Hayat baştan sona imtihanlarla doludur. Kâ’b bin Mâlik, babasının tek oğlu olup hâli vakti yerinde idi. Arabistan’ın ileri gelen şâirlerinden biri idi. Hz. Kâ’b, Ensar’dandı. İkinci Akabe Biatı’nda bulunmuş, Bedir Savaşı dışında Peygamberimizle birlikte bütün harplere katılmış kahraman bir sahabiydi. İslâmiyetin Medine’de hızla yayılmasından sonra yapılan ikinci Akabe bey’atma katılmış ve orada Müslüman olmuştu. Peygamberimizin şâirlerinden olan Hz. Kâ’b, Hicretin 50. yılında Hz.Muâviye’nin hilâfeti zamanında 77 yaşında iken vefat etti.
KA’B B. MALİK
(Suçunu Rasûlullah’a itiraf edince, Allah da onun tövbesini kabul etti.)
Müslümanlar Tebuk gazasında BizanslIlarla savaşa gitmeye çağrıldığında o, ilk defa Rasûlullah’la (s.a.v.) cihada gitmekten geri kalıyordu. Onun geri kalması (gitmemesi), elli gün, gönlünün huzurunu, sinirlerinin sakinliğini ve içinin rahatlığını gideren zor bir imtihandı. Çünkü bu süre içinde canı sıkkın, gamlı ve üzgün olarak yaşadı. Allah onun tövbesini kabul edip hoşnut olacak mıydı? Yoksa onu günahkarlar ve isyankarlar topluluğu içinde mi haşredecekti, bilemiyordu.
Onu en çok üzen ve canını sıkan şey, Akabe bey’atının başkalarına bedel olduğuna inanmasına rağmen Bedir savaşı hariç bütün savaşlarda Rasûlullahın (s.a.v.) yanında bulunduğu ve ilk müslüman olduğu halde, uzun süre cihat ederek ömür sürdükten sonra, münafıklar, zayıflar ve acizler gibi, özürsüz olarak Rasûlullah’la birlikte gitmeyerek başına bu belânın gelmesiydi.
iki gün orduyla birlikte gitmek için eşyasını hazırlamaya çalıştı. Fakat bilmediği bir şeyden dolayı herhangi bir hazırlık yapamadı.
Yolda Peygamber’e ve müslümanlara kavuşma ümidiyle, ordu hareket ettikten sonra tekrar uğraştı ama gönlündeki ağırlıktan dolayı beceremedi. Sadece âciz ve münafıkların görüldüğü Medinede kaldı.
Münafıklar cihattan geri durdular. Çünkü onlar Rasûlullah’ın (s.a.v.) BizanslIlarla askeri bir karşılaşma yapmak için Tebuk’e gittiğini duymuşlardı. Rasûhılah BizanslIların Medine’ ye saldırmak için kalabalık bir ordu hazırladıklarını öğrendi ve düşmanın kendisine Yesrib’te saldırmasını beklemedi. BizanslIlara kendi ocaklarında bir ders vermeyi düşündü. Bundan dolayı, dünyanın en büyük devletiyle savaşa girişmek münafıkların zoruna gitti ve bahaneler uydurmaya başladılar. Peygamber (s.a.v.) ve müslümanlar Tebuk’e inip çadırlarını kurduktan sonra Rasûlullah (s.a.v.) Ka’b b. Malik’i arayıp sordu. Selime oğullarından birisi;
– Allah’ın Rasulü! Onu, iki parça bürdesi içinde, iki tarafa bakınması tutmuş, alıkoymuştur, dedi.
Bunun üzerine Muaz b. Cebel, o sözü söyleyene;
– Sen ne kadar kötü bir şey söyledin. Vallahi, Ya Rasûlallah! Biz onun hakkında hayırdan iyilikten başka bir şey bilmiyoruz, dedi. Rasû-lullah (s.a.v.) susup bir şey söylemedi.
BizanslIlar müslümanların durumunu ve savaşa hazırlandığını öğrendiler. Onlar, müslümanların savaştaki cesaret ve kahramanlıklarını daha önce duymuşlardı. Selâmeti (esenlik içinde olmayı) müslümanlarla savaş yapmaya tercih ederek hemen sınırlarının gerisine çekildiler. Böylece artık BizanslIlarla askeri bir karşılaşmaya gerek kalmamıştı. Çünkü BizanslIlar bir yönden Şam (Kuzey Arabistan) içine çekilmişler, diğer yönden de sınır boyundaki beldeler Rasûlullah’la (s.a.v.) birer anlaşma imzalamışlardı.
❖
Peygamber (s.a.v.) ve müslümanlar Tebuk’ten döndüler.
Rasûlullah (s.a.v.) bir seferden geldiği zaman, önce mescide gidip orada iki rekat namaz kılar, sonra da halkla birlikte otururdu. Bu seferde de böyle yapıp oturduğu zaman, Tebuk seferinden geri kalanlar yanına gelerek özür dilemeye ve özürlerini yeminle desteklemeye başladılar. Bunlar seksen küsur kişiydiler. Rasûlullah (s.a.v.), onların dış yüzlerine ve yeminlerine bakarak özürlerini kabul ediyor, iç yüzlerini de Allah’a havale ediyordu.
Daha sonra Ka’b b. Malik gelip ona selâm verdi Rasûlullah (s.a.v.) öfkeli bir şekilde güldü. Ka’b’ın oturmasını istedi ve Ka’b onun önüne oturdu. Rasûlullah (s.a.v.) ona;
– Seni geride bırakan nedir? Sen, bana yardım etmek üzere Aka-be’de sırtına bey’at yüklenmiş değil miydin?
Ka’b, bütün samimiyetiyle;
– Vallahi, Ya Rasûlellah! Ben, sizden başka şu dünya halkından kimin yanında otursam, ileri süreceğim özürle, mutlaka, onun öfkesinden kurtulurum. Ancak ben sana asla yalan söylemeyeceğim. Gerçekten ben özürsüz olarak geri kalıp katılmadım, dedi.
Rasûlullah da (s.a.v.);- İste Ka’b, doğru söyledi. Kalk! Allah senin hakkında hükmünü verinceye kadar bekle, diye cevap verdi.
Ka’b ayrıldıktan sonra Selime oğullarından bazı kişilerle karşılaştı ve onlara;
– Bu duruma düşen benim gibi birisi var mı? diye sordu.
Ona;
– Evet, iki kişi daha vardır. Onlar; Murara b. er-Rabi ile Hilâl b. Umeyye’dir, dediler.
Ka’b;
– O, ikisi salih kişidirler, dedi.
Bu üçünün cezası; Rasülullah’ın onlarla konuşulmasını yasaklaması oldu. Medine’de herkes onlarla alakasını kesip konuşmadı.
Murara ile Hilal evlerine çekilip halkın içine hiç çıkmadılar. Fakat Ka’b b. Malik mescitte namaz kılıyor, çarşıda yürüyor ama konuşacak kimse bulamıyordu.
Bir gün, Şam’dan, Nabatlı birisi yiyecek satmak için Medine’ye gelir ve Ka’b’ı sorar. Nabatlı, Ka’b’la buluşunca ona Gassan hükümdarı tarafından gönderilen bir mektup verir. Mektupta; Ka’b için, hakaret ve horlanma yeri haline gelen Medine’yi terkedip Gassan hükümdarının yanına gitmesi yazılıydı. Ka’b mektubu yakıp;
– Bu da, öbürü gibi bir belâ ve imtihandır. Müşriklerden biri beni mi umuyor? dedi.
Ka’b, bu halde elli gece bekledi. Sonra ona ferahlık geldi. Allah, Ka’b, Murara ve HilaPin tövbelerini kabul etmişti. Onlar hakında şu ayetleri indirmişti; “Allah sıkıntılı bir zamanda bir kısmının kalpleri kaymak üzere iken Peygamber’e uyan muhacirlerle Ensar’ın ve Peygamberin tövbelerini kabul etti. Tövbelerini, onlara karşı şefkatli ve merhametli olduğu için kabul etmiştir. Bütün genişliğine rağmen yer, onlara dar gelerek, nefisleri kendilerini sıkıştırıp Allah’tan başka sığınacak kimse olmadığını anlayan, savaştan geri kalmış üç kişinin tövbesini de kabul etti. Allah tövbe ettikleri için onların tövbesini kabul etmiştir. Çünkü o tövbeleri kabul eden, merhametli olandır.”1
Savaştan geri kalan üç kişinin tövbesini Allah’ın kabul ettiğine dair Rasûlullah’a vahiy gelince, Allah’ın kendilerine olan nimetin, onlara duyurulmasını emretti. O sırada Ka’b, Sel’ dağındaki bir çadırda oturuyordu. Haberi duyar duymaz secdeye kapandı. Hemen, bütün
1 Tevbe, 117-118.
malını Allah ve Rasûlünün rızası için sadaka olarak verdiğini arzetmek üzere Rasûlullah’a koştu. Rasûlullah (s.a.v.) onun bu teklifini kabul etmedi… Ka’b bu arada şunu söyledi;
– Vallahi, Allah’ın bana verdiği nimetler içinde, beni İslâm dinine hidayetinden sonra, bence, Rasûlullah’a (s.a.v.) doğru söylemekten, ona yalan söyleyip de helâk olmuş bulunmamaktan daha büyük bir nimet vermemiştir.1