geçsin.” diye bir nidâ işittim. Bunun üzerine ben, Besmele çekerek, Sırat köprüsüne ayak bastım ve yıldırım gibi geçtim. Arkama baktığım zaman, bir grup insanın arkamdan geldiğini gördüm. “Bunlar senin zürriyetindir.” diye bir nidâ duydum” diye anlattı.

Tâc-ül-Ârifîn Bağdat’a yaklaştığı zaman, bütün halk onu karşılamaya geldi. Büyük bir hürmetle şehrin kapısından içeri aldılar. Ebü’l-Vefâ hazretleri câmiye girdi. Câmiye o kadar çok insan geldi ki, iğne atsan yere düşmezdi. Tâc-ül-Ârifîn mimbere çıkıp, halka vâz ve nasîhatta bulundu ve hakîkatleri açıkladı. Daha sonra, halkı geçmiş günahları için tövbe etmeye dâvet etti. Allahü teâlânın inâyetiyle, halkın kapalı olan göz ve kalbleri açıldı. Çok kimseler Ebü’l-Vefâ hazretlerinin huzûrunda tövbe etti. Yatsı namazına kadar, halkın huzûruna gelip tövbe etmesi sürdü. Yatsı namazından sonra Ebü’l-Vefâ hazretleri hizmetçisine; “Halka söyleyin, kalabalık yapmasınlar, evlerine gitsinler.” dedi. Bunun üzerine halkın büyük çoğunluğu evlerine gitti ise de, bir kısmı kalıp ibâdetle meşgûl oldu. Bu durum halîfeye bildirildi. Halîfe kıyâfet değiştirerek, Tâc-ül-Ârifîn’in bulunduğu câmiye geldi. Onun nûra gark olmuş bir hâlde oturmakta olduğunu, yanındaki zâtların Allahü teâlâya ibâdet ettiklerini, kendilerini ilâhî bir rûhâniyetin nûrunun sardığını gördü. Halîfenin yanındaŞâfiî mezhebi fıkıh âlimi Saîd ibni Ebî Nasr da bulunuyordu. Halîfe ona; “Ben bu Seyyid Ebü’l-Vefâ’yı imtihân etmek istiyorum, sen ne dersin?” diye sordu.Saîd ibni Ebî Nasr ise; “İmtihan etmeye gerek yoktur. Zîrâ hak üzere oldukları gün gibi açıktır.” dedi. Halîfe onun sözünü hiç kâle almadı. O Seyyid Ebü’l-Vefâ hazretlerini imtihan etmek ve böylece kalbini tatmin etmek istiyordu. Câmiden ayrılarak sokakları ve kalabalık yerleri dolaşmaya başladı. Bir yerde kadınlar toplanmış, Allahü teâlâya ibâdetle meşgûl idi. Halîfe bunların arasına girip bir kadının eline yapışıp sıktı. Kadın, tebdîl-i kıyâfetle dolaşan halîfeyi tanıyarak; “Yâ halîfe! Benden uzak dur. Ben Allahü teâlâya ibâdetle meşgûlüm.” dedi. Halîfe bu duruma çok şaşırdı. Biraz ileride gördüğü bir kızın elini tutup sıktı. O kız da halîfeyi tanıyarak; “Ey halîfe! Utanmıyor ve Allahü teâlâdan korkmuyor musun? Şâyet biraz önce elini tutup sıktığınız benim kızkardeşim olmasaydı, seni bağırarak rezîl rüsvây ederdim. Yanımdan git. Şimdi biz Allahü teâlâdan başkasıyla meşgûl değiliz.” dedi. Halîfe utanılacak bir duruma düştü. Saîd ibniEbî Nasr; “Yâ emîr-ül-müminîn! Ben size denemeye lüzum yok dememiş miydim. Zîrâ onun nûru buradaki bütün halka sirâyet etmiş. Bu zâtın velî olduğu mâlûmunuzdur. Fakat ille de tecrübe etmek istiyorsanız, ulemâdan ve fukahâdan yüce kimselerin hazır bulunduğu bir meclisde Tâc-ül-Ârifîn’e çözülmesi zor konularla ilgili sorular sorulsun. Eğer o âlimler, Ebü’l-Vefâ’yı sorulara cevap veremez hâle getirirlerse, Tâc-ül-Ârifîn dâvâsında yalan söylüyordur. Fakat sorulan sorulara cevap verirse, onun arkasını bırakmaktan başka çâre yoktur.” dedi.

Bu teklif, halîfenin hoşuna gitmedi. Güvendiği hizmetçilerinden biri olan Muhammed Kâdirî’ye yedi parça hamur tulumu vererek Ebü’l-Vefâ hazretlerine gönderdi. Ve hizmetçisine; “Bunları al, Ebü’l-Vefâ’ya götür. Ona selâmımı söyle. Halîfe size, erkeklerle kadınların bir arada meclis kurmasını ve bu gönderdiklerimi yemelerini, çünkü onun bulunduğu meclise böylesi gerekir diyesin.” dedi.

Muhammed Kâdirî, o yedi parça hamur tulumunu alıp, Seyyid Ebü’l-Vefâ hazretlerinin huzûruna gitti. Fakat korkusundan halîfenin söylediklerini ona söyleyemedi. Halîfeye de gidip; “Emriniz üzereSeyyid Ebü’l-Vefâ’nın huzûruna gittim. Fakat söylediklerinizi korkumdan söyleyemedim.” diyemezdi. Tâc-ül-Ârifîn hazretlerine, Allahü teâlânın izniyle bu durum mâlûm oldu. Muhammed Kâdirî’yi yanına çağırıp ona; “Yâ Muhammed Kâdirî! O tulumların içinde yağ ve baldan başka bir şey yok. Bu yağ ve balları, halîfe dervişlere gönderdi diyesin.” dedi. Sonra içeriye seslenerek, “Ey dervişler, tabaklarınızı getirin. Halîfe sizlere yağ ve bal göndermiş.” dedi.Dervişler tabaklarını alıp getirince, Ebü’l-Vefâ hazretleri; “Ey MuhammedKâdirî! Bunları eşit şekilde dağıt!” diye emir buyurdu.MuhammedKâdirî tulumlardan birini açınca, içinde bembeyaz bal olduğunu gördü. Bal çok temiz ve güzeldi. Allahü teâlânın kudreti, Ebü’l-Vefâ hazretlerinin himmetiyle, tulumun içindeki hamur, bembeyaz bir bal olmuştu. Dervişlere bu balı taksim etti. Daha sonra tulumlardan birini daha açınca, içindekinin yağ olduğunu gördü. Bunu da dervişlere dağıttı. Dervişlerin tabakları yağ ve bal ile doldu. Balın güzel kokusu hiç unutulmadı.

Tâc-ül-Ârifîn, bir kabın içinin bir tarafına ateş, bir tarafına pamuk, bunların ortasına da kar koyarak, Muhammed Kâdirî ile halîfeye gönderdi. Ebü’l-Vefâ hazretleri bununla halîfeye; “İşte erkeklerin şehveti ateş, kadınların ki ise pamuk gibidir. Ateşle pamuk bir arada durmaz. Bu kabda karın, ateşin pamuğu yakmasına mâni olduğu gibi, araya bir velînin himmeti girerse, ateşin pamuğu yakmasına mâni olur.” demek istedi. Halîfe kabı açıp içindekileri görünce, Seyyid Ebü’l-Vefâ hazretlerinin ne demek istediğini çok iyi anladı.Kabın içindekileri boşalttırarak, içine yılan yavrusu koydurdu ve Muhammed Kâdirî’ye; “Bu kabı alıp Ebü’l-Vefâ’ya götür. İçinde ne olduğunu kimseye söyleme!” dedi. MuhammedKâdirî o kabı alıp, Ebü’l-Vefâ hazretlerinin huzûruna getirip önüne koydu. Seyyid Ebü’l-Vefâ o zaman; “Ey Muhammed Kâdirî! O mahcûb halîfeden getirdiğin kab nedir? O hiç utanmaz mı?” dedi. Muhammed Kâdirî; “Yâ Seyyid! Halîfe bunun içinde olanı söylemememi ve senin keşif yoluyla bilmeni istedi.” dedi. O zaman Seyyid Ebü’l-Vefâ; “Halîfeniz evliyâyı böyle âdî bir şeyle mi imtihan eder? Bu çok çirkin bir harekettir.” buyurdu. Küçük bir çocuk olan kardeşinin oğlu Seyyid Matar’a dönerek; “Yâ Matar! Bu kabın içinde ne olduğunu keşif yoluyla bunlara söyle!” buyurdu. O da; “Yâ Seyyid! Bütün makamları, yerleri keşif yoluyla inceledim. Bir yılan yavrusunu, annesinin yanında göremedim. Meğer o yavru tutulup, bu kaba konmuş. Bu kabın içindeki yılan yavrusudur!” dedi. Muhammed Kâdirî bunları duyunca kendini kaybetti. Bir süre sonra kendine gelince, üzerinde bulunan değerli elbiseleri çıkararak, yamalı ve ucuz bir elbise giydi. Varını yoğunu fakirlere dağıttı. Seyyid Ebü’l-Vefâ hazretlerinin eline yapışarak, cân-u gönülden ihlâs ile tövbe etti ve Ebü’l-Vefâ hazretlerinin talebesi olmak istedi. Bu isteği Seyyid hazretleri tarafından kabûl edildi.

Halîfe bunları duyunca, çok huzursuz oldu. Sebebi ise, en yakın adamı olanMuhammed Kâdirî’nin SeyyidEbü’l-Vefâ hazretlerine talebe olması ve diğer yakınlarının da o zâta talebe olacağından, makâmının elden çıkacağından korkması idi. Hâlbuki, Tâc-ül-Ârifîn hazretlerinin nazarında, onun makâmının hiç önemi yoktu.Halîfe hâlâ tereddüd içinde idi. Seyyid Ebü’l-Vefâ hazretlerini bir daha imtihan etmek istedi.Bunun için helâl yoldan kazanılmış yüz dînârın içine, haram yoldan kazanılmış on dînâr koydu. O on dînârın üzerine, kendisinin anlıyabileceği bir işâret koydu. Bunların hepsini bir kese içine koyarak, adamlarından birine verdi ve; “Bunları Ebü’l-Vefâ’ya götür, talebelerine dağıtsın!” dedi. Gönderdiği kimse, Ebü’l-Vefâ’nın huzûruna gelerek, halîfenin dediğini söyledi. Ebü’l-Vefâ hazretleri; “Keseyi çevir de mührü açılsın.” buyurdu. O kimse söylenileni yaptı ve kesenin içindekileri bir tabağa boşalttı. Seyyid Ebü’l-Vefâ; “Şunları ayır. Şunları da, şunları da.” diyerek, halîfenin karıştırdığı haram yoldan kazanılmış olan on dînârı birer birer ayırdı. Helâl yoldan kazanılmış olan yüz dînârı alıp kabûl etti. On dînârı da bir keseye koydurarak; “Bu dînârlar, fakirlere nafaka olarak harcanamaz. Götür kendisi harcasın.” diyerek, halîfeye geri gönderdi. Halîfe, on dînârı eline alınca, bunların işâretlediği, haram yoldan kazanılan dînârlar olduğunu gördü. O zaman anladı ki, Tâc-ül-Ârifîn Seyyid Ebü’l-Vefâ hazretleri, Allahü teâlânın velî kullarındandır.

MuhammedKâdirî, Ebü’l-Vefâ’ya talebe olunca, kendisine Ebü’l-Vefâ hazretleri; “Sana, halîfenin karşısında iftihâr edebileceğin ve onun seni o vaziyette görüp niyetini düzeltebileceği bir vazife vereyim.” dedi ve onu talebelerin helâsını silip süpürmek ve temizliği ile uğraşmak işiyle vazifelendirdi. Muhammed Kâdirî bu vazifeyi kabûl edip, ihlâs ve gönül rızâsıyla, seve seve talebelerin helâsını temizlemeye başladı. Halîfenin yanında ve onun yakın adamlarından olmayı, Ebü’l-Vefâ hazretlerinin yanında bulunarak, dervişlerin helâsının temizliğiyle uğraşmaya tercih ediyordu.

Bâzı kimseler halîfeye; “Senin en yakın adamın ve en iyi hizmetçin MuhammedKâdirî, Seyyid Ebü’l-Vefâ’nın en iyi itâat eden talebelerinden olmuş ve senin yanında olmayı ve sana hizmet etmeyi, talebelerin helâsını temizlemeye tercih ediyor. Senin adamlarını ayartıp, kendi hizmetinde tutan bu gibi kimseleri şehirde bulundurmanız doğru değildir. Eğer biraz daha burada kalırsa, bütün adamlarınızı ayartıp yanında çalıştıracak.” dediler. Böyle sapık kimselerin sözleri, halîfe üzerinde etkisini gösterdi. Ulemâyı toplayarak, onlarla meşveret etti ve onlara; “Nasıl hareket edelim.” diye sordu. Âlimler sükût edip bâzıları cevap vermediler. Sonra bâzıları; “Şehirden uzaklaştıralım” dediler. Bâzıları da; “Câmilerde, minberlerde vâz ve nasîhat etmesine ve halkın tövbe etmesi için meclisler tertip etmesine müsâade etmeyiniz.” dediler. İbn-i Akîl ise; “Yâ Emîr-ül-müminîn! Ulemâ toplansın. Bunların herbiri, ayrı ayrı gâyet güç suâller hazırlayıp ona sorsunlar. O suâlleri cevaplandırırsa, ne âlâ. Yok bu suâlleri cevaplandırmaktan âciz ise, gerisini siz bilirsiniz.” dedi. İbn-i Akîl’in bu teklifi halîfenin hoşuna gitti ve; “Ne kadar âlim ve büyük fıkıh âlimi var ise toplansınlar. İçinden çıkılması zor olan ne kadar güç mesele ve suâl varsa sorsunlar. Eğer bu suâllere cevap verebilirse, onu kendi hâline bırakalım. Şâyet cevaplandıramazsa, kürsüsünü başına yıkıp şehirden sürelim.” dedi. SonraSeyyidEbü’l-Vefâ hazretlerine durumu bildirdiler. O da; “İmâm-ı Ahmed bin Hanbel hazretlerinin türbesinin batı tarafında, gömülü bir minber vardır. O minber demirdendir. O demir minberi halîfenin topladığı âlimlerin, bana suâl soracakları yere koysunlar. Sonra etrâfında ateş yakıp, kıpkırmızı oluncaya kadar kızdırsınlar. O minberin üzerine çıkıp, Allahü teâlânın izniyle, soracakları suâllerin hepsinin cevâbını veririm.” buyurdu.

Onun bu sözleri halîfeye iletildi.Halîfenin emri ile o yeri kazdılar. Ebü’l-Vefâ hazretlerinin dediği gibi o minberi buldular. Binbir güçlükle onu çıkarıp, geniş bir alana koydular. Etrâfına ve yanına çok büyük odunlar yığdılar. Sonra odunları ateşe verdiler. Ateş, üç gün üç gece yandı. Minber ateşin tesiriyle kıpkırmızı oldu. Bağdat halkı, o alanda toplandı. Halîfenin ve ulemânın oturacağı yerin yakınındaki ateşi temizlediler. Halîfe minbere yakın bir yere oturdu. Halkın birçoğu;”Kıpkırmızı olmuş demire, insanoğlunun yaklaşması hiç mümkün mü? Nerde kaldı üzerine çıkıp oturmak ve kendisine sorulan suâllere cevap vermek.” dediler. Halîfeye daha önce SeyyidEbü’l-Vefâ hazretlerini kötüleyenler de o alana geldiler. Ebü’l-Vefâ hazretlerinin, ateşten kızarmış minberin üzerinde yanmasını ve ona sorulacak suâllere cevap verememesini istiyorlardı. Suâl soracak âlimlerin sayısı kırk kadardı. Bunların onu Hanefî mezhebi, onu Şâfiî mezhebi, onu Mâlikî mezhebi, onu da Hanbelî mezhebi fıkıh âlimi idi. Dört mezhebde, o zamanda onlar kadar âlim kimse yoktu. Onlar gelip yerlerini aldıktan sonra, Seyyid Ebü’l-Vefâ hazretlerinin minbere çıkması istendi. Seyyid Ebü’l-Vefâ hazretleri, Besmele çekerek minbere çıktı. Peygamber efendimize salâtü selâm getirdikten sonra hutbe okudu. Ateşten kıpkırmızı olan demir minberin üzerinde, ayağını bile kıpırdatmadı. Bu hâldeki minber, vücûdunu zerre kadar incitmedi.

Bu hâli gören halîfe, âlimler ve halk çok şaşırdılar. Halîfenin, Seyyid Ebü’l-Vefâ hazretleri hakkındaki tutumu değişti. Hiç kimsenin onu inkâr edecek hâli kalmadı. Başta halîfe olmak üzere, oradaki herkes, Tâc-ül-Ârifîn’in Allahü teâlânın velî bir kulu olduğunu kabûl ve tasdîk etti. Esâsında bu durumu, Tâc-ül-Ârifîn’i sevmeyen ve ona düşman olanlar, onu halîfenin gözünden düşürmek için hazırlamışlardı.

Daha sonra Ebü’l-Vefâ hazretleri; “Kim suâl sormak ve münâzara etmek istiyorsa gelsin.” dedi. Fakat kalabalık meydandan, özellikle o kırk âlimden hiç kimse ona cevap vermedi. Sapıklar, âlimlere; “Biz sizi niye buraya getirdik? Hazırladığınız suâllerinizi sorsanıza.” dediklerinde, âlimler; “Vallahi biz, gerçekten cevâbı zor sorular hazırlamıştık. Fakat şimdi onların hiçbirini hatırlayamıyoruz. Bildiğimiz her şeyi unuttuk.” dediler. O âlimlerin arasından bir zât; “İslâm nedir?” diye sordu. Seyyid Ebü’l-Vefâ; “Hangi İslâmı soruyorsun. Senin İslâmından mı soruyorsun, yoksa benim İslâmımdan mı?” diye söyleyince o zat; “İslâm iki türlü müdür diyorsun?” dedi. Seyyid Ebü’l-Vefâ; “Evet iki türlüdür. Sizin İslâmınız, îmânınızın aynıdır. Sen; Allahü teâlâ birdir, eşi ve benzeri yoktur. Muhammed Mustafâ hak peygamber diye dilinle söyler, kalbinle buna inanırsın. Hak teâlânın ve Resûlünün emrini tutup onunla amel edersin. Ama bizim İslâm anlayışımız ve kabûl edişimiz bâzı değişiklikler arz eder. Şöyle ki: Biz, îmânın yanında, hiçbir zaman Allahü teâlâdan gâfil olmamak İslâmdır, deriz. Sizin orucunuz; Ramazân-ı şerîfte fecrin ağarmasından, güneş batıncaya kadar, yemeden-içmeden, cimâdan sakınmak ve akşam olunca da iftar etmektir. Bizim orucumuz ise; yiyeceklerden, giyeceklerden ve bütün kâinattan uzak durmaktır. Biz, dünyâ nîmetlerinden, sâdece ibâdet ve tâatte güç kazanmak için faydalanırız. Bizim için esas, bütün ahlâk bozucu şeylerden uzak durmaktır. Zekâta gelince; altından bu kadar, gümüşten şu kadar ve davardan şu kadar deyip, fıkıh kitaplarında beyan buyurulduğu gibi verirsiniz. Bizim zekâtımız; mevcud olan her şeyi, fazla fazla vermektir ve Allahü teâlânın indinde makbûl olan nesnelerle zenginlik hâsıl edip, bütün varlıklardan el çekmektir.

Seyyid Ebü’l-Vefâ hazretleri, sonra haccı ve diğer emirleri çok açık bir şekilde anlattı. Sonunda; “Bu anlattığım İslâma kim sâhiptir?” diye sorunca, hiç kimse cevap vermedi. Bunun üzerine Ebü’l-Vefâ hazretleri; “Ey Cemâat! Benim için çok şiddetli bir ateş kızdırdınız, ama Allahü teâlâ söndürdü. Bâzı zor suâller hazırlayarak, onların cevâbının verilmemesiyle beni âciz bırakmak istediniz. Fakat, Allahü teâlâ beni değil, sizi âciz bıraktı. Kendinizin fesâhat ve belâgatla konuşup suâl sormanızı, benim ise, fesâhat ve belâgattan uzak suâllerinizi cevaplandırmamı istiyordunuz. Fakat siz de gördünüz, ben de fasîh ve beliğ söz söylemeye muktedir imişim.” dedi. Ve; “Hani bana sormak için suâl hazırlayanlar nerede? Gelsinler, suâllerini sorsunlar!” diye üç sefer yüksek sesle seslendi. Hiç kimse cevap vermeyince kendisi; “Bana sormak için hazırladığınız hâlde, Allahü teâlâ tarafından size unutturulan suâlleri, O’nun yardımıyla sizlere ben sorayım ve cevâbını vereyim.” dedi.

Suâl hazırlayan kırk âlimden ilkine; “Yâ falan! Senin hazırladığın suâl şu değil miydi?” diye sorunca, ondan “Evet.” cevâbını aldı. “İşte cevâbı da budur.” diyerek, o suâli çok güzel bir şekilde açıkladı. Verdiği cevâbı orada bulunan herkes çok beğendi. Seyyid Ebü’l-Vefâ hazretleri, orada bulunan diğer otuz dokuz âlimin hazırladıkları suâlleri tek tek söyleyerek, cevaplarını gâyet açık bir şekilde söyledi. Bu durum, başta halîfe ve orada bulunan kırk âlim olmak üzere, herkesi hayretler içinde bıraktı. Orada bulunanların hepsi, Ebü’l-Vefâ hazretlerine hayrân oldular. Tâc-ül-Ârifîn sonra onlara; “Ey âlimler! Ey fakîhler! Biliniz ki, medresede öğrenilen ve kâğıt üzerine yazılan ilim zamanla unutulur. Fakat Ledün mektep ve medresesinde öğrenilen ilm-i ledünnî’nin kâğıdı gönül sahifesidir. O, gönül sahifesine yazılır ve aslâ unutulmaz. İlm-i ledünnî’yi öğrenin. Bu ilmi öğrenen, iki cihanda mesûd olur, saâdete erer ve bahtiyâr bir hayat yaşar.” dedi. Sonra minberden inerek iki rekat namaz kıldı ve bir kenara oturdu. Oradaki halkın bâzıları, onun yanına gelerek oturdular. İbn-i Akîl ve İbn-i Hübeyre de Tâc-ül-Ârifîn hazretlerinin yanına gelerek himmet istediler. Ebü’l-Vefâ onlara; “Siz, beni fasîh ve beliğ konuşamayan acemi bir kimse mi sanmıştınız?” diye sorunca, onlar; “Evet öyle zannediyorduk.” dediler. Seyyid Ebü’l-Vefâ; “Biliniz ki, Allahü teâlânın lütfu kime erişmişse, o kimse nâkıs ise kâmil olur. Dilsiz ise konuşur. Konuşması düzgün değilse, fasîh olur. Kör ise gözleri görür. Ne eksiği varsa, hepsi tamamlanır, hiçbir eksiği kalmaz. Allahü teâlâ bana da lütufta bulundu. Ceddim Muhammed Mustafâ, gece rüyâmda görünüp, ağzıma mübârek tükürüğünden bulaştırdı. O sabahtan beri çok fasîh ve beliğ konuşmaktayım.” buyurdu. Bunun üzerine İbn-i Hübeyre, Seyyid Ebü’l-Vefâ hazretlerinin eline sarılarak, cân-u gönülden tövbe etti.

Tâc-ül-Ârifîn Seyyid Ebü’l-Vefâ hazretleri, sonra ikinci defâ büyük bir vâz ve nasîhat verdi. O sırada, daha halîfenin kalbinde inkâr kokusu vardı. Çünkü Ehl-i sünnet düşmanları münâfıklar, Ebü’l-Vefâ hazretleri hakkında gece-gündüz çeşit çeşit yalanlar söylüyor ve ona iftirâ ederek, doğruyu bâtıl olarak göstermeye çalışıyorlardı. Seyyid Ebü’l-Vefâ’nın vâzını dinlerken halîfeye bir hâl oldu ve onun anlattıklarını cân-u gönülden dinlemeye başladı. “Çok güzel yâ Tâc-ül-Ârifîn” diyerek kendini kaybetti. Bu durum, birkaç defâ daha tekrarlandı. Ebü’l-Vefâ hazretlerini kötüleyenler, onun böyle söylemesine çok şaşırdılar. Kendisine gelince, ona; “Sizinle Seyyid Ebü’l-Vefâ arasında bir yakınlık yok iken, ona bu şekilde seslenmenizin sebebi nedir?” diye sordular. Halîfe; “Vallahi o sözü kendi isteğimle söylemedim. Minberin üzerinde yeşil bir kuş bulunuyordu. O kuş; “Çok güzel yâ Tâc-ül-Ârifîn.” deyince, kendi isteğim olmadan o kuşun sözlerini tekrarladım.” dedi. Sonra Seyyid Ebü’l-Vefâ hazretleri minberden inince, birçok kimse yanına gelerek tövbe etti. Yaptıklarından ızdırap duyan halîfenin, Tâc-ül-Ârifîn hazretlerinin yardımıyla kalbi yumuşadı ve düşmanların sözlerine bakmayarak ona bîat etmek istedi. Tenhâ bir yerde vâz kürsüsü kurmaları için adamlarını görevlendirdi. Sonra da Ebü’l-Vefâ hazretlerine, gelip bize tenhâ bir yerde vâz versin. Lutfedip bizi şereflendirsin.” diye haber gönderdi. Seyyid Ebü’l-Vefâ; “Canla başla.” dedi. Kürsünün kurulduğu yere gitti ve vâz u nasîhatta bulundu. O mecliste, o kadar çok ilmi-ledünnî ve feyz saçtı ki, anlatılması mümkün değildir. Oradakilerin hepsi, derecelerine göre hisselerine düşeni aldılar. Halîfe ve hazır bulunan âlim ve fakîhler ona hayran kaldılar. Bunların arasında Tâc-ül-Ârifîn için; “Bu kadar ilmi nereden öğrendi? Bu kadar çok kitap bilgisine nasıl sâhib oldu ve nasıl mütâlaa edebildi? Zâhirî ve bâtınî ilimlerde bir benzeri olmayan bu zât, hangi âlimlerden, nerede ve ne zaman ders aldı?” diye hatırlarından geçirenler oldu. Onların bu düşünceleri ona mâlûm oldu ve; “Ey insanlar! İyi bilin ve anlayın. Cenâb-ı Hak bir kuluna ihsan edip feyz vermişse, o kimse zâhirî ve bâtınî ilimlerde öyle söz sâhibi olur ki, sizin âlimlerinizin uzun yıllar çalışarak elde ettikleri çok ilim, O’nun verdiği ilme nazaran denizde bir damla gibidir. Bir tarafın ilim öğreteni Allahü teâlâ, bir tarafın ilim öğreteni insan olursa, hangi tarafın ilminin daha tutarlı olduğunu siz kıyâs ediniz.” buyurdu. Orada bulunanlar, onun bu sözünü işitince çok ağladılar. Bu konuşmadan sonra, birçok kimsede derecesine göre bir hâl hâsıl oldu. Bâzıları düşüp bayıldılar. Halîfeyi de dehşet kaplıyarak vücûdunu bir titreme aldı. Kalbinde Allah korkusu yer edip, evliyâ sevgisi hâsıl oldu. Tâc-ül-Ârifîn hazretleri, minberden inip halîfenin yanına geldiler. Elleriyle halîfenin vücûdunu sıvazladı. O titreme hâli halîfeden gitti. Bunun üzerine halîfe; “Yâ Seyyid, bana hâssaten vâz et.” dedi. Ebü’l-Vefâ hazretleri de; “Ey Emîr-ül-müminîn! Sen gerçeği gördün. Amma sen bir inat yüzünden bunu anlamadın veya anlamak istemedin. Bir kimseye kendisinin vâzı tesir etmezse başkasınınki hiç tesir etmez. Fakat ben sana bir kıssa anlatayım, sen ondan hisse çıkar:

Bir çoban, güttüğü koyunlara şefkatli ve merhametli davransa, onları incitmezse ve zayıf-sağlam demeden her birini iyi ve otlu yerlerde otlatırsa, sıcak bastığı vakitlerde ağaç altlarına götürüp onları gölgelendirirse, susadıklarında onları güzel berrak sulardan sularsa, hülâsa ne kadar iyi beslerse, koyunlar besili olur ve sürü çabuk artar. Koyunların sütleri de çok olur. Koyunları böyle olan sürü sâhibi de, çobandan memnun olarak daha fazla ücret verir. Eğer bunları yapmayıp da tersini yaparsa, koyunların sütleri ve sayısı azalır. Sürü sâhibi memnun kalmayarak çobanı işten çıkarır, onun yerine başka çoban getirir.

İşte böyle olduğu gibi, ey halîfe, bir bakıma sen de bir çobansın. Sana itâat eden tebean da koyun gibidir. Sen insaf ve adâletle hareket ederek onlara zulüm etmezsen, Allahü teâlâ da senin hukûkunu görerek, adâletle hareket ettiğin için seni makâmında devamlı tutar ve sen de böylece ülkeni günden güne genişletebilirsin. Eğer tebeana şefkat ve merhametle davranmazsan, onlara ezâ, cefâ ve zulüm edersen, Hak teâlâ seni memleket pâdişâhlığından ve hilâfet makâmından alır. Böylece hem bu dünyâda, hem de âhirette kovulmuş olursun.

Ebü’l-Vefâ hazretleri söze devamla; “Ey Emîr-ül-müminîn! Şimdi iyi düşün ve gözünü aç. Kendi hâline dikkatle bak. Hangi taraftansın? Ona göre amel et ve durumunu düzelt. Kimseye güvenme, âhirette yarayacak işi kendin gör!” buyurdu. Bunun üzerine halîfe; “Ey Seyyid! Allahü teâlâ seni ve ecdâdını, bütün müminlere yardım ve onlardan faydalanmaları için gönderdi. O yardım ve faydadan, bugün özellikle ben istifâde ettim. İdârem altında bulunan âmirlere, halka adâlet üzere muâmelede bulunup, kimseye zulüm etmemeleri için emir göndereceğim. Söylemek benden, emrimi yerine getirmek ise onların vazifesidir. Eğer emrimi yerine getirmezlerse, günaha girer ve yarın Allahü teâlânın huzûrunda kendileri mesûl olurlar.” dedi.

Tâc-ül-Ârifîn Seyyid Ebü’l-Vefâ hazretleri; “Ey halîfe! Güzel söylüyorsun, fakat sâdece dil ile söylemek yetmez. Yapılan işi tartarak yapmak ve her durumda adâlete riâyet etmek lâzımdır. Ey halîfe! Şüphen olmasın ki, günün birinde öleceksin. Burada öyle bir amel işle ki, yarın kıyâmet günü o amelin sana faydası dokunsun. Günün birinde seni, seni yaratan yüce bir varlığın huzûruna götürecekler. O her şeyi bilir, hiçbir şey O’na gizli kalamaz. Burada işlediğin her şeyin karşılığını orada göreceksin. Şunu hiç unutma ki, Allahü teâlâ seni bir damla meniden yarattı. Sana can verdi, akıl verdi. Göz, kulak, ayak ve dil verdi. Bunlara benzer daha nice âzâlar ve saymakla bitmeyecek nîmetler verdi. Bütün bunları insanoğlunun emrine âmâde kıldı. Böyle nîmetler verdiği insanlar üzerine hükmetmen ve emir vermen için, Allahü teâlâ seni hâkim kıldı ve halîfe yaptı. Sana tâbi olan bütün insanların hâlleri senden sorulacaktır. Bu yüzden makâmınla öğünüp mağrur ve gâfil olmayasın.” deyince, halîfe çok ağladı ve harâreti arttı. İçmek için su istedi. Bir maşraba su getirdiler. Tam suyu içeceği sırada, Ebü’l-Vefâ hazretleri; “Ey halîfe, suyu içme! Sabret.” dedi. Bunun üzerine halîfe onun diyeceğini beklemeye başladı. Tâc-ül-Ârifîn; “Ey halîfe! Çok susamış bir hâlde sahrâda olsan ve bir damla içecek su bulamasan, susuzluktan ölecekmiş gibi olsan. Bir kimse elinde bu maşrabayla sana su getirse ve karşında tutarak; “Şâyet saltanatının yarısını bana verirsen, şu suyu sana vereceğim.” dese ne yaparsın?” deyince, halîfe; “Susuz ölmektense, diri kalıp yaşamak daha iyi olacağından, saltanatımın yarısını verir, bir maşraba dolusu soğuk suyu alırdım.” dedi.

Bunun üzerine Ebü’l-Vefâ hazretleri; “Suyu içtiğinizi kabûl edelim. O içtiğin su, bir müddet sonra idrâr olarak yol bulup çıkmak istese, fakat Allahü teâlâ o suyu veren kimseye bir imkân verse, o kimse seni, idrârını yapamaz hâle getirse ve sen de idrârını yapamasan, o zaman, o kimse; “Eğer saltanatının diğer yarısını da bana verirsen, idrârını yapmanı sağlarım. Yoksa seni bu hâlde bırakırım.” dese ne yaparsın?” diye sordu. Halîfe cevap olarak; “Ezâ, cefâ içinde çâresiz kalmaktan dirlik iyidir. Saltanatımın yarısını ona verir, o zahmetli hâlden kurtulurum.” dedi ve elindeki suyu içti. Seyyid Ebü’l-Vefâ hazretleri başını kaldırıp; “Ey halîfe! Bil ki, yarısı bir içim suya, yarısı da bir defâ idrâr çıkarmak karşılığında elden çıkacak olan bir devlete, bir makâma, ârif olan kimse hiç tamâ eder mi? Onun için, beylik ve makamın benim yanımda zerre kadar bir değeri yoktur.” buyurdu. Bunun üzerine halîfe; “Ey Seyyid! Beni mâzur görünüz. Sizin asıl hâlinizi bilememişim. Biliyorsun ki, nefs kâfirdir. İnsana türlü türlü endişeler verir ve kişi, kendisini vesveseye iten herkesin sözüne uyar.” dedikten sonra, Ebü’l-Vefâ hazretlerinin elini öptü ve; “Ey-Seyyid! Bu andan îtibâren senin emrinden dışarı adımımı atmayacağım. Yapacağım işleri, önce sizinle istişâre edeceğim, sonra yapacağım.” dedi. Ebü’l-Vefâ hazretleri de; “Ey Emîr-ül-müminîn! Benim sana, senin de bana ihtiyâcın yok. Fakat ne yaparsan Allahü teâlânın emrinden dışarı çıkma, Peygamber efendimizin sünnetini bırakma. Dâimâ Allahü teâlâdan kork. Resûlünden utan.” dedi. Bunun üzerine halîfe; “Ey Seyyid! Bana, gönlümün dünyâya karşı aşırı ve fazla bir hırs göstermeyeceği bir nasîhatta bulun?” deyince, Ebü’l-Vefâ hazretleri; “Dünyânın lezzetleri üç şeyde toplanmıştır. Bunların ilki yemek-içmek, öbürü giyinmek, diğeri ise cimâ’dır. Yiyeceklerin en tatlısı baldır. Bal, küçük ve zayıf olan arıdan hâsıl olur. O hayvancığı, insan dilerse kolayca öldürebilir. Giyeceğin en iyisi ipek olup, onu da küçücük bir böcek yapar. O böcek, gökgürültüsüyle ölür. Cimâ ise, bir bevli yerli yerine ulaştırmaktır. Bu da bir anlık lezzettir. Dünyânın, insan için geçen süre kadar bile kıymeti yoktur. Kâmil ve ârif kimse dünyâya gönül bağlamaz. Böyle zâtların gönülleri, Allahü teâlâdan bir ân bile uzak olmaz.” buyurduktan sonra, talebelerinden birine işâret etti. Talebesi hâl ehlinden olduğu için, hocasının ne için işâret ettiğini hemen anladı. Ebü’l-Vefâ hazretleri onun eline, o zamâna kadar görülmemiş bir inci koydu. İncinin parlaklığından her taraf ışıl ışıl olmuştu. Halîfe bunu görünce, Seyyid Ebü’l-Vefâ’dan bakmak için izin istedi. Ebü’l-Vefâ hazretleri inciyi halîfeye verdi. Halîfe eline alınca, inci basit bir taş oluvermişti. Onu tekrar geri verdi. Seyyid Ebü’l-Vefâ o taşı eline alınca, yine pırıl pırıl parlayan bir inci oluverdi. Halîfe o inciyi tekrar eline aldığında, yine değersiz bir taş oluverdi. Halîfe onu tekrar Seyyid Ebü’l-Vefâ’ya geri verince, o taş, tekrar gözleri kamaştıran, parlaklığıyla insanları cezbeden bir inci oldu. Halîfe bu duruma çok şaşırdı. Bunun neden ileri geldiğini anlıyarak, cân-u gönülden tövbe etti. Adâlet üzere hareket edeceğine, kimseye zulüm etmeyeceğine gönülden söz verdi.

Sonra Emîr-ül-müminîn, çeşitli yemekler hazırlamaları için adamlarına emir verdi. Tâc-ül-Ârifîn hazretlerine ziyâfet verecekti. Adamları çok mikdârda ve çeşitli yemekler hazırladılar. Sofralar kurularak, o yemekleri onların üzerlerine koydular. Halîfe ve Seyyid Ebü’l-Vefâ hazretleri, talebeleriyle sofraya oturdular. Seyyid Ebü’l-Vefâ talebelerine; “Ramazan Mecnûn aranızda mı?” diye sorunca, Ramazan Mecnûn; “Buradayım.” diyerek ayağa kalktı. Ebü’l-Vefâ; “Ey halîfe! Önce bu Mecnûn’un karnını doyur.” dedi. Halîfe de; “Hay hay, yemeğin sonu yoktur. Ne kadar isterse yesin.” deyince, Ebü’l-Vefâ hazretleri Ramazan Mecnûn’a işâret etti. Ramazan Mecnûn yemekleri yemeğe başladı. Orada bulunan bütün yemekleri yedi ve ey halîfe! Daha yemek yok mu? Karnım doymadı.” dedi. Halîfe de; “Bağdat’ta ne varsa yersin, fakat yine doymazsın.” deyince, Ramazan Mecnûn; “Bugün rızkımı senden talep ettim, aç kaldım.” dedi. Bunun üzerine halîfe özür diledi ve tövbe istigfâr etti.

Seyyid Ebü’l-Vefâ hazretleri, yola çıkmak için halîfeyle vedâlaştı. Halîfe ona, şehirden çıkıncaya kadar refâkat etti. Seyyid Ebü’l-Vefâ talebeleriyle Bağdat’tan uzaklaştıktan sonra, halîfe, Mâcid-i Kürdî’yi istedi. Seyyid Ebü’l-Vefâ, Mâcid’e izin verince, Mâcid, halîfenin yanına geldi. Halîfe kâtibine; “Kasendi’nin etrâfında olan bütün köylerin uşrlarını Seyyid Ebü’l-Vefâ’ya yaz.” diye emir verdi. Kâtip, halîfenin bu emrini yazdı. Halîfe, bunu Mâcid-i Kürdî’ye vererek; “Bunu Seyyid Ebü’l-Vefâ’ya götür. Fakat Seyyid hazretleri beldesine varmadan bunu ona verme ve gösterme.” dedi.” Mâcid-i Kürdî; “Peki.” diyerek mektubu aldı ve Seyyid Ebü’l-Vefâ’nın arkasından yetişti. Ona hiçbir şey söylemedi. Hepsi gemiye bindiler. Fakat gemi, ne yaptıysalar bir türlü hareket etmedi. Bunun üzerine Ebü’l-Vefâ hazretleri, Allahü teâlânın yardımıyla geminin neden yürümediğini anladı ve Mâcid-i Kürdî’yi yanına çağırdı. Ona; “Ey Mâcid sende bir şey var.” dedi. Mâcid de; “Evet yâ Seyyid.” deyince; “Nedir o?” diye suâl etti. Mâcid; “Bende halîfenin size gönderdiği bir mektup var.” dedi. Ebü’l-Vefâ; “Daha önce bana onu niye vermedin?” dedi. Mâcid de; “Yerinize varmadan size vermememi ve ondan bahsetmememi halîfe vasiyet etmişti. Ondan dolayı vermedim.” deyince, Ebü’l-Vefâ; “Yâ Mâcid! Görüyorsun ki gemi hareket etmiyor. Ne yapmamız lâzım? Getir mektubu bir göreyim.” dedi. Mâcid-i Kürdî mektubu cebinden çıkarıp hocasına verdi. Seyyid Ebü’l-Vefâ mektubu okuduktan sonra, yırtıp, parça parça ederek suya attı. O anda gemi, kendi kendine hareket etti. Çok hızlı bir şekilde varacağı yere vardı. Bâzı kimseler; “O kâğıtta her hâlde Seyyid hazretlerine bir şey vakfedilmişti. Seyyid hazretleri neden böyle yaptı acabâ? Kendisi kabûl etmedi, bâri zürriyetine veya talebelerine verseydi.” dediler. Bu durum Ebü’l-Vefâ hazretlerine mâlûm oldu ve; “Ey insanlar! Velî olan kimsenin, Allahü teâlâdan başka bir şey istemesi, O’ndan başka bir şeye gönül bağlaması doğru değildir. Ben ve benim neslimin, benim silsilemin, kıyâmete kadar Allahü teâlâdan başka hiç kimseye muhtac olmayacağına ve bütün âlemin onlara muhtac olacağına inanıyorum.” buyurdu.

Ebü’l-Vefâ hazretleri, vefâtına yakın hastalandı. Bütün talebeleri, arkadaşları, dostları başına toplandı. Başında bulunanlara; “Bilin ve anlayın ki, her nesne yoktan var edilmiştir. Her canlı ölümü tadacaktır. Allahü teâlâ, Cennet’i ve Cehennem’i de biz kullar için yaratmıştır. Cennet’e gitmeyi arzulayan, ona giden yola gitsin! Bu yola âit amelleri işlesin! Bu yolun aksi Cehennem yoludur. Bundan başka yol yoktur.

Ey insanlar! Size, ceddim Muhammed aleyhisselâmın yolunu gösterdim. Bu yolun dışındaki her şey bâtıldır. Bâtıla tâbi olmak, dalâlete, bu da helâk olmaya sebeptir. Takvâyı elden bırakmayın! Bütün nesnenin nûru takvâdandır. Dâimâ Allahü teâlâyı hatırlayın! Gönlünüzde dâimâ O bulunsun! Allahü teâlâyı unutan kimselerden olmayınız! Dâimâ Allahü teâlâ ile olup, iki cihânda sâdete kavuşunuz.”

Ebü’l-Vefâ hazretlerinin vefâtına, talebelerinden biri çok üzüldü. Definden sonra onu mezarın başından bir türlü ayıramadılar. Bir gün bir atlı peydah oldu. Talebe başını kaldırıp atlıya baktığında heybetli bir kimsenin kır bir ata binip geldiğini gördü. O tarafa bakmaya cesâret edemedi. O atlı iyice yaklaşıp, selâm verdi. Talebe selâmı aldı. Bu sesi tanımıştı. İyice bakınca onun Ebü’l-Vefâ hazretleri olduğunu anladı. Hemen yanına koşup ellerini öptü ve; “Efendim, sizin için öldü diyorlar siz ölmemiş miydiniz?” dedi. Ebü’l-Vefâ hazretleri buyurdu ki: “Ey oğul, doğru söylerler. Fakat sen iyi bilesin ki, cesetler ölür, ruhlar ölmez. Şimdi evine git. Bu sırrı ehil olmayan kimselere söyleme. Beni ne zaman görmek istersen buraya gel!”

Seyyid Ebü’l-Vefâ hazretleri buyurdu ki: “Az yiyip, az uyuyun. Çok tefekkür edin. Geceyi ibâdetle geçirin! Çok yemek, insanı uyuşuk yapar. Uyuşuk kimse gâfil olur, gâfil olan mahzûn olur. Bu da insanı felâkete götürür.”

“Takvâ bir ağaçtır. Bu ağacın kökü Peygamber efendimizdir. Budakları Sahâbe ve Tâbiîndir. Meyvesi ise sâlih ameldir.”

“Nerede olursanız olun, ne yaparsanız yapın, Allahü teâlâ sizi görür. Onun için, yasaklanan yerlerde değil, emredilen yerlerde bulunun.”

“Talebenin dikkat etmesi gereken ve kendine lâzım olan şeyler şunlardır: a) Kalbini ve niyetini kötülüklerden temizlemek, b) Farz ve sünnetleri yerine getirmeye çok hırslı olmak, c) Bid’atlerden ve fitnelerden uzak bulunmak, d) Tevâzu ehli olmak, e) Devamlı iyi düşüncelerle meşgûl olmak, f) Yemeye, içmeye ve giyime çok dikkat etmek, g) Dînin hudûdlarından bir zerre bile dışarı çıkmamak, h) Ahdine vefâ etmek, aslâ yalan söylememek, i) Kendini beğenmişler tâifesinden olmamak, k) İbâdet ve tâatinden dolayı gurûrlanmamak.”

“Vaktini boş yere harcayan kimse câhildir.”

“Dünyâya aşırı düşkün, mağrur ve fitneci kimselerle dostluk kurup onların bulunduğu yerlerde dolaşmayın. Bunlarla birlikte olanın gideceği yer Cehennem’dir.”

“Eğer azığınız takvâ olursa, kıyâmet gününde selâmette olursunuz.”

“Dünyâ zıll-i zâildir. Ona güvenen nâdimdir. O seninle kalırsa da, sen onunla kalmazsın. Dünyâdan çıkmadan önce, kalbinden dünyâ sevgisini çıkar. Dünyâ lezzetlerine aldanmıyan, Cennet nîmetlerine kavuşur. İki âlemde azîz ve muhterem olur. Dünyâ harâbdır. Şerbetleri serâbdır. Nîmetleri zehirli, safâları kederlidir. Bedenleri yıpratır. Emelleri arttırır. Kendini kovalıyandan kaçar. Kaçanı kovalar. Nîmetleri geçici, hâlleri değişicidir. Dünyâya ve buna düşkün olanlara inanılmaz. Selâmeti ve doğru yolu, ancak dünyâyı terk eden kimseler bulabilir.”

 

KERÂMET ve MENKÎBELERİ
DÜNYÂ GÖLGE GİBİDİR
Ebü’l-Vefâ hazretleri hocasının izniyle Buhârâ’ya gitti.Orada zâhirî ilimlerin hepsini tahsil etti. Tahsilini yaparken, nesebi hakkında kimseye bir şey söylemedi. Tahsilini tamamladıktan sonra memleketine dönmek isteyince, arkadaşları ona; “Zâhirî ilimlerin hepsini öğrendin. Memleketine gitmek istiyorsun. Buna şükrân olmak için, bizlere bir ziyâfet çekmen gerekmez mi?” dediler. Bunun üzerine;”İsteğinizi memnuniyetle yerine getirmek isterim. Fakat fakirim, bu isteğinizi yerine getiremeyeceğim için üzgünüm.” dedi. Arkadaşları; “Bu özrünü kabûl etmeyiz, biz ziyâfet isteriz.” dediler. Bunun üzerine çâresiz tekliflerini kabûl etmek zorunda kaldı. Fakat ne yapacağını bilemiyordu.Ziyâfet verecek parası yoktu. Bir süre düşündükten sonra Buhârâ emîrine gitmeye karar verdi. Emîrin yanına varınca ona; “Ben İmâm-ı Ali’nin evlâtlarındanım. Buhârâ’ya ilim öğrenmek için gelmiştim. Tahsilimi tamamladım. Ve memleketime dönmek istedim. Arkadaşlarım gitmeden önce kendilerine ziyâfet vermemi istediler. Fakat fakirim, durumum onlara ziyâfet vermeye müsâit değildir. Senden, bana yardımcı olmanı istiyorum. Bu yardımın şüphesiz ind-i ilâhîde boşa gitmez.” dedi.

Buhârâ melîki onun bu konuşmasını önemsemedi ve; “Burada Seyyid çok olur. Senin İmâm-ı Ali hazretlerinin torunu olduğun ne mâlum?” dedi. Bu duruma çok üzülen Ebü’l-Vefâ, emîrin huzurundan çok müteessir olarak çıktı.

Emîr o gece rüyâsında kıyâmet kopmuş gördü. O sırada kendisi, anlatılamayacak derecede susamıştı. Peygamber efendimiz Kevser havuzunun başında bölük bölük gelen ümmetine su dağıtmakta idi. Buhârâ melîki Kevser şarâbından içmek için havuzun başına vardı ve; “Yâ Resûlallah! Ben de senin ümmetindenim, bana da Kevser şarâbından ihsân eyle. Çok susuzum.” dedi.Peygamber efendimiz de; “Burada bana ümmetinim diyen çok olur. Fakat bana gerçek ümmet olanlar bildirilir.” buyurdular. Melîk; “Yâ Resûlallah! Ben de gerçek ümmetindenim.” deyince, Resûl-i ekrem; “Benim neslimden Ebü’l-Vefâ kendisini sana bildirdiği zaman, sen ona îtimâd etmedin. Bana gerçek ümmet olan, benim neslime hakâret nazarıyla bakar mı?” buyurdu.

O sırada melîk uykusundan uyandı. O kadar korktu ki, hemen adamlarını sağa sola göndererek, Ebü’l-Vefâ hazretlerini aramalarını emretti. Fakat Ebü’l-Vefâ hazretlerini hiçbir yerde bulamadılar. Bunun üzerine kendisi, Ebü’l-Vefâ hazretlerini bulmak için yola düştü. Onun arkasından yetişip tövbe etti ve önüne kırk yük mal koydu. Sonra fakirlere sadaka dağıttı.

 

SABIR
Tâc-ül-Ârifîn Ebü’l-Vefâ buyurdu ki: “Her kim mevlâsına kavuşmak isterse, yolunun üstünde kendisini bekleyen zahmet ve meşakkatlere sabredip, göğüs germelidir. Meselâ keten bitkisi, zahmet ve meşakkatlere sabredip göğüs gerer, sonunda da kâğıt olur, üzerine Allahü teâlânın ismi yazılır. Muazzez ve mükerrem olur. Allahü teâlânın isminin azîzliğini ve bereketini görmez misin ki; keten önce toprağın altına habsolunur. Sonra yeryüzüne çıkıp büyüdükten sonra koparılır, vatanından olur. Ayrıca gurbet acısı çeker. Sıcağa bırakılır, güneşin harâretinde kalır, dövülür ve posası ayrılır. Sonra daha temiz hâle gelmesi için tarağın dişlerinden geçirilir. Eğrilir, bükülür, en sonunda ibrişim gibi olup, insan eliyle kumaş yapılır.

Bütün bunlar oluncaya kadar, haddi ve hesâbı olmayan eziyet çeker, meşakkatlere katlanır. Burada da kibirli olduğu sürede, o kibir gidinceye kadar sıkılır. Bu elemden parça parça olup, lüzumsuz oluncaya kadar kurtuluş yoktur. Lüzumsuz olunca da çöplüğe atılır. Ayaklar altında sürünür. Kâğıt imâl edicisi onu o hâlde yerlerde sürünürken görür ve kâğıt yapmak için alır. Temizce yıkadıktan sonra, yepyeni, bembeyaz, pırıl pırıl kâğıt yapar. (O zamanlar kağıt, eski kumaş parçalarından yapılıyordu.) Kâğıdın üzerine Allahü teâlânın ismi, Kur’ân-ı kerîm, hadîs-i şerîf ve meârif-i ledünnî yazılır. Keten, öyle hadsiz ve hesapsız eziyet ve meşakkatler çeker ki, anlatmakla bitirilemez.

İşte bunun olduğu gibi, talebenin hocasına nisbeti de böyledir. Keten o kadar zahmet ve meşakkat yüzü gördükten sonra kâğıt olup, üzerine yazı yazılarak nasıl değeri artıp ellerde dolaşıyorsa, talebe de zahmet ve meşakkatler çekerek, o yollardan geçtikten sonra azîz olup, derecesi yükselir.”

 

BEYİTLER
BİR BARDAK SU
Sultan, Ebü’l-Vefâ’dan, etti ki bir gün niyâz:

“Efendim benim için, nasîhat edin biraz.”

 

Buyurdu ki: “Ey sultan, sen bu halka “Çoban”sın,

Onun için teb’ana, zulmetme aman sakın!

 

İnsâf ve adâletle, hükmedersen sen eğer,

Allah saltanatını, uzun ömürlü eder.

 

Ve eğer milletine, yaparsan ezâ cefâ,

Hak teâlâ bu mülkü, senden alır bu defâ.

 

Ey emîrel müminîn, düşün ve aç gözünü,

Beyhûde şeyler ile, geçirme şu ömrünü.

 

Hiç şüphen olmasın ki, bir gün sen de ölürsün,

Yaptığın her amele, bir karşılık görürsün!

 

Öyleyse öyle amel, icrâ et ki bu günde,

Göresin faydasını, yârın mahşer gününde.

 

Bu gün her ne yaparsan, yârın çıkar karşına,

Allah’a gizli yoktur, O, her şeye âşinâ.

 

Sonra hiç unutma ki, bir damla sudur aslın,

Sonra ölüp bir avuç, toz toprak olacaksın!

 

İstifâde ettiğin, şu güzelim âzâlar,

Allahü teâlânın, sana ihsânıdırlar.

 

Akıl, şuur ve idrâk, el ayak, göz ve kulak,

Hepsini senin için, bahşetti cenâb-ı Hak.

 

Hepsi âhenk içinde, çalışır muntazaman,

Bu nîmetin şükrünü, yapabilir mi insan?

 

Hak teâlâ sana hem, ayrıca da bir nîmet,

Verdi ki, senin emrin, altındadır şu millet.

 

Lâkin bu insanların, hesâbı âhirette,

Tek be tek hepsi senden, sorulacak elbette.

 

Başladı ağlamaya, sultan duygulanarak,

İçi yanıp birinden, su istedi bir bardak.

 

Getirilen o suyu, tam içerken bu defâ,

“Dur, hemen içme” dedi, sultana Ebü’l-Vefâ.

 

Buyurdu: “Bir sahrâda, farz et bulunuyorsun,

İçmeğe bir damla su, bile bulamıyorsun.

 

Susuzluğun o kadar, çoğalsa ki, sonra da,

Ölecek gibi olsan, nihâyet o sahrâda.

 

Son anda biri gelse ve elinde şu bardak,

Geçip senin karşına, o bardağı tutarak,

 

Dese ki: “Servetinin, yarısını verirsen,

Suyu sana veririm”, ne cevap verirsin sen?”

 

Dedi: “İstediğini, veririm hemen elbet,

Zîrâ ben ölüyorken, neye yarar o servet?”

 

Buyurdu ki: “Pekâlâ, verdin istediğini,

Suyu içip ölümden, halâs ettin kendini.

 

Ve lâkin bu sefer de, idrâr yapamıyorsun,

Öyle ki sancısından, bir an duramıyorsun.

 

O zaman da o kimse, dese ki sana yine,

“Kavuşturabilirim, seni ben sıhhatine.

 

Ve lâkin servetinin, öbür yarısını da,

Vermelisin” der ise, verir misin onu da?”

 

Sultan hiç tereddütsüz, dedi: “Elbet veririm,

Zîrâ ben kıvranırken, neye yarar servetim?”

 

Buyurdu ki: “Öyleyse, şu bir bardak su kadar,

Değeri bulunmayan, bir servet neye yarar?

 

Ârif olan, bu mala, verir mi değer kıymet?

Kalbinde hiç besler mi, ona sevgi, muhabbet?”

 

Sultan, Ebü’l-Vefâ’nın, öperek ellerini,

Dedi: “Çok haklısınız, affedin lütfen beni.”

 

BİR DUÂSI KÂFİYDİ
Evliyânın büyüğü, esseyyid Ebü’l-Vefâ,

Köylerden birisine, uğramıştı bir defâ.

 

Biri gelip dedi ki: “Bu köyde bir büyük var,

Âlimdir, kendisine, her kişi saygı duyar.

 

O zât çok hasta olup, babamdır benim hattâ,

Ayağa kalkamıyor, yatıyor hep yatakta.”

 

Ebü’l-Vefâ dinleyip, köylünün bu derdini,

Gidip ziyâret etti, evinde pederini.

 

Lâkin keşif yoluyla, anladı ki orada,

Saplanmış o ihtiyar, bozuk bir îtikâda.

 

Buyurdu: “Şifâ bulup, kalkar isen yataktan,

Rücû edecek misin, bu bozuk îtikâddan?”

 

O dedi ki: “Elbette, şifâ bulursam eğer,

Sana tâbi oluruz, köy halkıyle berâber.”

 

O zaman Ebü’l-Vefâ, kalktı ve kıldı namaz,

Şifâ bulması için, eyledi duâ niyâz.

 

Sonra o ihtiyarın, kollarından tutarak,

Buyurdu ki: “Allah’ın, izni ile haydi kalk!”

 

Hastalık yokmuş gibi, bedeninde sanki hiç,

Kalktı hemen ayağa, oldu sağlam, hem de dinç.

 

Ebü’l-Vefâ giderken, buyurdu ki son defâ:

“Bu tövbeni bozmayıp, ahdine eyle vefâ.

 

Eğer ki benden sonra, bozarsan bu tövbeni,

Bil ki aynı hastalık, gösterir kendisini.”

 

Sonra gitti o köyden ve geçti birkaç sene,

Lâkin sâdık kalmadı, o kişi o sözüne.

 

Tövbesini bozarak, yapınca bu hatâyı,

Hastalanıp çağırdı, yine Ebü’l-Vefâ’yı.

 

Lâkin o buyurdu ki: “Söylemiştim ben ona,

Demek ki râzı oldu, o kendi zararına.

 

Merhamete müstehak, değildir böyleleri,

Velînin attığı ok, çıkınca dönmez geri.”

 

BAŞI YARIM TIRAŞLI
Berberde saç tıraşı, olurken Ebü’l-Vefâ,

Yarısında kalkarak, koşturdu bir tarafa.

 

Berber bunu görünce, merak sardı içini,

Çünkü anlamamıştı, ne için gittiğini.

 

Ve lâkin geçer geçmez, aradan yarım saat,

Gelip yine yerine, oturdu mübârek zât.

 

Tıraş tamamlanırken, sordu berber: “Efendim,

Öyle âcil nereye, gittiniz, merak ettim?”

 

Buyurdu ki: “Gittiğim, Irak’ta falan yerdir,

Orası bu diyârdan, bir günlük mesâfedir.

 

Şimdi sen, yârın sabah, yola çık, oraya git,

Şöyle şöyle bir kimse, göreceksin o vakit.

 

Ona de ki: Denizde, seyahat ederken siz,

Fırtınaya tutulup, batacaktı geminiz.

 

O zaman dediniz ki, “Kavuşursak felâha,

On bin dînar verelim, Seyyid Ebü’l-Vefâ’ya.”

 

Başı yarım tıraşlı, biri geldi âniden,

Düzeltti geminizi, kurtuldunuz sâlimen.

 

İşte onun yanından, geliyorum bendeniz,

On bin dînar adağı, bana teslîm ediniz!”

 

Berber gelip o zâtı, buldu aynı şehirde,

Anlattı hâdiseyi, ona aynı şekilde.

 

Adam hayret ederek, dinleyip o berberi,

On bin dînarı verip, gönderdi onu geri.

 

KAYNAKLAR
1) Tabakât-ül-Kübrâ; c.1, s.134

2) Mir’ât-ül-Harameyn; c.3, s.134

3) Tâc-ül-Ârifîn Menâkıb-ı Ebi’l-Vefâ; s.1-409

4) İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; c.7, s.312

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

mersin eskort -
deneme bonusu
- deneme bonusu veren siteler - Goley90 Giriş - takipcimx 1000 - buy youtube likes - postegro - deneme bonusu veren siteler - deneme bonusu veren siteler - bonusu veren siteler - sahabet güncel adres - onwin kayıt - Aviator oyna - buy twitter followers - Cinsel sohbet - toscanello - buy twitch live views - Kablo çekme vinçleri - Twitch viewer bot - canlı casino siteleri - sms onay - kaliteli likit - Vbet - Fixbet güncel giriş - Starzbet güncel giriş - Twitch viewer bot - Betosfer - TON sniper bot - omegle -

anlaşmalı boşanma avukatı

-

seo

- takipçi al -

solana sniper bot

-
marsbahis