EBÜ’L-ABBÂS EL-MÜLESSEM
Mısır’da yetişen evliyânın büyüklerinden ve kelâm âlimi. İsmi Ahmed olup, babasınınki Muhammed’dir. Künyesi Ebü’l-Abbâs ve lakabı Ziyâüddîn’dir. Devamlı yüzünü peçe ile örttüğü için el-Mülessem diye tanınır. Mısır’da Nil sâhilinde bulunan Kûs ve Saîd şehirlerinde ikâmet ederdi. Doğum târihi bilinmemektedir. 1274 (H.672) senesinde Kûs şehrinde vefât etti. Orada bulunan dergâhının bahçesinde defnolundu. Kabrini ziyâret edenler, mübârek rûhâniyetinden feyz almaktadırlar.
Talebelerinin en büyüklerinden olan Abdülgaffâr bin Nûh, El-Vahîd fî Ehl-it-Tevhîd kitabında, hocasının kerâmetlerini uzun yazmıştır. Bu kitapta zikredildiğine göre, Ebü’l-Abbâs el-Mülessem garib hâller ve kerâmetler sâhibi idi. Dünyâya düşkün olmamak, Allahü teâlâdan gâfil bulunmamak için kıldan yapılmış bir elbise giyerdi. Gömlek ve aba gibi diğer elbiseleri, bu kıldan yapılmış elbisenin üzerine giyerdi.
Orta boylu, yakışıklı, hoş sohbetli bir zât idi. Yanına bir şey sormak için biri gelse, daha o kimse söze başlamadan, suâlinin cevâbını söylerdi. Devâmlı ibâdet ve tâatle, Kur’ân-ı kerîm okumakla meşgûl olurdu. Geceleri de ibâdet eder, bir an ibâdetten uzak kalmazdı. Kendisini sevenlerin evlerine gider, onları sevindirirdi. Yolda yürürken bile Kur’ân-ı kerîm okur, boş durmazdı. Kendisini ziyârete gelenleri, babalarının ve dedelerinin isimleriyle hitâb ederek ve hepsi için duâ ederek karşılardı. Acem, Irak, Çin ve başka yerlerden gelenleri de böyle isimleriyle hitâb ederek, baba ve dedelerinin isimlerini söyleyerek karşılardı. Gelenlere memleketlerinden haber verir. “Akrabâlarınızdan falanca kimse bizi severdi” derdi. Talebelerinden Abdülgaffâr, Ebü’l-Abbâs’a bir şey sormak istese veya onu görmek arzu etse, bu düşünce hatırından geçer geçmez, Ebü’l-Abbâs hazretleri o sırada orada olsa da, olmasa da, Abdülgaffâr’a görünür, onun arzusu böylece yerine gelmiş olurdu.
Abdülgaffâr bin Nûh şöyle anlatır: “Sâlihlerden biri bana geldi ve Ebü’l-Abbâs hakkında insanlar arasında söylenen bâzı şeyleri kendisine sormamı istedi. Söylentiler, Ebü’l-Abbâs’ın, Yûnus aleyhisselâmın kavminden olduğu ve İmâm-ı Şâfiî’yi görerek onun arkasında namaz kıldığı idi. İnsanlar arasında böyle bir şâyia yayılmıştı. Bu sırada bir çocuk geldi ve; “Ebü’l-Abbâs evdedir, seni çağırıyor.” dedi. O esnâda elbisemi yıkamıştım. Başka elbisem de yoktu. Hemen üzerime bir şeyler giyip hocamın evine gittim. Selâm verdim ve oturdum. Ona Mekke’de olanları sordum. Onun her sene hac yaptığına inanıyordum. Zîrâ her hac mevsiminde ortadan kayboluyor, hac mevsimi geçmeyince de ortalarda görünmüyordu. Hacda ne olduğunu sorunca, olanları anlattı. Bundan sonra o sâlih kimsenin sorduğu şeyi düşündüm. Bu daha hatırıma gelir gelmez, bana döndü ve; “Ey genç! Ben, Yûnus aleyhisselâmın kavminden değilim. İmâm-ı Şâfiî’ye gelince, o ne zaman yaşadı? Onun vefâtından sonra çok zaman geçti. Onun zamânında Câmi-i Mısır yoktu ve Kâhire de küçük bir yer idi” buyurdu. Bunu iyice anlamak istedim ve “İmâm-ı Şâfiî Muhammed bin İdrîs’in arkasında namaz kıldınız mı?” dedim. Tebessüm etti: Buyurdu ki: “Uykuda ey genç, uykuda ey genç” diyor ve tebessüm ediyordu. O zaman hocamın rüyâda İmâm-ı Şâfiî’nin arkasında namaz kıldığını anladım.
Abdülgaffâr isimli talebesi Hicaz’a gitmek istedi. Ebü’l-Abbâs’dan izin istedi. Şimdilik yola çıkmasının uygun olmadığını bildirip izin vermedi. Gönlünde şiddetli bir sıkıntı vardı. Bir gece, dar bir yolda karanlıkta yürüyordu. Birden bire göğsünde bir el gördü ve sıkıntısı geçti. Baktığında o zâtın, hocası Ebü’l-Abbâs olduğunu gördü. Sonra; “Ey evlâdım! Berâber gitmek istediğin kâfile esir oldu. Hacıların seyâhat ettikleri gemi battı, boğuldular. Sen ise, sözümüzü dinleyip onlardan ayrı gittiğin için kurtuldun.” buyurdu.
Ebü’l-Abbâs hep ibâdetle meşgûl olurdu. Gündüzleri Kur’ân-ı kerîm okur, geceleri namaz kılardı. Babası doğuda sultan idi. Bir defâsında kendisine talebelerinden biri; “Ey efendim! Filan kimse, filan gün ölecek, filan gemi batacak ve benzeri şeyleri söylüyorsunuz. Hâlbuki peygamberler böyle şeyleri söylemezlerdi. Onlar kemâlleri ve kuvvetleri ile berâber, ancak kendilerine emredileni söylerlerdi. Evliyânın nûru, peygamberlik nûrunun bir damlasıdır. Niçin bu sözleri söylüyorsunuz?” dedi. Hocası ona dönüp tebessüm ederek; “Ey Genç! Bu benim irâdemle, isteğimle değildir?” buyurdu.
Bir gün, kendisini fıkıh âlimi zanneden bir kimse, Ebü’l-Abbâs’ın büyüklüğünü inkâr edici sözler söyledi. Ona; “Ey fakîh! Sen başkasını bırak kendi hâlinle meşgûl ol! Ömrünün bitmesine yedi gün kaldı. Öleceksin!” buyurdu. O kimse, bu hâdiseden bir hafta sonra vefât etti.
Rivâyet edilir ki, Ebü’l-Abbâs’ın bulunduğu şehrin kâdısı, onun büyüklüğünü inkâr ederdi. Bir gün, onun hakkında zabıt tuttu. Tuttuğu zabtı, dolabına koyup kilitledi ve anahtarını da yanına aldı. Ebü’l-Abbâs’a da haber gönderip, güneş doğarken mahkemede hazır olmasını emretti. Ertesi gün güneş doğarken, Ebü’l-Abbâs kâdı efendinin yanına geldi. Kâdı, hazırladığı zabtı çıkarmak için dolabı açtığında, akşam koyduğu zabtı yerinde bulamayınca, hayret etti. Anahtarı kimseye vermemişti. Zabtı kim alabilirdi? Bu hâlde iken Ebü’l-Abbâs cebinden, kâdı efendinin akşam dolaba kilitlediği zabtı çıkardı, ve; “Senin dolabından bu zabtı almaya gücü yeten Allahü teâlâ, senin kalbinde bulunan îmânı da almaya kâdirdir. Eğer Allahü teâlânın velî kullarına karşı gelir, büyüklüklerini inkâr edersen, sana cezâ olarak kalbinden îmânı çıkartabilir.” buyurdu. Bu hâl karşısında kâdı çok mahcûb olup tövbe etti ve Ebü’l-Abbâs’ı muhâkeme etmek düşüncesinden vaz geçti.
Talhâ isminde bir zâtın hanımı anlatır: “Bir gün efendim bana, yarın eve Ebü’l-Abbâs hazretlerinin geleceğini, bunun için yemek hazırlamamı söyledi. O günlerde hâmile idim. Bir iş yapmaya mecâlim yoktu. Canım sıkıldı ve yine bana iş çıktı diye üzüldüm. O gece rüyâmda, ateşten bir kuyu gördüm. Dün Ebü’l-Abbâs hazretleri hakkında düşündüğüm uygunsuz şeyler sebebiyle, o kuyuya atılmak üzere iken uyandım. Önceki düşüncelerime pişman oldum ve bundan sonra kendisine çok muhabbet ettim.”
Necmüddîn isminde birisi bir yere gidiyordu. Yolda Ebü’l-Abbâs el-Mülessem’e rastladı. Bineğine onun da binebileceğini söyledi. Ebü’l-Abbâs teşekkür edip kabûl etmedi. Necmüddîn de süratle ilerleyip gideceği yere vardı. Orada Ebü’l-Abbâs hazretlerinin kendisinden çok önce şehre vardığını öğrendi. Onun bu kerâmetine şâhid olduktan sonra, ona olan muhabbeti ve bağlılığı fazlalaştı.
Ebü’l-Abbâs el-Mülessem bir defâsında uyuyordu. Uyandığında, rengi solmuş, benzi sararmış ve korku içinde idi. Sebebi sorulduğunda şöyle anlattı: “Rüyâmda Cehennem’i gördüm. Cehennem meleklerinin reîsi olan Mâlik bana; “Sen burada ne arıyorsun? Sen Cehennem ehlinden değilsin.” dedi. Böyle olduğu hâlde, bana çok yumuşak konuşup, hoş davrandığı hâlde, onun heybetinin fazlalığından bu hâle geldim.”
Ebü’l-Abbâs’ın geleceğe âit hayret verici keşifleri vardı. Olacak diye haber verdiği şey, Allahü teâlânın dilemesiyle, bildirdiği gibi olurdu. Bunları kendi irâdesi, düşüncesi ile söylemediğini, Allahü teâlâ tarafından kalbine ilhâm olunduğunu, bildirildiğini söylerdi.
Buyurdu ki: “Allahü teâlâya yaklaşmak yolunda bulunan bir velî, Resûlullah efendimize olan hürmet, muhabbet ve bağlılığı, O’nu anlaması, O’nun bildirdiği İslâmiyet yoluna sımsıkı sarılması, hürmette kusûr etmemesi ve O’nun edebi ile edeblenmesi nisbetinde velîdir. Başka şekilde ilerlemek bu yolda mümkün değildir.”
Zecr-ül-Müfterî alâ Ebü’l-Hasen-i Eş’arî isimli eseri vardır.
KERÂMET VE MENKÎBELERİ
EĞER EVLİYÂ İSE
Kûs şehrinde bir grup kimse, Behâüddîn isminde bir zâtın evinde toplanmışlar, sohbet ediyorlardı. Sohbet esnâsında Kâdı Izâb isminde bir zat, Ebü’l-Abbâs el-Mülessem hazretlerinin kerâmetlerinden bahsediyordu. Orada bulunanlardan birisi, bu sözlere îtirâz ederek: “Bize böyle sözleri söyleme. Eğer o, hakîkaten sâlih bir zât ise, kerâmet sâhibi ise, hemen şu anda buraya gelir” dedi. Orada bulunanlardan bâzıları bunu tasdîk ederek aynı şeyi istediler. Ebü’l-Abbâs o sırada, uzakta bir yerde bulunuyordu. Onlar, bu sözleri söyler söylemez. Ebü’l-Abbâs hazretleri içeri girip; “Selâmün aleyküm.” dedi. Meclistekiler Ebü’l-Abbâs’ın selâmını aldılar ve onun bu kerâmetinden dolayı hayrette kaldılar. Ebü’l-Abbâs orada bulunan ve kendisine îtirâz edip, büyüklüğünü inkâr edenlere dönerek; “Aleyhimde konuştunuz.” buyurup, ayrılıp gitti. Orada bulunanların hayret ve teaccübleri daha da arttı.
NEREYE EVLÂDIM
Abdülgaffâr bin Nûh anlatır: “Bir gün Ebü’l-Abbâs sohbet ediyor, biz de dinliyorduk. Sohbeti dinliyenler çok büyük zevk alıyorlardı. O sırada ileride bir genç de abdest alıyordu. Abdestini bitirdikten sonra, Ebü’l-Abbâs o gence; “Nereye ey evlâdım! diye sordu. O da; “Câmiye, namaz kılacağım.” diye cevap verince, Ebü’l-Abbâs; “Ben namazı kıldım.” buyurdu. Talebelerin yanından hiç ayrılmadığına göre, namazı ne zaman kılmış olabileceğini düşünen bir talebesi hemen mescide gitti. İnsanlar mescidden çıkıyorlardı. Cemâate hocasını sordu. İçeride olduğunu, namazdan sonra biraz sohbet ettiğini, onun için biraz geciktiklerini söylediler. Bunun kerâmet olduğu anlaşıldı. Yâni o, Allahü teâlânın izni ile bir anda hem namazda bulunmuş, hem de talebesi yanında görünmüştü.”
KAYNAKLAR
1) Câmiu Kerâmât-il-Evliyâ; c.1, s.308
2) Tabakât-ül-Kübrâ; c.1, s.157
3) Tabakât-üş-Şâfiîyye; c.8, s.35
4) Hüsn-ül-Muhâdara; c.1, s.521
5) Mu’cem-ül-Müellifîn; c.2, s.141
6) Tabakât-ül-Evliyâ; s.420
7) El-Vahîd fî Sulûki Ehl-it-Tevhîd (Süleymâniye Kütüphânesi Es’ad Efendi kısmı No: 1794, Lâleli kısmı No: 1583/2)
8) İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; c.8, s.206
9) Brockelman; Sup-1, s.490
EBÜ’L-HASAN KÛSÎ
Evliyânİn büyüklerinden. İsmi Ali olup, babasİnİnki Humeyd (veya Ahmed)’dir. Künyesi Ebü’l-Hasan’dİr. Mİsİr’da, Nil Nehri sâhilinde bulunan Kûs kasabasİndandİr. Buna nisbetle Kûsî denilmiŞtir. Do?um târihi bilinmemektedir.
Ebü’l-Hasan el-Kûsî hazretleri, o zamanda bulunan evliyânİn en büyüklerinden Abdürrahîm el-Kİnâvî hazretlerinin dâmâdİ ve en üstün talebesi idi. Zâhirî ve bâtİnî birçok ilimleri ondan ö?rendi. Ayrİca; İbn-i Dakîk-il-İyd (Muhammed bin Ali el-KuŞeyrî), Ebû Yahyâ bin Şâfiî, Ebü’l-Kâsİm el-Meragî gibi meŞhur âlimlerin sohbetlerinde bulunup, kendilerinden ilim ö?rendi. Kendisinden ise; Ebû Yahyâ, Yûsuf bin Muhammed bin Ali Ebû İshâk bin Adîs, İlmüddîn Ebû Tâhir İsmâil bin İbrâhim bin Câfer el-Menfelûtî ve baŞka âlimler ilim ö?rendiler.
Ebü’l-Hasan el-Kûsî hazretleri, hâli ve yaŞayİŞİ insanlara örnek, fazîletler ve kerâmetler sâhibi çok yüksek bir zât idi. Tasavvuf ehli olan büyük zâtlarİn sohbetlerinde çok bulunurdu. Babasİ, elbise ve kumaŞ boyacİlİ?İ yapardİ. O?luna da; “Bana yardİm etmiyorsun, gidip sûfîlerin sohbetinde bulunuyorsun.” diyerek sitem ediyordu. Bir gün Ebü’l-Hasan, boyanacak elbiselerden birini, boyanİn içine batİrdİ. Babasİ, hiddetlenip; “Ne yaptİn? O elbise, o boya ile boyanmayacaktİ. Elbisenin sahibine ne cevap verece?im?” diye çİkİŞtİ. Ebü’l-Hasan, elbiseyi boyanİn içinden çİkarİnca, esvabİn o boyanİn renginde olmayİp istenilen renge boyandİ?İnİ gördüler. Babasİ, bu hâli görünce o?lunu serbest bİraktİ. Sûfîlerin sohbetlerinde bulunmasİna hiç mâni olmadİ.
Talebelerinden Ebû Abdullah Muhammed bin Ahmed el-KureŞî, Ebü’l-Hasan Kûsî’nin hizmetinde bulunuyordu. Memleketi, bulundu?u yere çok uzaktİ ve dokuz aydİr âilesinden hiç kimseyi görmemiŞti. Kendilerini çok özlemiŞti. Kİnâ Şehrinde, Ebü’l-Hasan hazretlerinin hânekâhİnda bu düŞünceler içinde iken, birden bire Ebü’l-Hasan ona; “Âile efrâdİnİ çok özledin de?il mi?” deyince; “Evet.” cevâbİnİ aldİ. Onu bir odaya götürdü. Gözlerini kapamasİnİ emretti. Kapadİ. Biraz sonra; “BaŞİnİ kaldİr!Gözlerini aç!” buyurdu. Gözlerini açtİ?İnda, kendini memleketindeki evinin önünde buldu. Halbuki, Kİnâ Şehri ile memleketi arasİ 15 günlük yol idi. Eve girdi. Çoluk çocu?u ile görüŞtü. Bir gün kaldİ. Evindekiler ile berâber iki defâ yemek yedi. Annesine de, evin ihtiyaçlarİ için 20 dirhem para verdi. AkŞam ezânİ okununca evden çİktİ. Allahü teâlânİn izni ile, bir anda kendini Kİnâ Şehrindeki hocasİnİn hânekâhİnda buldu. AkŞam namazİndan sonra Ebü’l-Hasan ona iltifât ederek; “Arzu ve iŞtiyâkİn, özlemin geçti mi?” diye sorunca; “Evet efendim.” dedi. Bir ay sonra Ebü’l-Hasan ona tekrar izin verdi. Bu sefer normal yürüyerek memleketine geldi. Evindekiler onu görünce çok sevindiler. Önceki geliŞinde, kendilerinden habersiz ayrİldİ?İ için onu çok merak etmiŞler ve bir yerlerde ölmüŞ olabilece?ini düŞünmüŞlerdi. O, kendilerinden özür dileyerek lâfİ kesti ve hocasİnİn bu kerâmetini kendileri hayatta iken hiç kimseye anlatmadİ.
İlmüddîn İsmâil bin İbrâhim el-Menfelûtî Şöyle anlattİ: “Bir gün hocam Ebü’l-Hasan Ali bin Humeyd ile berâber deniz kenârİnda bulunuyorduk. Hocam abdest alİyordu. Birden bir feryâd iŞittik. Bir kargaŞalİk meydana geldi. Sebebini sorduk. Timsahİn, kİyİda duran bir adamİ yakalayİp, denizin içine do?ru götürdü?ünü söylediler. Baktİk, timsah yakaladİ?İ kimse ile berâber, kİyİdan uzaklaŞİyordu. Hocam, timsaha; “Dur!” buyurdu. Timsah oldu?u yerde kaldİ. Sonra hocam; “Bismillâhirrahmânirrahîm.” diyerek, deniz üzerinde yürüdü. Timsahİn yanİna vardİ. “O adamİ bİrak!” dedi. Timsah adamİ bİraktİ. Sonra timsahİn üzerine elini koydu ve “Öl!” dedi. Timsah o anda öldü. Sonra o adama; “Haydi, kİyİya git.” buyurdu. Adam; “Bu kabarİk dalgalar arasİnda kİyİya nasİl giderim?” dedi. Hocam ise; “Sen kİyİya do?ru git! Hiçbir Şey olmaz. Deniz de sana bir Şey yapamaz. Çünkü bu yol senin için kurtuluŞ yoludur.” dedi ve kendisi de berâber, karada yürüyor gibi, deniz üzerinde yürüyerek sâhile geldiler. Orada bulunan herkes hocamİn bu kerâmetini gördü.”
Büyük hadîs âlimlerinden Abdülazîm-i Münzirî hazretleri diyor ki: “Ebü’l-Hasan Kûsî ile 1209 (H.606) yİlİnda Kİnâ Şehrinde karŞİlaŞtİm. Onun bereketli sohbetlerinde bulunanlarİn hallerinin de?iŞti?ini, bunun açİkça belli oldu?unu gördüm. Talebe yetiŞtirmekte pek mâhir idi. Kendisinden birçok kimse istifâde etti. Allahü teâlâ, onun vâsİtasİ ile pekçok kimseye hidâyet, kurtuluŞ nasîb etti.”
Bir defâsİnda Ebü’l-Hasan Kûsî yedi kiŞilik yemek hazİrlattİrdİ. Bu yemekten yüze yakİn kimse yedi ve yemek hepsine yetti. Hattâ bir mikdâr da arttİ.
Ebü’l-Hasan Kûsî sohbetinde bulunmak ve kendine talebe olmak için biri geldi?inde, baŞİnİ önüne e?erek bir müddet düŞünür, Allahü teâlânİn izniyle, kalp gözüyle o gelen kimsenin Levh-ül-Mahfûz’daki hâlini görür, ona göre, talebeli?e kabûl eder veya geri gönderirdi.
Yine bir gün bir kimse gelerek sohbetinde ve hizmetinde bulunmak istedi?ini söyledi. Ebü’l-Hasan Kûsî o kimseye; “Bizim yanİmİzda sana verebilece?imiz bir vazîfe yok. Ancak, istersen her gün bir ba? halfâ (kandİrma) otu getirirsen, hizmette bulunmuŞ olursun.” buyurdu. O kimse; “Peki.” deyip ayrİldİ. Her gün ora?İnİ alİp gider bir ba? halfâ otu getirirdi. Bir zaman sonra usanİp, bu iŞi terketti. Rüyâsİnda kİyâmetin koptu?unu ve kendisinin ateŞe düŞmek üzere oldu?unu ve Ebü’l-Hasan hazretlerinin hânekâhİna getirdi?i bir ba? halfânİn, ateŞ ile kendisi arasİnda set, siper oldu?unu gördü. O halfa ba?İ kendisini ateŞten uzaklaŞtİrdİ. Ebü’l-Hasan Kûsî’ye gelip gördüklerini anlattİ. Ebü’l-Hasan; “Biz sana ne dedik? Bizim yanİmİzda seni İslâh edecek hizmetin, halfâ taŞİmak oldu?unu söylemedik mi?” buyurdu. Bunun üzerine o kimse istigfâr etti ve eski hizmetine devâm etti.
Ebü’l-Hasan Kûsî 1215(H.612) senesinde baŞka bir rivâyette ise 1216 (H.613) senesinde Mİsİr’da Nil Nehri sâhilinde bulunan ve Kûs’a yakİn olan Kİnâ Şehrinde vefât etti. Ders verdi?i medresenin bahçesine, hocasİ Abdürrahîm el-Kİnâvî’nin yanİna defnedildi. Kabrini ziyâret edip, onun hürmeti için, onu vesîle ederek yapİlan duânİn kabûl olundu?u çok görülmüŞtür.
Rivâyet edilir ki: “Biri, Ebü’l-Hasan hazretlerinin türbesine yakİn bir yerde, çirkin bir günah iŞlemek üzereydi. Tam bu sİrada, Ebü’l-Hasan hazretlerinin kabrinden; “Ey Filân! Bu iŞi yaparken Allahü teâlâdan hayâ etmiyor musun?” diyen bir ses duyuldu. Böylece o kimse, büyük günah iŞlemekten vazgeçti.
KERÂMET VE MENKÎBELERİ
KADİR GECESİ
Ebü’l-Hasan Kûsî’nin talebelerine ders verdi?i bir hânekâhİ vardİ. Her gün ve gecesinde bir defâ hânekâha giderek, talebelerinin hâllerini kontrol ederdi. Bir Ramazân-İ Şerîfin son gecesi yine hânekâha geldi?inde, talebelerden birisinin a?ladİ?İnİ görüp, sebebini sordu. Talebe; “Efendim! Bu gece rüyâmda, bu gecenin Kadir gecesi oldu?unu müŞâhede ettim. Herkesi secde ediyor gördüm. Ben de secde etmek istedim. Fakat bütün gayretlerime ra?men secde edemedim. Sanki karnİmda demirden bir direk vardİ ve e?ilemiyordum. Bu demir direk, secde etmeme mâni oluyordu.”
Talebenin bu anlattİklarİnİ dinleyen Ebü’l-Hasan, tebessüm edip buyurdu ki: “Evlâdİm! Bunun için hüzünlenme, korkma!O demir bir direk gibi secde etmene mâni olan Şey, senin içine bizim tarafİmİzdan konulmuŞ bir Şeydir. Senin gördü?ün o hâl, Şeytânî bir hâldir. E?er secde etseydin, Şeytan senin içine girmek için yol bulmuŞ olacaktİ.” Bu sözleri dinleyen talebe; “Bu hâlin böyle oldu?unu ben nereden bileyim. Hâl gerçekten bu anlatİlan gibi midir?” diye düŞündü. Hâtİrİna gelen bu ve bunun gibi Şüpheye yer veren düŞünceler içindeyken, Ebü’l-Hasan o talebeye: “Ben sana böyle söylüyorum. Yoksa delîl mi istiyorsun?” buyurdu. Bundan sonra da sa? elini uzattİ. Talebe, hocasİnİn sa? elinin meŞrİka kadar uzandİ?İnİ gördü. Sonra sol elini uzattİ. O da magribe kadar uzandİ. Sonra sa? elini sol eline do?ru yaklaŞtİrdİ. O kadar ki, iki elinin birleŞmesi için arada çok az bir mesâfe kalmİŞtİ. Nihâyet iki eli arasİnda gördü?üm nûr, insan Şeklinde duruyordu. Benim nûr Şeklinde gördü?üm o Şey, Şimdi siyah ve çok çirkin bir Şekildeydi ve Ebü’l-Hasan’a kendisini bİrakmasİ için yalvarİyordu. Ebü’l-Hasan ellerini biraz daha yaklaŞtİrdİ. O elindeki acâib Şeyin ba?İrmasİ, feryâdİ daha da fazlalaŞtİ. Nihâyet, o i?renç ve çirkin Şekil bir duman hâline geldi. Havada yok olup gitti. Bu hâli müŞâhede edip gören talebenin gönlüne gelen îtirâz ve Şüphe Şeklindeki düŞünceler artİk yok oldu.
KAYNAKLAR
1) Câmiu Kerâmât-il-Evliyâ; c.2, s.163
2) Hüsn-ül-Muhâdara; c.1, s.516
3) Şezerât-üz-Zeheb; c.5, s.52
4) Tabakât-ül-Kübrâ; c.1, s.161
5) Tabakât-ül-Evliyâ; s.452
6) İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; c.8, s.235