AHMED HAMMÂMÎ
Tasavvufda Halvetî yolundan yetişen büyük velîlerden. İsmi, Ahmed bin Ömer Hammâmî Alvânî Halvetîdir. Doğum târihi ve yeri bilinmemektedir. 1608 (H.1017) senesinde Halep’te vefât etti. Makâm-ı Halîl’e bitişik, Şah Velî Türbesi yakınına defnedildi.
Ahmed Hammâmî, Hama’da yetişti. Ebü’l-Vefâ Alvânî’den ilim öğrendi. Sonra, hocasının kardeşi Şeyh Muhammed’in derslerini dinledi. Hocasının vefâtı üzerine, Hama’dan Halep’e geldi ve Meşarika mahallesine yerleşti. Sevîkat-i Hâtem mahallesindeki Şeyh Şem’ûn mescidinde, ilme yeni başlayanlara ders verdi. Elfiye, Şerh-ul-Katr, Nahv, Minhâc okuttu. Gâyet sâde giyinirdi. Hâlbuki çok kıymetli elbise alma imkânı vardı. Sonra Şeyh Ebü’l-Cûd’un derslerine devâm etti. Tefsîr okudu. Cumâ günleri, sabah erkenden, güneş yükselinceye kadar tövbe ve istigfârla meşgûl olurdu. Sonra da cemâatin dert ve sıkıntılarını dinler, herkese ayrı ayrı cevaplar verirdi.
Bir meclis kurup, insanlara, Allahü teâlânın emirlerini ve yasaklarını bıkmadan anlattı. Her sınıftan insan gelerek derslerini dinleyip istifâde ettiler.
Şöyle anlatılır:
“Hocası, Ahmed Hammâmî’ye, mescidin kandillerine yağ koyması için, içinde yağ olan odanın anahtarlarını vermişti. Ahmed Hammâmî de, kandillerdeki yağ bittikçe, ihtiyaç mikdârı yağı Besmele ile koyardı. Uzun zaman bu vazîfeyi sürdürdü. Bir gün çekemeyen biri; “Ahmed bu vazifeyi yapamıyor.” diyerek hocasına şikâyette bulundu. Bunu işiten Ahmed Hammâmî, hocasına gidip, bu vazîfeden affedilmesini arz etti ve odanın anahtarını teslim etti. Aradan bir hafta geçti. O hasedkâr kişi yağın bittiğini söyledi. Ebü’l-Vefâ; “Sübhânallah! Bereket Ahmed’in elinde idi. Anahtarlar onda olsaydı, o yağ senelerce yeterdi” buyurdu.
Eserlerinden bâzıları şunlardır:1) Terviyet-ül-Ervâh, 2) A’zeb-ül-Meşârib fîs-Sülûk, 3) El-Menâkib fit-Tasavvuf, 4) El-Usûl-ül-Alvâniyye, 5) El-Ahlâk-us-Sûfiyye.
KAYNAKLAR
1) Mu’cem-ül-Müellifîn; c.2, s.30
2) Hülâsat-ül-Eser; c.1, s.257
3) El-A’lâm; c.1, s.188
4) Esmâ-ül-Müellifîn; c.1, s.153
5) İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; c.15, s.165
EBÛ BEKR BİN EBÛ VEFÂ
Halep bölgesinde yetişen velîlerden. Hayâtı hakkında fazla bilgi yoktur. Doğum yeri ve târihi belli değildir. Babası Halep’te bir câmide müezzinlik yapan sâlih bir zât idi. Zamânın âlimlerinden ve velîlerinden ders alarak kemâle geldi. Küçük-büyük herkese Allahü teâlânın rızâsı için nasihat etmeye başladı. Âlimlerden, sâlihlerden ve devlet adamlarından birçoğu sohbetlerine gelirdi. Bir ara Şam’a gitti. Orada Muhammed Zağbî ile görüştü. Muhammed Zağbî, dünyâ sevgisini kalbinden çıkarmasını tavsiye etti. O da dünyâlık neyi varsa fakirlere dağıttı. Sohbetlerinde birçok talebe yetişti.
Halep âlimlerinden Şeyh Ömer Faradî, talebeleri ile mantİk ilmini anlatan ŞerhüŞŞemsiye isimli kitabİ okutuyordu. Mevzû karİŞİk hükümler olup, mantİk ilminin en zor konularİndan idi. Şeyh Ömer bir yere gelince durakladİ, uzun müddet düŞündü. Sonra talebelerine; “Birlikte Şeyh Ebû Bekr’in ziyâretine gidelim de gönlümüz, zihnimiz açılsın.” dedi. Talebeleri ile berâber Şeyh Ebû Bekr’in huzûruna gitti. Şeyh Ömer daha bir şey sormadan Şeyh Ebû Bekr bir şeyler anlatmaya başladı. Şeyh Ömer başı önünde anlatılanları dinledi. Şeyh Ebû Bekr’in konuşması bitince, Şeyh Ömer talebeleri ile berâber medreseye döndü. Talebelerine; “Şeyhin anlattıklarını anladınız mı?” diye sordu. Talebeler anlamadık deyince; “Şeyh Ebû Bekr bana takıldığımız dersi anlattı. Karışık kâidelerin şekillerini açıkladı.” dedikten sonra onun anlattıklarını talebelerine îzâh etti.
Bir gün Şeyh Ebû Bekr dergâhda uyuyordu. Yanında bir zât vardı. O sırada bir seveni bir mikdar balmumu getirdi ve; “Bu, Şeyh Efendinindir.” dedi. Şeyhin yanındaki şahıs, Şeyhe gelen mumu kimse görmeden ateşte ısıtıp yumuşattıktan sonra beline koydu. Biraz sonra Ebû Bekr Efendi uyandı. O zâta; “Elbisenin altındaki nedir?” diye sordu. O zât korkup, elbisesini açtı ve belinde bir yılanın sarılı olduğunu gördü. Büyük bir korku ile elbisesini çıkarıp attı. Bu sırada yılan mum olarak yere düştü. Bunun üzerine Şeyh; “Eğer onu alsaydın, seni sokardı.” dedi.
Kilis beldesinden bir kadının oğlu Frenk memleketinde esir düşmüştü. Kadın, Ebû Bekr Efendiye gelip oğlunun kurtulması için duâ istedi. Ebû Bekr Efendi; “Demek ki oğlunun kurtulmasını istiyorsun? Öyleyse bana pirinç ile bir tavuk pişir getir.” dedi. Kadın, pirinç ile bir tavuğu güzelce pişirip, getirdi. Ebû Bekr Efendi; “Kızıl Hamûr!” diye seslendi. Yanına kızıl bir köpek geldi. Tavuğu onun önüne atıp; “Ye!” dedi. Köpek tavuğu yedi. Kadın bunu görünce, özen göstererek hazırladığı yemeğin köpeğe verilmesine üzüldü. Köpek tavuğu bitirince, Ebû Bekr Efendi, asâsiyle işâret ederek; “Haydi şimdi git!” dedi. Köpek dağlara doğru hızla gitti. Aradan bir süre geçince Ebû Bekr Efendi kadına; “Evine dön!” buyurdu. Kadın evine gidince oğlunun kapı önünde durduğunu gördü. Nasıl kurtulduğunu sordu. O da şöyle anlattı: “Frenk memleketinde esirdim. Onlar beni domuz çobanı yaptılar. Domuzların başında çobanlık yaparken, kırmızı bir köpek gelip bana hücûm etti. Korkup kaçmaya başladım. Düşe kalka kaçıyordum. Nihâyet düşüp bayıldım. Ayıldığımda kendimi Kilis yakınlarında buldum.” Akrabâları ve annesi çok sevinçli idi. Annesi bâzı hediyeler alıp, Şeyhin yanına gelmek için yola çıktı. Yolda talebeleri onu geri çevirerek, Şeyhin yanına girmesine izin vermediler. Çünkü Ebû Bekr Efendi bu sırrın yayılmasını istemiyordu.
Ebû Bekr Efendi, 1583 (H.991) senesinde vefât etti. Namazı çok kalabalık bir cemâat tarafından kılındı. Vefât ettiğinde seksen yaşlarında idi. İri vücutlu, yuvarlak yüzlü, sevimli bir simâya sâhipti. İleri yaşlarında kuvvetli ve dipdiri idi. Talebelerini yalnız sözleri ile değil, halleri ve işleri ile de terbiye ederdi. Terbiyesi daha ziyâde hal ile olurdu.
KERÂMET VE MENKÎBELERİ
ALLAHÜ TEÂLÂDAN HAYÂ ETMİYOR MUSUN?
Halep’te Şeyh Hâlid isminde bir zât vardı. Şeyh Ebû Bekr’in büyüklüğüne inanmazdı. Kendisi fakir olup, Ulvâniyye tarîkatı üzere câmide insanlara nasihat ederdi. Fakat Şeyh Ebû Bekr’in hallerini iyi görmez; “O, şerîate aykırı hareket ediyor, onun yanına gitmeyin.” diye devamlı kötülerdi. Bir gün Haleb’e yeni bir vâli tâyin edildi. Vâli, Şeyh Hâlid’in vâzlarını ve iyi hallerini duyunca, onun ziyâretine gitti. Görüştüklerinde ona hâlini, ne ile geçindiğini sorunca, Şeyh Hâlid, serveti, bir maaşı olmadığını, sevenlerin, dostların yardımı ile geçindiğini, kimseden de bir şey istemediğini, mescidde müslümanlara nasihat etmekle meşgul olduğunu söyledi.
Bunun üzerine vâli kulağına; “Beni dinlersen İstanbul’a git. Sultan, hâlini öğrenirse sana maaş bağlar.” dedi. Bu teklif Şeyh Hâlid’in hoşuna gitti. Yol hazırlıklarını yaptığı sırada Şeyh Ebû Bekr ziyâretine geldi. Şeyh Ebû Bekr kimseye gitmezdi. Fakat o gün talebelerine; “Kalkın Hâlidciğin ziyâretine gidelim.” dedi. Mescidin önüne gelince, içeri girmeden kapının önünde durdu. Şeyh Hâlid bu ziyârete çok şaşırdı. Şeyh Ebû Bekr ona; “Sana yaşını sormaya geldim. Bana söyle kaç yaşındasın?” diye sorunca; “Seksen yaşındayım.” dedi. Bunun üzerine Şeyh Ebû Bekr; “Ey Hâlid! Sen bu zamâna kadar hangi gün aç ve çıplak kaldın. Nereye gidiyorsun. Allahü teâlâdan hayâ etmiyor musun?” deyince, Şeyh Hâlid’in gözünden yaşlar akmaya başladı ve; “Beni ayıplama! Ben kararımdan vazgeçtim…” dedi. Şeyh Ebû Bekr’in büyüklüğünü, Allahü teâlânın velî bir kulu olduğunu anlayıp, o günden sonra çok hürmet gösterdi. O güne kadar söylediklerinden tövbe etti.
KAYNAKLAR
1) Menâkıb-ı Ebû Bekr ibni Vefâ (Süleymâniye Kütüphânesi Bağdatlı Vehbi Kısmı, No: 1131)
İBN-İ KAVVÂM
Evliyânın büyüklerinden ve Şafiî mezhebi fıkıh âlimi. İsmi, Ebû Bekr bin Kavvâm bin Ali’dir. 1188 (H.584) senesinde Meşhed-i Sıffîn’de doğdu. Limni şehrine giderek orada ilim öğrendi. İbn-i Kavvâm ismiyle meşhûr oldu. İbn-i Kavvâm, âlim, zâhid, güzel ahlâklı, edepli, verâ, takvâ, tevâzu ve hayâ sâhibi bir zâttı. 1259 (H.658) senesi Receb ayının altısına rastlıyan Pazartesi günü, Haleb’e yakın olan Alem köyünde vefât etti. O köye defnedildi. Vasıyeti gereği, on iki sene sonra Şam’da Kâsiyûn Dağındaki kabristana nakledilip oraya defnedildi. Kabri ziyâret mahallidir. Torunu Muhammed bin Ömer, İbn-i Kavvâm’ın kerâmetlerini anlatan bir kitap yazdı.
Kendisi şöyle anlatır: “Edeb ve tasavvuf yolunu öğrenmeye başladığımız zaman, beni bir takım hâller kapladı. Bunları hocama haber verince, beni konuşmaktan men ediyordu. Yanında bir kamçı vardı. Bana; “Bu mevzuda konuştuğun zaman, seni bu kamçı ile döverim.” buyurdu. Hocam bana, devamlı hayırlı amel işlemeyi emrediyor ve; “Sahib olduğun bu hâllerin hiç birine rağbet etme.” diyordu. Hocamın yanında bulunduğum müddetçe buyurduğu gibi davrandım.
Bâzı geceler hocamın yanında kalıyordum. Âmâ bir annem vardı ve benden başka hizmet edecek kimsesi yoktu. Bir akşam hocamdan, annemin yanına gitmek için izin istedim. Bana izin verdi ve; “Bu gece, sana hayret verici bir iş olacak. Sakın ondan korkma.” buyurdu. Yolda giderken birden semâ tarafından bir ses duydum. Başımı kaldırdım, baktığımda, zincir şeklinde bir nûr vardı. Bu nûr sırtıma dokundu. Sırtımda soğukluğunu hissettim. Sonra hocamın yanına dönerek, olup biteni anlattım. Hocam; “Elhamdülillah!” dedi ve beni alnımdan öptü. Sonra; “Yavrum, senin üzerindeki nîmet tamâm oldu. Bu nûr silsilesinin ne olduğunu biliyor musun?” buyurdu. Ben “Hayır!” cevâbını verdim. Bunun üzerine; “Bu nurdan zincir, Resûlullah efendimizin sünnetidir.” buyurdu. Bu hâdiseden sonra hocam, daha önce bana yasakladığı hâllerle ilgili hususta konuşmama izin verdi.”
Yine kendisi anlatır: “Bir gece Hızır aleyhisselâm bana geldi ve; “Kalk yâ Ebâ Bekr!” dedi. Kalkıp onu tâkib ettim. Hızır aleyhisselâm, beni Resûlullah efendimizin huzûruna götürdü. Resûl-i ekremin huzûrunda; hazret-i Ebû Bekr, hazret-i Ömer, hazret-i Osman ve hazret-i Ali de vardı. Selâm verdim. Onlar selâmıma cevap verdiler. Sonra Resûlullah efendimiz; “Ey Ebû Bekr binKavvâm!” buyurunca; ben de; “Emret yâ Resûlallah!” dedim. Buyurdu ki: “Allahü teâlâ seni, velî, dost kullarından eyledi. Kendi nefsin için neyi istiyorsan onu seç.” Allahü teâlâ, o anda beni cevap vermeye muvaffak kıldı ve; “Yâ Resûlallah! Sizin, kendiniz için seçtiğiniz şeyi seçiyorum.” dedim.
O anda şöyle diyen bir ses işittim: “Öyleyse sana dünyâda yiyeceğin gıdâdan âhiretin sâhibinin elinden (yâni Resûlullah’tan) gelenden başka bir şey vermeyeceğiz.” Resûlullah efendimiz bana; “Ey Ebû Bekr bin Kavvâm! Bize namaz kıldır.” buyurdu. Resûlullah’ın, Eshâbının ve birçok velînin hazır bulunduğu bir mecliste öne geçmeye korktum. Kendi kendime; “İçinde Resûlullah’ın bulunduğu bir cemâatin önüne nasıl geçerim.” diye düşündüm. Resûl-i ekrem buyurdu ki: “Öne geç. Zîrâ senin öne geçmende vilâyet sırrı vardır. Böylece kendisine uyulan bir imâm olursun.” Resûlullah efendimizin emri üzerine, öne geçip iki rek’at namaz kıldırdım. İlk rek’atta Fâtiha’dan sonra Kevser sûresini, ikinci rek’atta Fâtiha’dan sonra İhlâs sûresini okudum.”
Beldenin tüccarlarından biri anlatır: “Amcamla berâber Haleb’e gitmiştik. Daha gençtim. Arkadaşlarımdan biri, beni içki meclisine götürdü. Bana; “İç!” dedi. Tam kadehe uzanıp alacağım zaman, birden karşımda Ebû Bekr bin Kavvâm’ı gördüm. Eliyle göğsüme vurarak! “Kalk ve buradan çık!” dedi.Yüksekçe bir yerdeydim. Birden yüzüstü düştüm. Başımdan ve yüzümden kan akmaya başladı. Amcamın yanına döndüm. Bana; “Bunu kim yaptı?” diye sordu. Ben de olup biteni anlatınca, amcam; “Evliyâsını, sana yardımcı ve seni himâye edici kılan Allahü teâlâya hamd olsun.” dedi.”
Ebü’l-Mecd bin Ebû Senâ şöyle anlatır: “Bir gün Ebû Bekr bin Kavvâm’ın yanındaydım. O anda Necmüddîn Bâderânî Bağdât’tan gelmişti. Halîfe onu kâdılığa tâyin etmişti. Ebû Bekr bin Kavvâm’ın yanına geldi ve ona; “Halîfe beni Bağdât kâdılığına tâyin etti. Ben ise kadılığı istemiyorum.” dedi. Ebû Bekr bin Kavvâm, Necmüddîn Bâderânî’ye; “Kalbini ferah tut. Sen orada hüküm vermeyeceksin.” buyurdu. Aynen Ebû Bekr bin Kavvâm’ın dediği gibi oldu.”
Torunu şöyle anlatır: Bir gün dedem İbn-i Kavvâm hanımına; “Senin oğlun falan yere gitmiş. Fakat eşkıyâlar onu ve arkadaşlarını yakalamışlar.” dedi. Bunun üzerine hanımı ağlamaya başladı ve; “Eşkıyâlar benim oğlumu ve arkadaşlarını öldürürler.” dedi. İbn-i Kavvâm ona; “Hayır, o eşkıyâlar onların canlarına zarar veremeyecekler. Ancak mallarını ellerinden alacaklar ve Allahü teâlânın izni ile yarın falan saatte buraya gelecekler.” dedi. Sabah olunca İbn-i Kavvâm’ın dediği saatte, oğlu ve arkadaşları köye geldiler. Onlara, yolda eşkıyânın ne yaptığını sordular. Onlar da, İbn-i Kavvâm’ın dediğinin aynısını anlattılar. Ben o sırada altı yaşındaydım ve 1258 senesi idi.”
Mikdâd bin Hâmid bin Havle şöyle anlatır: “Bâlis beldesinde Zübeyde Kanalı denilen bir kanal vardı. O kanal, Fırat Nehrinden Bâlis beldesine kadar suyun gelmesini sağlardı. O beldenin halkı kanalın suyundan çok faydalanırdı. Bir süre sonra kanal tıkandı, senelerce tıkalı kaldı. Bâlis beldesinin halkı çok susuzluk çekti. Sonunda kanalın açılması için Sultan MelikNâsır’a mürâcaat ettiler. Sultan Melik, kanalın açılması ve temizlenmesi için emir verdi. Fakat yarısına gelmeden çok masraflı olduğu için, Sultan Melik, kanalın temizlenme işini bıraktırdı. Bir süre sonra İbn-i Kavvâm, bu kanalın açılmasının lâzım olduğunu görerek, talebeleriyle birlikte Fırat Nehrinin kenarına gitti. Bir yer göstererek:”İşte kanalın başı burasıdır.” dedi ve kendisi de kanal açma işinde çalışmaya başladı. Bu durumdan haberdâr olan halk, Allah rızâsı için çalışmak üzere oraya geldiler.
Bir gün kanal açma çalışmalarını sürdürürken, şimşek çakıp gök gürledi. Arkasından iri tâneli dolu yağmaya başladı. Bunun üzerine talebelerinden biri, “Efendim! Bu havada çalışılmaz.” dedi. İbn-i Kavvâm talebesine; “Çalışınız ve kalbinizi ferah tutun.” buyurdu. Sonra buluta işâret etti ve; “Allahü teâlânın izni ile sağa sola dağıl! Allahü teâlânın bereketi sende olsun.” dedi. Bulut sağa sola dağılıp güneş açtı. Oradakiler çalışmalarına devâm ettiler. Beldeye su gelinceye kadar, böyle soğuk hava bir daha olmadı. Kanal temizleme çalışmaları İbn-i Kavvâm’ın gayret ve bereketiyle kısa sürede tamamlandı. O kanala, “Şeyh Ebû Bekr Kanalı” denildi.
Yine bir gün Ebû Bekr binKavvâm’ın yanındaydım. Orada bulunanlardan birisi; “Mütemekkin (şânı şerefi yüksek) insanın alâmeti nedir?” diye sordu. İbn-i Kavvâm’ın yanında çeşit çeşit meyvelerin bulunduğu bir tabak vardı. Suâli sorana dönerek; “Mütemekkin o kimsedir ki, şu tabağa işâret ettiği an, içinde ne varsa harekete başlar.” buyurdu. Bizler tabağın içindeki meyvelerin İbn-i Kavvâm’ın işâreti ile hareket etmeye başladığını gördük.”
Ebû Abdullah anlatır: “Emîr Ehderî bir gün babama şöyle diyordu: Şarka giderken, Melik Kâmil ile berâberdim. Bâlis şehrine gelince, Fahrüddîn Osman ile berâber İbn-i Kavvâm’ı ziyârete gittik. İbn-i Kavvâm, talebeleriyle oturmuş sohbet ediyordu. Biraz sonra bir asker gelip; “Efendim! Bizim bir katırımız ve üzerinde beş bin dirhem para vardı. Onu kaybettik. Bir hayli aramamıza rağmen, bulamadık. Sizden yardım istemeye geldik.” dedi. Ebû Bekr bin Kavvam askere; “Otur!” buyurdu ve; “Allahü teâlânın izni ile inşâallah katırın kapımızın önüne gelecektir, o zaman hayvanını alır gidersin.” dedi. Bir süre sonra İbn-i Kavvâm kalktı ve kapıya doğru gitti.
Dışarıda bir katırın durduğunu gördük. Sâhibi katırı alıp gitti. Biz de sultânın yanına geri döndük. Gördüklerimizin hepsini sultâna anlattık. Sultan onunla görüşmek istedi. Fakat İbn-i Kavvâm’ın bulunduğu beldeye giremiyordu. Onu kendi tarafına çağırmak için Fahrüddîn Osman’ı gönderdi. Fahrüddîn Osman da, İbn-i Kavvâm’a; “Efendim! Sultan sizinle görüşmek istiyor. Fakat bu beldeye girmesine müsâade edilmiyor. Sultan, “Acabâ Şeyh hazretleri bize gelebilir mi? diye soruyor.” dedi. Bunun üzerine İbn-i Kavvâm; “Senin, melikinin yanından ayrılıp, Rum melikinin yanına gitmen olur mu?” diye sorunca, Fahrüddîn Osman; “Hayır!” cevâbını verdi. O da; “Aynen, bizim de dostlarımızı bırakıp onun yanına gitmemiz uygun değildir” buyurdu ve dâveti kabûl etmedi.”
Şemseddîn Hâbûrî şöyle anlatır: “Halep’teki NizâmiyyeMedresesinde okurken, orada bulunanlara Ebû Bekr bin Kavvâm’ı çok medh ederdim. Bâzı fıkıh âlimleri; “O mübârek zâtı gidip görelim. Fıkıh, hadîs ve tefsîr ilminden bâzı şeyler sorup istifâde edelim.” dediler. Bunun üzerine ben, onlarla birlikte Bâlis’e gitmek için yola çıkacağım sırada, bir talebe geldi ve bana; “Ebû Bekr bin Kavvâm sizi çağırıyor.” dedi. Ben ona, İbn-i Kavvâm’ın nerede olduğunu sordum.
O da; “Ebû Feth’in dergâhında.” dedi. Ben, onu görmek isteyenleri de yanıma alarak, Ebû Feth’in dergâhına onunla görüşmeye gittim. İbn-i Kavvâm’ın huzûruna girince, fıkıh âlimlerini göstererek; “Bunların burada ne işi var?” dedi. Ben de; “Sizi ziyâret etmek ve bâzı suâller sormak için geldiler.” dedim. Bunun üzerine İbn-i Kavvâm onların hepsine birer birer baktı. Çok heybetli gözüktüğünden, hiçbirinin konuşmaya cesâreti kalmadı. İbn-i Kavvâm her birinin yüzüne bakarak; “Niçin konuşmuyorsunuz? Niçin suâl sormuyorsunuz?” dedi. Bu soruyu birkaç kere tekrarladığı hâlde, hiç biri suâl sormaya cesâret edemedi. Bunun üzerine İbn-i Kavvâm, sırayla herbirine; “Senin suâlin şu idi, cevâbı da şudur” diyerek, hepsinin suâllerini cevaplandırdı. Bunu gören fıkıh âlimlerinin hepsi tövbe ve istigfâr ettiler.”
İbrâhim bin Ebû Tâhir Betâihî anlatır: “Babam Şam’da vefât ettiği zaman, talebeleri bana; “Sen, SeyyidAhmed hazretlerinden icâzet, diploma getirmeden babanın yerine geçemezsin.” dediler. Bunun üzerine, Seyyid Ahmed’den icâzet almak için Betâih’e gitmek üzere yola çıktım. Bâlis, yolumun üzerindeydi. Bâlis’e geldiğimde, Ebû Bekr bin Kavvâm’ı ziyâret ettim. Bana izzet ve ikrâmda bulundu ve nereden geldiğimi ve niçin Betâih’e gideceğimi sordu. Sonra; “Oradaki SeyyidAhmed’den icâzeti kolayca alırsın.” dedi. Ben tekrar yola koyuldum.
Betâih’e vardığım zaman, Seyyid Ahmed’in huzûruna çıktım. Durumu anlattım. Bana zorluk çıkarmadan, icâzetnâme ile bir de seccâde verdi. Şam’a geri dönerken, yolda kalbim İbn-i Kavvâm’ın sevgisi ile doldu. Kendi kendime; “Gidip Ebû Bekr binKavvâm’a talebe olayım.” diye düşünerek, icâzetnâmemi nehire attım ve doğruca onun dergâhına çıktım. Bir süre dersini dinledim. Bir ara bana dönerek; “Yâ İbrâhim, sen benim talebemsin.” buyurdu. Orada bulunanlar sebebini sordular. O da; “Yüzüne bakın.” deyince, hepsi benim yüzüme baktılar. “Ne görüyorsunuz?” diye sorunca; “İki gözünün arasında hilâlden bir nûr görüyoruz.” dediler. Bunun üzerine o; “O nûr, benim talebelerimin işâretidir.” buyurdu. Bundan sonra ona bağlı bir talebe oldum ve ondan ders aldım.
Bir zaman sonra Irak taraflarına gitmek için İbn-i Kavvâm’dan izin istedim. İzin verdiler ve üzerime bir hil’at giydirerek; “Bununla oturduğun zaman, sana gelen kimse bunun sebebi ile sana bağlanır ve sana hizmet eder.” dedi. Hocamın söylediği gibi oldu. Kiminle karşılaştıysam, bana hizmette bulundu. Bir gün Bağdât’a gittim ve bâzı yerlere uğradım. Orada bulunan herkes, bana hizmet etmek için yarıştılar. Bir gün beni bir yere dâvet ettiler. Orada bir Türk ayağa kalkarak; “Arkadaşlar, ben bu zâtın üzerindeki gibi hil’at görmedim.” dedi. Ben de; “O, hocamın hediyesidir.” deyince, oradakiler; “Allahü teâlânın ve onun gibilerin bereketi, bizlerin üzerine olsun.” dediler.”
İsmâil bin Sâlim şöyle anlatır: “Bizim bir mikdar koyunumuz vardı. Koyunlarımızı, bir çoban her sabah otlatmaya götürür, akşamları geri getirirdi. Bir gün yine koyunları otlatmak için götürdü. Fakat akşam olunca koyunları getirmedi. Merak içinde kaldık. Doğruca İbn-i Kavvâm’a gittim. Beni görünce, daha bir şey demeden: “Koyunların mı kayboldu?” diye sordu. Ben de; “Evet!” dedim. Bunun üzerine; “Senin koyunlarını on iki kişi aldı. Sizin çobanı falan yerde bağladılar. Şimdi onlar falan yerde uyuyorlar. Çünkü, Allahü teâlâya onlara derin bir uyku vermesi için duâ ettim. Koyunlarınızdan biri de yavruladı, şu anda yavrusunu emziriyor.” dedi. Hemen İbn-i Kavvâm’ın dediği yere gittik. Her şeyin, anlattığı gibi olduğunu gördük.”
Feleküddîn bin Huzeyme şöyle anlatır: “Bağdât’ın düşman eline geçtiği sene, ben Şam’daydım. Âilem ise Bağdât’ta kalmıştı. Onların durumlarını çok merak ettiğim için, Bağdât’a gitmek üzere yola çıktım. Bâlis’den geçerken, İbn-i Kavvâm hazretlerini ziyâret ettim ve durumu ona anlattım. Bana; “Senin hanımın ve çocuklarının hepsi sağdır. Fakat kardeşin öldürülmüştür. Hanımına bir kimse hizmet ediyor. Onun eşkali şöyle şöyledir. Hanımın falan sokak üzerinde, bahçesinde ağaçlar olan bir evdedir.” dedi. Ben bunları işitince, rahatladım ve yola çıktım. Bağdât’a girince, hiç kimseye sormadan doğruca İbn-i Kavvâm’ın târif ettiği yere gittim. Gerçekten söylediği gibi, hanımımın bulunduğu evin bahçesinde çeşitli ağaçlar vardı.”
İmâm Muhyiddîn bin Nehhâs anlatır: Bir zamanlar, Ebû Bekr bin Kavvâm, Türey’den köyüne gider gelirdi. Köyde küçük bir mescid vardı. O mescidde okunan ezânı ve ikâmeti kimse işitmezdi. Ben, evde kendi kendime; “Köyün güneyine bir câmi yaptırayım.” diye düşündüm. Mescide gidince, İbn-i Kavvâm’ın yanına oturdum. Birden İbn-i Kavvâm bana dönerek; “Yâ Muhyiddîn! Sen neden büyük bir câmi yapmıyorsun?” diye sordu. Ben de; “Efendim! Ben böyle bir şey yapmayı düşünüyorum.” dedim. O da bana; “Câmiyi binâ etmek istediğin yeri bana göstermeden câmiyi yapma.” dedi.
Birlikte câmi yaptırmak istediğim yere gittik. Orada biraz durduktan sonra bana dönerek; “Burada bir ev varmış, o ev yıkılmış ve içindekiler toprağa gark olmuştur.” dedi. Bunun üzerine, oraya câmi yapmaktan vaz geçtim. Bir süre sonra, başka bir iş için orayı eştim. Gerçekten bir ev enkâzı çıktı. İçinde, toplu hâlde ölüler vardı.
Ali bin Saîd Zûreyzir şöyle anlatır: Ebû Bekr bin Kavvâm’dan ilim öğrenmeye başladığım zaman çok gençtim. Bir gün Kudüs’e gitmek istedim. Hocam Ebû Bekr’den izin istedim, vermedi. Sonra; “Evlâdım! Çok gençsin, başına bir şey gelebilir.” dediyse de, ben çok ısrar edince, izin verdiler. Giderken de bana; “Benim himmetim senin üzerinedir. Seni demir kafes gibi muhafaza ederim. Şam’ın Kureyş köyüne vardığında, orada bulunan Ali bin Cemel ismindeki zâtı ziyâret et. Çünkü o, Allahü teâlanın evliyâsındandır.” dedi. Ben de; “Başüstüne!” deyip yola koyuldum.
Kureyş köyüne vardığım zaman, o zâtın evini sordum. Kapıyı çocuklarından biri açtı ve; “Yâ Ali! İçeri gir. Babam bize, bugün Ali isminde, Ebû Bekr bin kavvâm’ın bir talebesi gelecek diye haber verdi.” dedi. Ben evde yokken gelirse, onu içeri alın, beni beklesin.” dedi. Ben de, misâfir odasında Ali bin Cemel’i beklemeye başladım. Ali bin Cemel gelince benimle müsâfeha etti ve; “Biraz önce hocan geldi ve seni bize tavsiye etti. Himmetinin senin üzerinde olduğunu söyledi.” dedi. Geceyi orada geçirdim.
Ertesi gün tekrar yola çıktım. Kudüs’e yaklaştığım sırada, gölgelik altında oturan bir kişi gördüm ve selâm verdim. Selâmımı aldı ve; “Ey genç! Benim yanıma gel, sabahtan beri seni bekliyorum.” dedi. Onun kötü niyetli bir kişi olacağını düşünerek yanına gitmekten çekindim. Bunu fark edince; “Yâ Ali! Hocan Ebû Bekr bin Kavvâm yanıma gelerek, seni bana tavsiye etti.” dedi. Bunun üzerine onunla berâber evine gittik. Birlikte yemek yedik. Namaz vakti gelince; “Gel, Harem’de namaz kılalım.” dedi. Mescid-i Harem’de vakit namazlarını kılıp eve geri döndük. O zât sabaha kadar namaz kıldı.
Sonraki gün ben, İbrâhim aleyhisselâmın kabrini ziyâret için onun yanından ayrıldım. İbrâhim aleyhisselâmın kabri şerîflerine yaklaşırken, karşıma dört soyguncu çıktı, onlardan korktum. O anda yanımda beyaz elbiseli bir kişi belirdi ve; “Sen yoluna devâm et!” dedi. Onların arasından geçerek yoluma devâm ettim. Bana hiçbir şey yapamadılar. İbrâhim aleyhisselâmın kabrini ziyâret ettim ve orada çok duâda bulundum.
Sonra hocamın yanına döndüm. Denildi ki: “Evliyâ, seni huzûruna getiren, ondan ayrı olduğun zaman koruyan, ahlâkı ile senin ahlâkını, edebi ile senin edebini güzelleştirendir.” Hocamın huzûruna girince, bana yolculuğum boyunca, olanların hepsini anlattı ve; “O beyaz elbiseli zât olmasaydı, soyguncular senin elbiselerini bile alacaklardı.” dedi. Ben o beyaz elbiseli zâtın hocam olduğunu anladım.
Zekîyyüddîn Ebû Bekr bin Eyyûb şöyle anlatır: “MoğollarBağdât’ı istilâ ettikleri zaman, amcam ile Halep’teydik. Amcam, Ebû Bekr bin Kavvâm’ın talebelerindendi.Beni Bâlis’e, İbn-i Kavvâm’ın yanına gönderdi ve; “Sen Ebû Bekr bin Kavvâm’ı hiç görmedin, hem onu ziyâret et, hem de Bağdât’taki akrabâlarımız ve mallarımız ne hâldedir? Oğlum Hüseyin ne hâldedir? diye sor.” dedi. Bâlis’e varıp huzûruna girince, bana; “Sen, Ebû Bekr bin Eyyûb musun?” deyince; “Evet!” cevabını verdim. Sonra; “Seni amcan gönderdi. Bağdât’taki akrabâlarının, oğlu Hüseyin’in ve mallarının durumunun ne olduğunu soruyor değil mi?” dedi. Ben, “Evet!” dedim. Bunun üzerine; “Akrabâlarından bâzıları esir düştü. Bâzıları sağ sâlim evlerinde. Bütün malları kapının altındaki kuyuya gömüldüğü için, Moğollar mallarını gasb edememişler. Oğlu Hüseyin ise onların elinde esirdir.” dedi. Bağdât’a gidip gitmeme hakkında hiçbir şey söylemedi. Sonra bana; “Sen Şatîbeyt sarayını tanır mısın?” diye sorunca, “Evet tanırım. Fakat hiç içine girmedim.” dedim. Bunun üzerine; “Şu andaMoğollar o sarayın mallarını talan ediyorlar.” dedi. Ben hemen târihi, saati ve günü bir yere not ettim.
Halep’te sevdiğim genç ve güzel bir kadın vardı. Bir gün onunla tenhâ yerde buluştuk. Beni kendi nefsi için istedi. Fakat reddettim. Bunun üzerine bana bir yüzük verdi. Ben de o yüzüğü parmağıma taktım. Bunu Allahü teâlâdan başka kimse bilmiyordu. Ebû Bekr bin Kavvâm’ın yanından vedâlaşıp ayrılırken, elimi tuttu. Sonra; “Bu yüzük kimindir?” diye suâl etti. Ben utancımdan cevap veremedim. Bana; “Tövbe et oğlum, tövbe et!” buyurdu. Ben de tövbe edip Halep’e varınca, o kadınla bir daha görüşmedim.
Bir süre sonra Bağdât’a gittim. Akrabâlarımızın durumunun Ebû Bekr hazretlerinin söylediği gibi olduğunu gördüm. Amcamın oğlu Moğolların elinde esirdi. Orada birisine, sarayın Moğollar tarafından yağma edildiği günü ve saati sordum. O da; “Şu gün, şu saatte sarayı yağmaladılar.” dedi. Ben de not ettiğim gün ve saatlere baktım. Ebû Bekr bin Kavvâm’ın söylediği saat ve gün olduğunu gördüm.
İbrâhim bin Ebû Tâlib Betâihî anlatır: Bir gün Ebû Bekr bin Kavvâm’ı ziyâret etmek için yola çıktım. Yolda bir kervana rastladım ve onlarla arkadaş oldum. Yol boyunca, içkiden ve içki meclislerinden bahsettiler. Bâlis’e varıp Ebû Bekr bin Kavvâm’ın huzûruna girdim. Beni görünce; “Hayırdır yâ İbrâhim bu hâlin nedir?” dedi. Ben de; “Benim hâlim nasıldır efendim?” dedim. O zaman; “Elinde içki ve âletleri var” deyince, ben de; “Yolda gelirken bir kervandakilerle yol arkadaşlığı yaptım. Onlar devamlı içkiden bahsetmişlerdi. Demek ki konuşmaları bana da tesir etmiş.” dedim. Bunun üzerine Ebû Bekr bin Kavvâm; “Evlâdım, iyi kimselerle bulun. Kötü kimselerden elinden geldiği kadar uzak dur. Çünkü onlarla sohbet, dünyâ ve âhirette yüz karasıdır.” buyurdu.
KAYNAKLAR
1) El-A’lâm; c.2, s.68
2) Şezerât-üz-Zeheb; c.5, s.295
3) Fevât-ül-Vefeyât; c.1, s.224
4) Tabakât-üş-Şâfiiyye; c.8, s.401
5) Câmiu Kerâmât-il-Evliyâ; c.1, s.128
6) Tabakât-ül-Evliyâ; s.486
7) İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; c.8, s.352
8) Menâkıb-ı İbn-i Kavvam Üniversite Kütüphanesi (Arapça) No: 5470
OSMAN HARRÂT
Haleb’de yetişen velîlerden. 1115 (H.509) senesinde Haleb’de vefât etti. Kabri Haleb’deki zâviyesindedir. Tasavvufta Şeyh Kâdı Vecihüddîn hazretlerinin sohbetlerinde kemâle erdi. Hocasını tanıması şöyle olmuştur: Haleb’de kendi işi ile meşgûl iken bir gece rüyâsında etrafı aydınlatan bir meşâle gördü. Bu nur şehre gelip onun dükkanına girdi. Sabah namazı vaktinde uyanıp bu rüyâda bir işâret olduğunu düşünüp bakalım ne zuhur edecek diyerek bekledi.
Bu rüyâsından sonra yine önceki gibi işiyle meşgûl olmaya devâm etti. O gün Şeyh Kâdı Vecihüddîn hazretleri hac dönüşü Bağdât’a giderken Haleb’e uğradı. Huzûruna gidip gördüğü rüyâyı anlattı. Rüyâsını tâbir edince, onu evine dâvet edip yemek ikrâm etti. Bu görüşmeleri sırasında ona talebe oldu. Onunla birlikte gitti. Bundan sonra Şeyh Kâdı Vecîhüddîn hazretlerinin sohbetlerinde bulundu. Tasavvufta yetişip kemâle erdikten sonra hocası onu Haleb halkını irşâd etmesi, dinimizin emir ve yasaklarını, güzel ahlâkı anlatması için vazîfelendirdi. O sırada Mısır sultanı, Selâhaddîn Yûsuf bin Eyyûb idi. Bu sultanın Haleb’e tâyin ettiği vâli Emir Muhammed, OsmanHarrât hazretlerine çok hürmet gösterip dostları ve sevenlerinden oldu. Onun için Haleb’de bir mescid ve bir dergâh yaptırdı. Bu dergâhta uzun müddet talebe yetiştirdi. İnsanları irşâd ile meşgûl oldu.
KAYNAKLAR
1) Lemezât; Süleymâniye Kütüphânesi, Hacı Mahmûd Kısmı, No:4536; s.90