Tabiînden olup, tefsîr, fıkıh âlimi ve meşhûr rü’yâ tâbircisi. İbni sirin hayatı boyunca bir çok esere sahip rüya yorumcusu olarak güzel ahlakı ve terbiyesiylede bir çok gönülleri feth etmiş büyük bir alimdir. Asıl adı Muhammed bin Sîrîn, künyesi Ebû Bekr’dir. Babasının adı Sîrîn olup, Resûlullahın ( aleyhisselâm ) hizmetçisi ve Ensâr-ı kiramın büyüklerinden Enes bin Mâlik’in azatlı kölesidir. Annesi Safiye de Müslümanların göz bebeği Hazreti Ebû Bekir’in âzâdlısıydı. Basralı’dır. 33 (m. 653) senesinde doğup, 110 (m. 729) senesinde vefât etti.
MUHAMMED B. ŞÎRÎN
“Takvası fıkhındah, fıkhı takvasından üstün Muhammed b. Şîrîn’den başka hiç kimseyi görmedim.”
– Murîk El-Iclî –
Şîrîn, Enes b. Malik (r.a.) onu hürriyetine kavuşturduktan ve mesleği ona bol ve iyi kazanç getirir olduktan sonra dininin yarısını tamamlamaya (evlenmeye) karar verdi… O sağlam tencereler yapan usta bir bakırcıydı…
Safiyye adında, müminlerin emîri Ebu Bekir’e ait bir cariyeyi almak istemişti…
Safiyye, gençliğinin baharında, yüzü ve gönlü parlak, huyu güzel, onu tanıyan bütün Medineli kadınlar tarafından sevilen bir cari-yeydi.
Kadınlardan onu en çok sevenler Hz. Peygamber’in (s.a.v.) hanımları, özellikle de Hz. Aişe’ydi.
Şîrîn Müminlerin emîrine gitti ve azatlı cariyesi Safiyye’yi istedi.
Hz. Ebu Bekir (r.a.) kızına talip olan kişinin halini araştıran şefkatli baba gibi cariyesine talip olan kimsenin dinini ve ahlâkını araştırmaya başladı…
Bunda bir gariplik yoktu. Çünkü Safiyye, Ebu Bekr’in çocuğu demekti. Bütün bunlardan başka o, Allah’ın kendisine verdiği bir emanetti…
Sîrîn’in durumunu ve hayatını sıkı bir şekilde araştırıp takip etmeye başladı.
Onu sorduğu kişilerin başında Enes b. Malik vardı. Enes ona şu cevabı verdi:
“Ey müminlerin emîri! Safiyye’yi ona ver. Ona bir zarar gelmesinden kork. Ben Sîrîn’i ancak dini sağlam, ahlâkı güzel ve mert bir kimse olarak tanırım…
Sîrîn’in benimle münasebeti, Halid b. el-Velîd’in onu kırk kişiyle birlikte Aynu’t-temr1 savaşında esir edip Medine’ye getirdiğinde başlamıştı…
Şîrîn benim payıma düşmüş…
Ben de onun payına düşmüştüm…”
Hz. Ebu Bekir (r.a.) Safiyye’nin Sîrîn’le evlenmesini uygun görmüştü.
Şefkatli bir babanın sevgili kızına iyilik yaptığı gibi ona iyilikte bulunmaya karar verdi ve onun evliliği için Medîne’deki genç kızlardan pek azına nasip olan bir düğün yaptı.
Onun düğününe ashab-ı kiramdan büyük bir topluluk katılmıştı.
Onların arasında, Bedir savaşına katılan on sekiz sahabî vardı…
Onun için Resûlüllah’m (s.a.v.) vahiy kâtibi Übeyy b. Ka’b dua etmişti…
Orada hazır olanlar onun duasına amîn demişlerdi…
Kocasıyla zifafa gireceği zaman Safiyye’yi müminlerin annelerinden üçü süslemişti…
Anne ve babaya, yirmi yıl sonra Tabiin’in en büyük isimlerinden ve müslümanların benzersizlerinden birisi olan bir erkek çocuk verilmesi bu mübarek evliliğin semerelerindendi. İşte o çocuk Muhammed b. Sîrîn’di.
Geliniz, bu yüce tabiînin hayat hikâyesini başından itibaren alalım…
Muhammed b. Şîrîn müminlerin emîri Osman b. Affan’ın hilafetinin bitmesinden iki sene önce doğmuştu.
Köşelerinin her yerinden takva ve dindarlık kokusu yayılan bir evde terbiye edilmişti…
Akıllı çocuk erginlik çağına yaklaşınca Resûlüllah’ın (s.a.v.)ımescidinin Zeyd b. Sabit, Enes b. Malik, Imran b. el-Husayn, Abdullah b. Ömer, Abdullah b. Abbas, Abdullah b. ez-Zübeyr ve Ebu Hureyre gibi hayatta kalan sahabîler ve büyük tabiîlerle dolu olduğunu gördü.
Susuz kimsenin pınara atıldığı gibi onlara atıldı. Onlardan Allah’ın kitabı konusundaki ilimlerini, Allah’ın dini konusundaki anlayışlarını, kafasını hikmet ve ilimle, ruhunu doğruluk ve hidayetle dolduran Resûlüllah’ın (s.a.v.) hadislerini aldı…
Daha sonra bu aile biricik oğullarıyla birlikte Basra’ya gitti ve o-rayı vatan edindi…
Basra o gün, genç, taze bir şehirdi…
Müslümanlar onu Hz. Ömer’in halifeliğinin sonlarında kurmuştu.
Orası, Irak ve Iran halkından Allah’ın dinine bağlı müslümanların ekseriyetini temsil ediyordu.
Allah yolunda savaşan müslüman orduların askerî bir merkeziydi…
Orası, Irak ve Iran halkından Allah’ın dinine girenler için eğitim ve öğretim merkezlerinden birisiydi…
Orası, sanki ebediyyen yaşayacakmış gibi dünya için, yarın ölecekmiş gibi ahiret için çalışan ciddi İslâm toplumuna ait bir tabloydu…
Muhammed b. Şîrîn, Basra’daki yeni hayatında birbirine paralel iki yola girdi.
Gününün yarısını ilim ve ibadete…
Diğer yarısını da kazanmaya ve ticarete ayırmıştı.
Sabah olup dünya Rabbinin ışığıyla parlayınca öğretmek ve öğrenmek üzere Basra camiine…
Gün yükselince camiden alış veriş yapmak üzere çarşıya giderdi.
Gece olup karanlık çökünce evinin mihrabına durur, Kur’an cüzlerinin üzerine eğilir, Rahman’ın korkusundan gözünün ve kalbinin yaşlarıyla ağlardı…
Ailesi ve yakın komşuları, şah damarını koparacak şekilde ağlamasını duyduklarında ona acırlardı.
Alış-veriş için gündüz çarşıda dolaşırken, halka daima ahireti hatırlatır, onlara dünyayı tarif ederdi…
Onlara etkili, orijinal sözler söyler ve Allah’a yaklaştıracak şeyleri gösterir, aralarında çıkan anlaşmazlıkları çözerdi…
Zaman zaman onlara heybet ve vakarından hiçbir şey kaybetmeksizin perişan gönüllerinden kederi silen tatlı sözler söylerdi…
Azîz ve Celîl olan Allah ona hidayet ve iyi hal vermiş, ona kabul edilirlik ve tesirli olmayı lütfetmişti…
Dalgın ve gafil bir halde olan halk çarşıda onu gördüklerinde, dalgınlıklarından uyanırlar, Azîz ve Celîl olan Allah’ı hatırlarlar, keli-me-i tevhîd ve tekbîr getirirlerdi…
Günlük hayatı, insanlar için en iyi yol göstericiydi… ticaret yaparken iki durumla karşılaşsa, dünyasına dokunan bir zarar olsa bile, dîni için sağlam olanı alırdı…
Dinin sırlarını anlamadaki titizliği, helâl ve helâi olmayan şeylere bakmadaki doğruluğu, onu, zaman zaman insanlara garip gelen bazı davranışlara sevk ederdi…
Bunlardan birisi şöyledir: Bir adam -yalan olarak- onda iki dirheminin olduğunu iddia etti…
O da o adama iki dirhemi vermeyi kabul etmedi…
Adam ona: “Yemin eder misin?” dedi.
Halbuki adam, iki dirhem yüzünden onun yemin etmeyeceğini zannediyordu.
Ibn Şîrîn: “Evet” dedi ve yemin etti.
Halk ona şöyle dedi:
“Ebu Bekir! İki dirhem yüzünden mi yemin ediyorsun?!
Halbuki dün senden başka kimsenin şüphelenmediği bir konuda şüphe duyup kırk bin dirhemi bırakan kişisin sen…”
O da: “Evet, yemin ediyorum…
Çünkü, haram olduğunu bile bile ona haram yedirmek istemiyorum.”
Ibn Sîrîn’in toplantıları, hayır, iyilik ve öğüt toplantılarıydı…
Birisi onun yanında bir kötülükle anıldığında, hemen onu bildiği iyi bir haliyle anardı.
Birisi öldükten sonra Haccac’a1 sövdüğünü duyunca ona dönüp şöyle demiştir:
“Sus, kardeşimin oğlu!
Haccac Rabbine gitti…
Sen Azîz ve Celîl olan Allah’ın huzuruna geldiğin zaman dünyada işlediğin en basit günahın sana Haccac’ın işlediği en büyük günahtan daha ağır olduğunu göreceksin…
O gün her birinizin kendine yetecek durumu olacaktır.
Ey kardeşimin oğlu! Bil ki, Azîz ve Celîl olan Allah, Haccac’a haksızlık eden kimselerden onun hakkını aldığı gibi, Haccac’ın haksızlık ettiği kimselerin hakkını da ondan alacaktır…
Bugünden sonra birisine sövmekle kendini meşgul etme…”
Birisi ticaret için yolculuğa çıkarken onunla vedalaşmaya geldiğinde ona şöyle derdi:
“Kardeşimin oğlu! Azîz ve Celîl olan Allah’tan kork…
Sana helâl yoldan takdir edileni ara… Bil ki, eğer onu helâl olmayan yoldan ararsan, sana takdir edilenden daha fazlasını elde e-demezsin.”
Muhammed b. Sîrîn’in Emevî valilerine karşı hakikati haykırıp Allah Resûlü ve müslümanların imamları için samimi nasihatlarda bulunduğu meşhur davranışları vardı.
Bunlardan birisi şöyledir. Emevîlerin büyük adamlarından Kufe ve Basra’nın valisi Ömer b. Hübeyre onun ziyaretine gelmesini bildirdi. Yeğeniyle birlikte onun yanına gitti.
Muhammed b. Şîrîn gelince vali onu buyur etti, onlara ikramda bulundu. Vali, Ibn Sîrîn’e dîni ve dünyevî birçok konuda soru sorduktan sonra şöyle dedi:
“Memleketinin halkını ne halde bıraktın, Ebu Bekir (Muhammed Ibn Şîrîn)?!” dedi.
Ibn Şîrîn ona şu cevabı verdi: “ Onları aralarında zulüm yayılmış, sen de onları unutmuş bir halde bıraktım…”
Yeğeni buna omuz silkti…
Ona dönüp şöyle dedi: “Onlardan sorumlu olan sen değilsin, ama ben onlardan sorumluyum…
O da şahitliktir…”
“Şahitliği gizlemeyin. Kim onu gizlerse, şüphesiz kalbi günah işlemiş olur.”1
Toplantı sona erince Ömer b. Hübeyre onu karşılarken gösterdiği saygıyla uğurladı…
Ona, içinde üç bin dînar bulunan bir kese gönderdi. Ama Ibn Şîrîn onu almadı.
Yeğeni ona şöyle dedi:
“Seni valinin bağışını almaktan alıkoyan nedir?!”
Şöyle cevap verdi: “Bana hakkımdaki iyi zannından dolayı bağışta bulundu.
Eğer ben, onun zannettiği gibi iyi kimselerdensem bana kabul etmemek yaraşır…
Eğer zannettiği gibi değilsem, bunu kabul etmemek benim için daha uygundur…”
Azîz ve Celîl olan Allah Muhammed b. Sîrîn’in azim ve sabrını denemek istedi ve onu müminlerin karşılaştıkları işkence ve eziyetlerle karşılaştırdı…
Bunlardan birisi şöyledir: Bir defasında o, veresiye kırk bir dinara bir yağ satın almıştı…
Yağ tulumlarından birini açınca, içinde kokmuş ölü bir fare buldu.
Kendi kendine şöyle dedi:
“Yağların hepsi aynı yerde sıkılmıştı. Pislik sadece bu tuluma mahsus değildir…
Eğer ben kusuru sebebiyle2 satıcıya geri verirsem belki o yağı halka satar…”
Daha sonra bütün yağları döktü…
Bu olay, başına gelen büyük bir zarardan şikayet ettiği sırada olmuştu…
Boynuna borç bindi. Yağ sahibi ondan parasını istedi ve o da meselenin aslını söylemedi…
Yağ sahibi meseleyi Valiye ulaştırdı. Vali halini düzeltinceye kadar Ibn Sîrîn’in hapsedilmesini emretti.
Uzun zaman hapiste kalınca, gardiyan onun dindarlığını bildiği, çok muttaki ve çok ibadet ettiğini gördüğü için, Ibn Sîrîn’e şöyle dedi:
“Şeyh! Gece olunca ailenin yanına git ve geceyi onlarla birlikte geçir…
Sabah olunca, buraya dön…
Serbest bırakılıncaya kadar buna devam et”
Ona şu cevabı verdi:
“Hayır, vallahi yapamam…”
Gardiyan: “Allah iyiliğini versin, niye?!” dedi.
Ona şu cevabı verdi: “Amire hıyanette sana yardım etmemek için..
Enes b. Malik (r.a.) öleceği zaman, öldükten sonra kendisini Muhammed b. Şîrîn ‘in yıkamasını ve namazını onun kıldırmasını vasiyet etti. O hâlâ hapisteydi.
Enes vefat edince halk valiye gidip Resûlüllah’ın (s.a.v.) sahabisinin ve hizmetkarının vasiyetini haber verdiler. Vasiyeti yerine getirmek için onun serbest bırakılmasını istediler. İzin verildi.
Muhammed b. Şîrîn onlara şöyle dedi:
“Alacaklıdan izin alınıncaya kadar çıkmam. Ben onun bendeki hakkı yüzünden hapsedildim.”
Alacaklı da ona izin verdi.
Böyle olunca hapishaneden çıktı. Enes’i yıkadı, kefenleyip namazını kıldırdı…
Yine hapishaneye döndü…
Ailesini görmeye gitmedi…
Muhammed b. Şîrîn yetmiş yedi yaşına kadar yaşamıştır…
Ölüm gelince, onu, dünya yükü hafif, ölümden sonrasına ait a-zığı çok olarak buldu…
Büyük kadın abidlerden Hafsa Bint Raşid şöyle anlatır:
“Mervanü’l-Mahmelî bizim komşumuzdu. O çok ibadet eden ve Allah’tan çok korkan birisiydi…
Ölünce ona çok üzüldük. Rüyamda onu gördüm ve şöyle dedim:
“Ebu Abdillah, Rabbin sana ne yaptı?”
Şöyle cevap verdi. “Beni cennete soktu.”
“Sonra ne yaptı?” dedim.
“Sonra Ashab-ı yemin’in (Amel defteri sağ tarafından verilenler) yanına yükseltildim” dedi.
“Sonra ne yaptı?” dedim.
“Sonra Mukarrabin’in yanına yükseltildim” dedi.
“Orada kimleri gördün?” dedim.
“El-Hasenu’l-Basrfyle Muhammed b. Sîrîn’i” dedi.1