EBÛ BEKR-İ KİSÂÎ DÎNEVERÎ
Dokuzuncu yüzyılın ikinci yarısı ile onuncu yüzyılın başlarında Kûhistan taraflarında yaşayan büyük velîlerden. Kaynaklarda asıl ismi bildirilmemiştir. Ebû Bekr künyesiyle meşhur olmuştur. Kûhistan bölgesinin Irak taraflarında bulunan Dînever köyünde doğduğu için Dîneverî, giydiği elbiseden dolayı Kisâî nisbeleriyle meşhur olmuştur. Doğum ve vefât târihleri bilinmemektedir. Ancak kendisiyle aynı asırda yaşamış olan Cüneyd-i Bağdâdî’nin 910 (H.298) senesinde vefâtından önce âhiret âlemine göçtüğü bilinmektedir.
Zamânının âlimlerinden aklî ve naklî ilimleri tahsîl eden Ebû Bekr-i Kisâî Dîneverî ilimde yetiştikten sonra tasavvufa yöneldi. Büyük velîlerin sohbetlerinde bulunarak tasavvuf yolunda ilerledi. Cüneyd-i Bağdâdî hazretleriyle görüşüp sohbette bulundu. Mücâhede ve riyâzetlerde bulunup, nefsin istediklerine karşı, istemediklerini yaparak Allahü teâlânın rızâsına kavuşmaya çalıştı. Etrafında toplanan insanlara İslâm dîninin emir ve yasaklarını anlatarak onların dünyâ ve âhirette saâdete, mutluluğa kavuşmaları için gayret etti.
Bir sohbeti sırasında buyurdu ki:
“Allahü teâlâya yakınlığın alâmeti, Allahü teâlâdan başkasından bağını kesmektir. Allahü teâlâyı tanıyan O’ndan ümidini kesmez. Nefsini, kendisini tanıyan da, kendi yaptığı işleri beğenip kibirlenmez. Rabbini tanıyan O’na sığınır, Rabbini unutan O’nun yarattıklarına sığınır.”
Cüneyd-i Bağdâdî hazretleri, Ebû Bekr-i Kisâî Dîneverî’yi çok severdi.Hattâ bir defâsında; “Ebû Bekr-i Kisâî olmasaydı, ben Irak’ta olmazdım.” buyurdu.
Şeyh Ebû Hayr-ı Askalânî hazretleri, Ebû Bekr-i Kisâî’nin mânevî derecesinin yüksekliğini bildirmek için; “Ebû Bekr-i Kisâî uyurken yanından geçenler, onun kalbinin Kur’ân-ı kerîm okuduğunu işitirlerdi.” buyurdu.
Ebû Bekr-i Kisâî Dîneverî, Cüneyd-i Bağdâdî hazretlerine mektuplar yazarak suâller sorar, cevaplar alırdı. Cüneyd-i Bağdâdî hazretleri ona yazdığı mektuplardan birisinde şöyle buyurdu:
“Ey kardeŞim! “Kİyamet günü mallar boŞ bİrakİldİ?İ zaman” (Tekvîr sûresi, dördüncü âyet-i kerîme) yerin neresidir? Evler yıkıldığı, dağların uçuşup bulutlar gibi yürümeye başladığı, denizlerin taştığı, güneşin nûrunun kaybolup simsiyah olduğu, dağların yerle bir olup, yeryüzünün boş bir toprak hâline getirildiği, göklerin gülyağı gibi eriyip değirmen taşı gibi döndüğü zaman ne yapacaksın? Görülecek yer bulunmadığı zaman nereye bakacak, haber alınacak yer olmayınca nereden haber alacak, sabır ve teselliye imkân olmadığı zaman nasıl sabredeceksin? Öyle ise, şimdiden durmadan ağla, o zaman ağlama ve sızlamanın bir faydası yoktur. Çocuğunu kaybeden bir kadının döğünerek ağladığı gibi ağla. Seni yalnız bırakıp giden büyüklere kıymetli dostlara ağla. Fırsatcıların meydanı boş bulmasına, fırtınaların ortalığı dehşete vermesine ağla. Seni o dehşetli günlerde kimin kurtaracağını, nereden gelip nereye gideceğini düşün ve ağla!..
İnsanlara acımak lâzımdır. Onlara anlayamayacakları şeyleri söylemek, onlara acımanın icablarından değildir. Allah sana rahmet etsin, diline sâhib olmalısın. İnsanlara anlayabilecekleri şeyleri söyle. Anlayamayacakları şekilde hitâb etme. Çünkü, insanlardan bilmedikleri ve anlamadıklarına düşman olmayan pek azdır. İnsanlar ipleri salıverilmiş develer gibidir. İçlerinde yük yüklemeye ve binilmeye yarayanı yoktur. Cenâb-ı Hak, âlimleri ve hikmet sâhiplerini rahmet olarak yaratmış ve onları kulları üzerine rahmet olarak dağıtmıştır. Sen de çalış ve başkalarına rahmet ol. Sen halkın durumuna uygun bir halde aralarına gir ve onlara anlayacakları şekilde söyle. Böyle yapman, hem kendin, hem de onlar için daha hayırlıdır. Allahü teâlânın selâm, rahmet ve bereketi üzerine olsun.”
Cüneyd-i Bağdâdî hazretleri ona yazdığı mektupların eline ulaşmamasından ve ehil olmayan kimseler tarafından okunup yanlış anlaşılmasından korkardı. Bir defâsında yazdığı bir mektupta buyurdu ki: “Ey Ebû Bekr! Bu mektubu sana yazarken, Allahü teâlâya çok hamd ediyor, O’ndan dünyâ ve âhirette af ve âfiyet diliyorum. Senden bana birçok mektup geldi. Orada yazdıklarını anladım. Beni sana cevap yazmaktan alıkoyan şey, senin hatırına gelen ve senin endişe ettiğin şey değildir. Beni sana mektup yazmaktan alıkoyan şey, mektubumda yazdıklarımın, senin bilgine sâhib olmayan birinin eline geçebilmesi endişesidir. Çünkü bir müddet önce İsfehan halkından bâzı kimselere bir mektup yazmıştım. Mektubum açılmış, kopyası alınmış, onda yazılan bazı şeyler o insanlara yabancı gelmiş. Onların yanlış anladıklarını düzeltmek beni hayli yordu. İşte onlara böyle yük olmak ve insanları şüpheye düşürmek endişesi beni bundan alıkoydu.”
Cüneyd-i Bağdâdî hazretlerine yazdığı son mektuplardan birinin cevaplarını vefâtından önce yok etti. Cüneyd-i Bağdâdî rahmetullahi aleyh, onun vefâtını duyunca; “Keşke yazdığım cevapları yok etseydi.” buyurdu. Yok ettiğine dâir haber gelince memnun oldu. Şeyhülislâm Abdullah-ı Hirevî hazretleri; “O, mektubunun halkın ve sultânın eline geçeceğinden korkmadı. Doğru yoldan sapmış tarîkatçıların eline geçmesinden korktu. Çünkü onlar, orada bildirilen meseleleri anlayamadıklarından halkın felâketine sebeb oldukları gibi, bunları dünyâlık toplamada kullanabilirlerdi.” buyurdu.
KAYNAKLAR
1) Tabakât-ı Ensârî; s.268
2) Nefehâtü’l-Üns; s.128
3) El-Lüma; s.311
4) İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; c.3, s.135, c.8, s.287