ATÂ SÜLEYMÎ
Tâbiîn devrinin büyük velîlerinden. İsmi Atâ es-Süleymî’dir. Basra’da doğdu. Doğum târihi kesin olarak bilinmemektedir. 757 (H.140) senesinden sonra vefât etti.
Atâ es-Süleymî, Eshâb-ı kirâmdan Enes bin Mâlik hazretleriyle görüştü. Hasan-ı Basrî, Câfer bin Zeyd ve Abdullah bin Gâlib gibi zamânın velîlerinden ve başka âlimlerden ilim ve edeb öğrendi. Hadîs-i şerîf ezberledi.
Atâ Süleymî, Allah korkusundan dolayı çok ağlardı. Gözyaşının dindiği günü gören olmadı. Yanına gelen ziyâretçiler etrâfı yaş bulur, abdest alırken su sıçramış sanırlardı. Ağlamaktan gözleri rahatsızlandı. Vâz dinlerken veya bir cenâze gördüğünde düşer bayılırdı. Bir gün ateş dolu bir tandır gördü. Cehennem ateşini hatırlayıp düşüp bayıldı. Binek üzerinde hatırlasa yere yuvarlanırdı. Evine öylece getirilir teslim edilirdi. Bir gök gürültüsü işitse, şimşek çaksa veya şiddetli bir rüzgâr esse; “Bütün bunlar benim gibi bir günahkâr kişinin aranızda olması sebebiyle Allahü teâlâ tarafından gönderiliyor. O ölse bunlar olmayacak ve herkes rahat edecek.” derdi.
O sevdiklerinden bâzılarına; “Bana ruhsat olan (kolaylık ifâde eden) hadîsleri, dînin kolaylığına dâir hükümleri söyleyin ki, üzerimdeki korku hâli biraz hafiflesin” diye ricâda bulunurdu.
Bir gün Bişr bin Mansûr ona; “Büyük bir ateş yakılsa ve bu ateşe giren kurtulacak (başka bir rivâyette Cennet’e girecek) denilse o ateşe kendini atan çıkar mı?” diye sordu. Atâ hazretleri ona; “Kardeşim ben o ateşe kendimi atmayı o kadar isterim. Lâkin sevincimden ateşe yaklaşamadan rûhumun çıkacağını tahmin ederim.” dedi.
Nuaym bin Müverrî anlatır: “Bir gün Atâ’nın yanına varmıştık. Akşam güneş batıncaya kadar; “Keşke anası Atâ’yı doğurmasaydı.” sözünü tekrarlayıp durdu.
Beşir bin Mansûr Sülemî anlatır: Atâ Süleymî bana şöyle dedi: “Ey Beşir! Ölüm peşimde, kabir önümde, gideceğim yer mahşer, geçeceğim yol Cehennem üzerindeki sırât köprüsüdür. Bilemiyorum ki, Rabbim bana ne muâmele yapar?”
Sonra öyle feryâd etti ki, düşüp bayıldı. Uzun zaman öyle kaldı. Ayılınca baktım ki benzi solmuş çok zayıf düşmüştü. Sâlih el-Mürrî’ye gidip hâlini anlattım. Benimle birlikte yanına geldi. Belki bir şeyler yedirip içirebiliriz dedik. Bize; “Şu keçeyi kaldırın.” dedi. Kaldırıp baktık ki altında bir dirhem vardı. Onunla sevik (çorbalık) satın alıp, hazırladık ve ona içirmek istedik. Ağzına aldı. Fakat bir türlü içemedi. Boğazından geçmedi. Ölecek diye korktuk. Dedim ki: “Ey Atâ! Olur mu böyle? Bunu senin için aldık. Hazırlamak için uğraştık.” dedim. Bana dönüp; “Ey Beşir! Onu bana içirirken sıcaklığını hisseder hissetmez meâlen; “Zîrâ (Âhirette kâfirler için) bizim yanımızda bu kapılar ve (içine girecekleri)bir ateş var. Bir de boğaza takılıp kalan bir yiyecek var. Ayrıca acıklı bir azap da var.”(Müzzemmil sûresi; 12-13) buyrulan âyet-i kerîmeyi hatırladım. Böyle yapmamak elimde değildir.” dedi.
Şöyle duâ ederdi. “Allah’ım! Dünyâdaki garipliğime acı. Ölüm ânında bana merhamet eyle. Senin huzûruna çıktığımda rahmetinle muâmele et.”
KAYNAKLAR
1) Hilyet-ül-Evliyâ; c.6, s.215
2) Ravd-ul-Fâik; s.54
3) İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; c.5, s.127