MÂLİK BİN DÎNÂR
Evliyânın büyüklerinden. Künyesi Ebû Yahyâ, lakabı Zeynüddîn’dir. Benî Süleym kabîlesindendir. Basra’da doğdu. Doğum târihi kesin olarak bilinmemektedir. 748 (H.131) târihinde Basra’da vefât etti.
Mâlik bin Dînâr, gençliğinde mal mülk sâhibi bir zengin yiğitti. Hasan-ı Basrî hazretlerine talebe olunca, bütün mallarını ve parasını, fakir talebelere harcadı. Kalbinden Allahü teâlânın aşkından başka her şeyin sevgisini çıkardı. Uzun zaman Basra’da Hasan-ı Basrî hazretlerinin sohbetlerini dinledi. Bir ara hocasıyla birlikte Şam’a gittiler. Şam’da bütün vakit namazlarını Câmi-i Kebîrde cemâatle birlikte kıldı. Bu vesîle ile o beldenin hikmet sâhibi kişileri ile tanışıp sohbet etti. Sonra câmi odalarından birine çekilip, ibâdetle meşgûl oldu. Şam halkı onun izzet ve kemâlini, olgunluğunu her geçen gün görmekteydi. Gündüzlerini oruçla, gecelerini namaz ve niyazla geçirdi. Aralıksız bu hâli bir yıl kadar devâm etti. Halkın kendisine hürmet ve saygısı daha da arttı.
Bütün bunlara rağmen Mâlik bin Dînâr’ın yaşaması için gerekli olan rızka gönlünde az bir meyil kalmıştı. Bir gece rüyâsında kendisine gizli bir ses; “Ey Mâlik! Sen bir mahlûksun. Allahü teâlâdan kork. Mâsivâyı, Allahü teâlâdan başkasının sevgisini terk edip bize dön. Yoksa helâk olursun.” buyruldu. O, sabahleyin erkenden hocası Hasan-ı Basrî hazretlerine giderek rüyâsını anlattı. Hocası da bunun doğru olduğunu bildirdi. Mâlik hazretleri bundan sonra ömrünün sonuna kadar kalbi, Allahü teâlânın sevgisi ile dolu yaşadı. Kimseden bir şey kabûl etmedi. Hattatlık yaptı ve kazandığı ile ihtiyaçlarını karşıladı.
Bir gün Şam vâlisi ve kâdısı câmiye geldiler ve etrafı kusur arar gözlerle teftiş ederek, câmi, vakıf ve mahsullerin gelirlerini kontrol ettiler. Hatâ ve ihmâl bularak mütevellîsini, görevlisini azlettiler. Sonra Mâlik bin Dînâr’a adam gönderip hediyeler vererek bu vakfın mütevellîsi olmasını, vakıf işlerini üstlenmesini ricâ ettiler. Mâlik bin Dînâr onlara; “O yerde bir yıl kadar halk beni görüp düzelsin diye uzlet edip yalnız olarak ibâdetle meşgûl olmuştum. Kimse benimle ilgilenmedi ve hatırımı sormadı. Bu gece sâhibime söz verdim. Kurtuluş yolumun ne olduğunu öğrenip anladım. Onu bırakıp başka şeylerle uğraşmak mümkün değildir.” diye cevap verdi. Vakfın idâresini kabûl etmedi. Bunun üzerine onu çok sıkıştırdılar. Bunun üzerine Mâlik bin Dînâr hazretleri her şeyini kaldığı hücresinde bırakıp bir azık torbasıyla gece karanlığında oradan ayrıldı. Mısıra doğru yola çıktı ve bir deniz kenarına ulaştı. Gemiye bindi.
Gemi sâhibi taşıma ücreti ve eşyalar için kişi başına bir altın alıyordu. Mâlik hazretleri bir köşede ibâdet ve tefekkürle meşgûlken, gemici ücret istedi. Mâlik bin Dînâr hazretleri; “Henüz param hazır değildir. İskeleye vardığımızda hazır olur inşâallah.” dedi. Gemi sâhibi ve adamları terbiyesizce sözler söyleyip Mâlik hazretlerini yere yıktılar ve iyice döğüp hırpaladılar. Sonra elini ayağını bağlayıp denize atmak istediler. Gemidekilerden hiç kimse buna mâni olmaya cesâret edemedi.
Gemi sâhibi; “Böyle kişileri cezâlandırmak gerektir ki, başkalarına ibret olsun.” deyince, gemidekiler de ondan yana çıktılar. Gemi sâhibi ve adamları Mâlik bin Dînâr hazretlerini tam denize atmak üzere iken binlerce balık su yüzüne çıktı. Balıkların her birinin ağzında birer altın vardı. Mâlik bin Dînâr hazretleri birinin ağzından parayı alıp gemi sâhibine verdi. Sonra da hoşçakalın deyip gemiden deryâ üzerine indi ve yürüyerek deniz kıyısına çıktı. Bu hâdise ona Mâlik-i Dînâr (Dînâr Sâhibi) denilmesine sebeb oldu.
Mâlik bin Dînâr hazretleri kalan ömrünü Basra’da geçirdi. Güzel halleri ve çok kerâmetleri görüldü. Nefsini hesâba çeker, bir an onu boş bırakmazdı. Basra’nın kuru veya yaş hurmasından yemezdi. Hurma mevsimi geçince; “Ey Basralılar! Benim hâlimi görüyorsunuz. Hurma yememekle bir şeyim eksilmedi. Sizin de hurma yemekle bir şeyiniz artmış değil.” buyurarak nefsini, ibâdeti özler ve yapar hâle getirdi.
Bir gün Basra vâlisi, Mâlik bin Dînâr’a; “Ey Mâlik, bize bu kadar ağır konuşabilmen için sana cesâret veren ve bizi karşı koymaktan âciz bırakan şey nedir biliyor musun? Çünkü sen, dünyâya hiç kıymet, değer vermiyor ve bizden bir şey beklemiyorsun.” demiştir.
Yanına bir köpek gelip oturduğu zaman ona bir şey yapmaz ve kovalamazdı. “Neden kovalamazsın?” denildikte, o; “Bu köpek, kötü arkadaştan daha iyidir; kişinin iyi insanları yanında bulup da doğru yola gitmemesi, kötülük olarak kendisine yetişir.” buyurdu.
Bir gün kendisine; “Dünyâda en güzel kazanç nedir?” dediler. Cevap olarak; “Şu üç şey dünyâda en güzel kazançtır. 1) Allahü teâlânın sevgili kullarının sohbetinde bulunmak ve din kardeşleri ile sohbet etmek, 2) Geceleri teheccüd namazı kılmak ve doya doya Kur’ân-ı kerîm okumak, 3) Allahü teâlâyı hiç unutmayıp, O’nu zikretmek, anmak.” buyurdu.
“Bedbahtlığın alâmeti nedir?” dediklerinde, o; “Şu beş şey bedbahtlığın alâmetidir: 1) Gözün yaşarmaması, 2) Kalbin katı olması, 3) Hayâsızlık, 4) Dünyâya düşkün olmak, 5) Dünyâ için canından endişe etmek. Mümin kimse, Allahü teâlâdan korkar. Başka sözlerden dilini korur.” buyurdu.
Mâlik bin Dînâr hazretleri, Kur’ân-ı kerîmde meâlen;”Şehirde dokuz kişi vardı. İyilik etmez, durmadan fesat çıkarırlardı.” (Neml sûresi: 48) buyrulan Semûd kavmi ile ilgili âyet-i kerîmeyi okur, sonra da; “Şimdi her şehirde durmadan fesat çıkaran nice dokuzlar var ki, hiçbir iyi iş gördükleri de yoktur.” derdi.
Yine bir gün; “Kimin gözü ve gönlü, şu fânî hayattan ebedî hayat için iyi bir ders almamış ise, onun kalbi perdeli ve ameli azdır.” buyurdu.
Mâlik bin Dînâr hazretlerine; “Yağmur duâsına siz de bizimle çıksanız.” dediler. Bunun üzerine o; “Korkarım ki benim yüzümden başınıza taş yağar.” buyurdu.
Çok ibâdet eder ve ağlardı. Mugîre bin Habîb anlatır: “Bir gece Mâlik bin Dînâr hazretleri ile berâberdik. Hemen ibâdete başladı. Daha sonra eliyle sakalını tutup içli iniltilerle sabaha kadar ağladı ve; “Yâ Rabbî! Mâlik’in bu hâline acı.” diye yalvardı.”
Evinde hasır, Mushaf-ı şerîf ve ibrikten başka bir şey bulunmazdı. Bir gün bir tanıdığı ona yeni bir ibrik hediye etmişti. Sabah olunca Mâlik hazretleri ibriği arkadaşlarından birine vererek; “Kardeşim al şu ibriği. Çünkü o, akşamdan beri; “Acabâ birisi çalmasın.” diye kalbimi meşgûl etti.” buyurdu.
Mâlik bin Dînâr hazretleri evinin içinde bir kabir kazdırmıştı. Her gece kabre iner, sabaha kadar orada ibâdet eder ve; “Halîfelik görevi, müminlerin emîri hazret-i Ömer’e verildiğinde o, ne gece ne de gündüzleri uyurdu. Biraz uyuyup istirahat etseniz, denildikte o; “Eğer geceleri uyumuş olsam, kendimi kaybetmiş olurum. Gündüzleri uyusam mesul olduğum şu insanları kaybederim.” buyurmuştur.” dedi.
Bir gün Mâlik bin Dînâr hazretlerine; “Nasıl sabahladınız?” diye soruldu. O; “Âkıbetin Cennet’e mi, yoksa Cehennem’e mi olduğunu bilmediğim halde sabahladım.” diye cevap verdi.
Lüzumsuz konuşmanın zararı hakkında; “Kulun lüzumsuz ve boş sözlerle vakit geçirmesi, kalbi karartır, bedeni zayıflatır, geçim sebeplerini de zorlaştırır.” buyurdu.
Yine buyurdu ki:
“Din bakımından faydalanmadığın kimse ile dostluğu terket. Amellerin en güzeli ihlâsla yapılan ameldir.”
“Âlim, bildiği ile amel etmediği zaman, yağmur damlasının yalçın kayadan kayması gibi, vâz ve nasîhatı gönüllerden silinir gider.”
“Bahar yağmurları yeryüzünü yeşillendirdiği gibi, Kur’ân-ı kerîm de kalbin yağmurudur ve onu canlandırır.”
“Üç şey gönlü öldürür: Çok yemek, çok uyumak, çok konuşmak.”
Mâlik bin Dînâr zamânında iki mecûsî kardeş vardı. Ateşe taparlardı. Bir gün küçüğü büyüğüne; “Ey ağabey! Sen yetmiş üç sene ben ise otuz beş senedir bu ateşe taparız. Gel bakalım kendisinden başkasına tapmadığımız bu ilâhımız bizi yakacak mı? Eğer bizi yakmazsa devamlı ona tapar gideriz. Eğer yakarsa ona tapmayı terk ederiz.” dedi. Büyükçe bir ateş yaktılar. Küçüğü büyüğüne; “İster sen önce elini ateşe koy, ister ben koyayım.” dedi. Büyük de; “Sen önce elini koy.” diye karşılık verdi. Küçük elini ateşe uzatınca; parmağı yandı ve elini geri çekti. Sonra; “Ah! Sana bu kadar sene ibâdet ederim. Sen ise bana eziyet ediyorsun.” dedi.
Sonra ağabeyine; “Şimdi bizi doğru yola ulaştıracak bir delile gidelim.” dedi. İstişâre ile yola çıkıp, Mâlik bin Dînâr’a gitmeye karar verdiler. Onu Basra’da bir yerde insanlara vâz ederken buldular. Onu görünce büyüğü küçüğüne; “Ben müslüman olmayacağım. Zîrâ ömrümün çoğu ateşe ibâdetle geçti gitti. Şâyet müslüman olursam, ev halkımın ve akrabâlarımın beni ayıplamalarından korkarım. Ateşe tapmak, ayıplanmadan bana daha sevgilidir.” dedi. Küçük olan da ona; “Böyle yapma, onların ayıplamaları bir zaman sonra unutulur gider, yok olur. Ateşe tapman ise kalır.” dedi. Fakat büyük olanı bunu dinlemedi. Geri döndü. Küçük kardeş, Mâlik bin Dînâr hazretlerinin yanına gitti. Sonra da çoluğunu çocuğunu getirdi. Onun huzûrunda oturdular. Küçük kardeş başından geçenleri anlattı ve kendilerine İslâmın anlatılmasını istedi. Mâlik bin Dînâr hazretleri onlara, îmânı ve İslâmı anlattı. Tesirli sözleriyle hep birlikte müslümanlığı kabul ettiler. Küçük kardeş ehliyle birlikte huzûrundan ayrılmak istedi.
Mâlik bin Dînâr onlara; “Size yardım olarak müslümanlardan bir şeyler toplayıp vereyim.” dedi. Onlar da istemediklerini bildirdiler ve harâbe evlerine yöneldiler. Döndüklerinde evlerini güzel, bakımlı buldular. İçeriye girdiler. Sabah olduğunda hanımı; “Çarşıya git çalış. Akşam da kazandığınla süt al getir.” dedi. Adamcağız gitti. Lâkin ona kimse iş vermedi. O zaman kendi kendine; “Ben de Allah için çalışırım.” dedi. Orada harâbe bir yerde ibâdet etti. Akşam namazını kılınca eli boş olarak evine döndü.Hanımı; “Niye bir şey getirmedin?” deyince; bugün bir Melik için çalıştım. Lâkin bir ücret vermedi. Yarın veririm dedi, diye söyledi. O gece aç yattılar. Sabahleyin yine çarşıya gitti. İş aradı. Lâkin yine bulamadı. Dünkü yaptığı gibi yaptı.
Akşam da yine eli boş döndü. Hanımının sorusuna yine aynı şeyleri söyledi ve kendisi için çalıştığım Melik, Cumâ günü ödeyecek dedi. Nihâyet Cumâ günü oldu. Çarşıya gitti. Yine iş aradı. Yine bulamadı. İbâdet yerinde iki rekat namaz kıldı. Ellerini semâya kaldırıp; “Yâ Rabbî! Bize İslâmı ikrâm ettin. Hidâyete yönelttin. Bu din hürmetine, bu mübârek gün hürmetine kalbimden çoluk çocuğumun nafaka düşüncesini çıkar. Ben ehlimden hayâ eder oldum. Onların hâlinin değişmesinden korkarım.” dedi. Daha sonra öğle namazı için câmiye gitti. Hakîkaten evlâdı açlık çekiyordu. Bu sırada yoksul adamcağızın evine bir zât geldi ve kapılarını çaldı. Kadın çıktı. Bir de gördü ki yüzü güzel, genç birisi elinde altından bir tabak ve üzeri bir mendil ile örtülü bir şekilde duruyor. Kadına; “Buyurun bu sizindir. Zevcine söyle, zevcinin iki günlük çalışmasının karşılığıdır. Eğer çalışmayı arttırırsa, biz de arttırırız.” dedi. Kadın tabağı aldı.
İçinde bin dinar vardı. Birini alıp sarrafa gitti. Sarraf hıristiyan idi. Altını tarttı. Oldukça ağır geldi. Sonra üzerindeki süslemelere baktı. Onun dünyâ dînarlarından olmayıp, âhiret dînarlarından olduğunu anladı. Kadına dönüp; “Bunu nereden buldun veya kimden aldın?” deyince, kadın, olup bitenleri anlattı. O zaman hıristiyan; “Bana İslâmı anlatıp öğretin.” dedi. Kadın da îmân esaslarını öğretti.Sarraf müslüman oldu. Sonra kadına bin dirhem verdi. Bunları nafaka yap. Bittiğinde bana haber ver.” dedi. Kadın onları aldı. Eve giderken alınacak gerekli şeyleri aldı. Yemek pişirdi.Kocasını beklemeye başladı. O sırada mescidde ibâdetini bitirmişti. Evine dönmek istedi. Mendilini yayıp iki rekat daha namaz kıldı. Sonra mendile birkaç avuç toprak doldurdu. Sonra da kendi kendine; “Eğer hanım benden bir şey sorarsa işte un. Al bununla bir şeyler pişir derim.” düşüncesiyle evine geldi. İçeri girdiğinde her tarafı dayalı döşeli buldu.
Yemekler buram buram kokuyordu. Mendilini kapı eşiğine koydu. Hanımının onu görmesini istemedi. Sonra gördüğü şeylerden sordu. Kadın her şeyi olduğu gibi bir bir anlattı. Adam o zaman şükür secdesine vardı. Kadın da ona mendille getirdiği şeyden sordu. Adam ona; “Getirdiğim şeyden bana sorma?” dedi. Sonra mendili koyduğu yere gitti. Getirdiği toprağı dökmek istedi. İçini açtığında,toprak, Allahü teâlânın izniyle un hâline dönmüştü. Allahü teâlânın ikrâmından dolayı ikinci defâ secdeye vardı. Vefâtına kadar Rabbine ibâdetle sâdık bir kul olarak yaşadı.
Mâlik bin Dînâr hazretleri anlatır: Hacca gitmek üzere yola çıktım. Çölde giderken ağzında bir parça ekmek olan bir karga gördüm. Bunda bir iş var, deyip takip ettim. Bir mağara önünde durdu. İçeri girdi. Ben de öyle yaptım. İçeride elleri ayakları bağlı sırt üzerine yatmış birisi vardı. Karga getirdiği ekmekten parça parça gagasıyla onun ağzına veriyordu. Daha sonra uçup gitti. Bir daha da dönmedi. Adama bu ne hal, dedim. O da; “Hacca gidiyordum. Hırsızlar yolumuzu kesti ve bütün malımızı aldılar sonra gördüğünüz gibi bağladılar ve bu mağaraya attılar. Beş gün aç susuz bu halde kaldım. Sonra Rabbime duâ ettim. Bana bu kargayı gönderdi.Her gün yedirip içiriyordu.” dedi. Sonra adamcağızın bağlarını çözdüm. Yola koyulduk.
Yolda çok susadık. Yanımızda su yoktu. Çölde bir kuyu gördük. Orada ceylanlar vardı. Allahü teâlâya hamd ettik ve işte bir kuyu bulduk diye sevindik. Yaklaşınca, bu sırada kuyunun suyu dibe çöktü. Ceylanlar da uzaklaştılar. Yanımızda ip ve kova yoktu. Biz; “Yâ Rabbî! Ceylanlara ihsan ettin. Biz yüz zira’ uzunluğunda ipe ve kovaya muhtacız.” dedik. O zaman bir ses duyuldu; “Ey Mâlik! Ceylanlar bize tevekkül etmiştir. Biz onları sularız. Siz ise ipe ve kovaya tevekkül etmişsiniz. Siz de onunla su içersiniz” buyruldu.
Câfer bin Süleymân anlatır: “Bir zaman Mâlik bin Dînâr hazretleri ile Basra’da dolaşırken, yeni yapılan bir köşk gördük. Köşkün mîmârı güler yüzlü bir gençti. Yanına varıp selâm verdik. O da selâmımıza cevap verdi. Mâlik bin Dînâr hazretleri ona; “Ey genç! Bu köşkü Allah için versen de Allahü teâlâ da sana Cennet’te bundan daha iyisini ihsân etse.” dedi. Genç kabûl edip; “Kefil olur musun?” deyince, Mâlik hazretleri; “Evet.” buyurdu ve bir kâğıda; “Yâ Rabbî! Bu gence senin için verdiği bu köşke karşılık Cennet’te bir köşk ihsân eyle. Mâlik bin Dînâr bu kuluna kefildir.” şeklinde yazdı ve mektubu gence verdi. Ondan aldığı malı da fakirlere dağıttı. Bir zaman sonra genç vefât etti. Mâlik bin Dînâr hazretleri gencin vefât ettiği gece mihrabına konulmuş mânevî bir mektup buldu. Ona baktığında; “Bu Mâlik bin Dînâr’a bir berâttır. Senin söylediğinden yetmiş kat fazlasıyla gencin köşkünü kendisine teslim ettik.” diye yazılı olduğunu gördü.
Mâlik bin Dînâr hazretleri bir yıl hacca gitti. Haccını tamamladığı gece rüyâsında bir ses işitti; “Yâ Mâlik! Hacca gidenlerden Muhammed oğlu Abdurrahmân affedilmedi.” dedi. Sabahleyin çevresinde Muhammed oğlu Abdurrahmân’ı aramaya başladı. Sordukları kimse ona: “Aradığın kimse Kur’ân ehlidir. Her yıl hacca gelir.” dediler. Araya araya onu bir köşede Kur’ân okurken buldu. Abdurrahmân onu görünce bir âh çekip bayıldı. Daha sonra şöyle dedi: “Beni rüyânda gördün. Bana, Allahü teâlânın beni affetmediğini söylemeğe geldin değil mi?” Mâlik bin Dînâr hazretleri çok şaşırdı. Ona hayret edip sordu: “Sâlihlerden birine benziyorsun. Çok merak ettim. Acaba, Allahü teâlâ seni niçin affetmiyor. Ne günâh işledin?” “Bir Ramazan ayının ilk gecesi idi. İçki içip sarhoş olmuştum. Bu sırada babam beni aramış ve bir yerde yatar bulmuş. Beni çekince ben de sarhoşluktan ona vurup bir gözünü çıkarmışım. O da bana bedduâ etmiş. Ertesi günü ayılınca neler yaptığımı büyük bir üzüntü ile öğrendim. Bütün içki küplerini yok ettim. Kölelerimi âzât ettim. Yaptıklarıma pişman olup, doğru yola girdim. Her yıl böyle hacca gelir duâ ederim. Fakat, her seferinde sizin gibi birisi rüyâmda: “Allah seni affetmedi.” diye söyler.”
Tekrar ağlamaya başladı. Onun bu hâline Mâlik bin Dînâr acıdı, babasını sorup yerini öğrenerek onun yanına gitti. Babası o büyük âlimi görünce şöyle karşıladı: “Hoşgeldin yâ Mâlik!” “Beni nasıl tanıdın?” “Bugün Allahü teâlâya duâ edip, seni görmeği dilemiştim.” “Seni ziyâretimin bir sebebi var.” “Buyurun bir isteğiniz varsa hemen yerine getiririm.” “Farzet ki kıyâmet kopmuş, oğlun Abdurrahmân’ı tutup Cehennem’e götürüyorlar. Onu bu hâlde görsen üzülmez misin?” Bunu duyunca babası ağlamaya başladı. Daha sonra kendine gelip dedi ki: “Sen şâhit ol ki, oğlumun kusurunu affettim ve ona hakkımı helâl ettim.”
Daha sonra Mâlik bin Dînâr, ondan izin alarak oğlunun yanına gidip müjdeyi verdi: “Baban senin suçunu bağışladı. Biraz sonra seni görmeye gelecek.” Bunu duyunca Abdurrahmân ağlayarak tekrar bayıldı. Bu sırada babası geldi. Mâlik bin Dînâr’a ricâ etti. “Oğlumu affettim. Öbür âleme yakın zamanda göçeceğini zannediyorum. Şehâdet getirip rûhunu teslim etsin.” Mâlik hazretleri, şehâdeti telkin etmeğe başladı. Fakat Abdurrahmân cevap vermiyordu. Nihâyet gözlerini açıp, karşısında babasını görünce ona yalvaran bir sesle dedi ki: “Babacığım ne olur, gel sende benim gözümü çıkar ki, kıyâmete kalmasın!” Babası;”Ey gözümün nûru! Ben suçunu bağışladım. Senden râzı oldum.” dedi
Bu sırada Abdurrahmân iki defâ şehâdet getirdi. Mâlik bin Dînâr ona sordu: “Hâlin nasıldır?” “Baygın halde iken başucumda elinde topuz olan bir melek durup bana: “Baban senden râzı değil! Bu topuzla senin başına vuracağım” dedi. Az sonra, başka bir melek gelip yeşil bir mendille gözlerimin yaşını sildi ve dedi ki: “Şehâdet getir! Baban ve Allahü teâlâ senden râzı oldu.” dedi.
Bunları söyler söylemez rûhunu teslim etti.
Mâlik bin Dînâr hazretleri sâlih kimseleri sevmeyi anlatır ve onlara düşman olmaktan sakındırırdı. Bu hususta; “İnsan, kendisi sâlih olmadığı halde sâlihlerin şeref ve haysiyetine dil uzatacak olursa, başka günahı olmasa bile bu ona yeter!” buyurdu.
Mâlik bin Dînâr hazretleri, ömrünü Allahü teâlânın emir ve yasaklarına uyarak, insanlara nasîhat ederek geçirdi. Vefât ettiği gece rüyâda görüldü. Semâ kapıları açılıp birinin; “Dikkat edin Mâlik bin Dînâr Cennet’te iskân edileceklerden oldu.” dediği işitildi.
Sevdikleri, Mâlik bin Dînâr hazretlerini rüyâda gördü ve ona; “Allahü teâlâ sana nasıl muâmele etti?” diye sordular. O; “Rabbimin huzûruna pek çok günâh ile çıktım. Hakkında beslediğim hüsn-i zan sebebiyle hepsini affetti.” buyurdu.
KERÂMET VE MENKÎBELERİ
SON NEFES
Bir gün hasta ziyâretine giderken Mâlik bin Dînâr hazretleri durumu şöyle anlatır: “Hastanın hâlinden, ölüm durumunun yakın olduğu anlaşılıyordu. Kendisine Kelime-i şehâdeti telkin etmek (söyletmek) için uğraştım. Fakat ne kadar uğraştımsa söylettiremedim. O durmadan on, on bir diyordu. Sonra kendisine gelip bana; “Ey üstâdım! Önümde ateşten bir dağ var! Ne zaman şehâdet kelimesini söylemeye çalışsam, bu ateş bana hücûm ediyor.” dedi. Bunun üzerine mesleğini sorduğumda; malını ribâya veren, fâiz yiyen, ölçü ve tartıda hîle yapan biri olduğunu anladım.”
KÜÇÜK ODUN TUTUŞMADAN BÜYÜK ODUNTUTUŞMAZ
Mâlik bin Dînâr hazretleri bir hâtırasını şöyle anlatır: “Bir gün toprakla oynayıp bâzan gülen bâzan ağlayan bir çocuğa rastladım. Önce çocuğa selâm vermek istedim. Fakat kibirden selâm vermedim. Hemen nefsime; “Ey nefis! Peygamber efendimiz büyüklere de küçüklere de selâm verirdi.” diyerek çocuğa selâm verdim. Çocuk; “Ve aleyküm selâm, ey Mâlik bin Dînâr!” diye cevap verdi. Hayret içinde kalarak çocuğa; “Sen beni hiç görmediğin halde nasıl tanıdın?” diye sordum. Çocuk; “Ruhlar âleminde benim rûhumla senin rûhun karşılaştı.
Orada bizi Allahü teâlâ karşılaştırdı.” dedi. Çocuğa; “Akıl ile nefs arasında ne fark var?” diye sorunca, çocuk; “Nefsin seni selâmdan men etti. Aklın ise seni selâm vermeye teşvik etti.” diye cevap verdi. “Sen neden toprakla oynuyorsun?” diye sordum. Çocuk; “Topraktan yaratıldık, yine toprağa karışacağız.” dedi. Ben yine; “Seni bâzan ağlarken, bâzan gülerken görüyorum. Sebebi nedir?” diye sordum. “Rabbimin azâb edeceğini hatırladığım zaman ağlıyorum. Rahmetini hatırladığım zamansa tebessüm ediyorum.” dedi. “Ey oğul! Senin hangi günâhın var ki ağlıyorsun?” diye sorunca, çocuk; “Ey Mâlik! Böyle söyleme. Zîrâ ben, anam ateş yakarken, küçük odun olmadan, büyüklerin tutuşmadığını gördüm.” diye cevap verdi.”
KOMŞUYU ÜZMEK YOK
Mâlik bin Dînâr hazretlerinin yahûdî bir komşusu vardı. Yahûdî evinin helâ çukurunu düşmanlık olsun diye Mâlik hazretlerinin evinin yanına yaptı. Zamanla sızıntı ve pis koku Mâlik hazretlerinin evine sirâyet etti. O her gün sızıntıyı temizler ve pis kokuyu gidermek için güzel kokulu şeyler yakardı. Yahûdî, Mâlik hazretlerinin rahatsız olduğunu anladı. Fakat beklediği şikâyet gelmeyince, çok hayret etti. Bir gün Mâlik hazretlerinin evine gitti. Pis kokuyu duyunca; “Bu ne?” dedi.
O; “Kokulu şeyler yakıyorum.” dedi. Yahûdî; “Hayır bu lağım kokusu. Bak duvardan sızıyor. Niye bana söylemiyorsun?” dedi. Mâlik hazretleri; “Eğer söyleseydim, üzülebilirdin. Bizim dînimizde komşuyu üzmek ve eziyet yoktur. Kavga ve gürültü de olmaz.” buyurdu. Yahûdî, bu sözler karşısında sarsıldı ve; “Bugüne kadar size düşmandım. Şimdi Dîninize hayran oldum. Böyle hükümler ancak İslâm dîninde olur. Ey Mâlik! Îmân etmek istiyorum.” dedi ve Kelime-i şehâdet getirip müslüman oldu.
KAYNAKLAR
1) Vefeyât-ül-A’yân; c.4, s.139
2) Hilyet-ül-Evliyâ; c.2, s.357
3) Meşâhir-u Eshâb-ı Güzîn; s.111
4) Risâle-i Kuşeyrî; s.287
5) Ravd-ül-Fâik; s.18, 74
6) Nevâdir-ul-Âlem; s.23, 33
7) Ravd-ur-Reyyâhîn; s.25, 29
8) Sıfat-üs-Safve; c.3, s.184
9) İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; c.2, s.288
10) Tam İlmihâl Seâdet-i Ebediyye; (49. Baskı); s.1108
11) Rehber Ansiklopedisi; c.11, s.199