ABDULLAH HERÂTÎ
Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî hazretlerinin yetiştirdiği velîlerden. İsmi Abdullah’tır. Herâtlı olduğu için Herâtî veya Hirevî nisbeleriyle meşhûr olmuştur. Doğum ve vefât târihleri kesin olarak bilinmemektedir. Şam’da vefât etti. Kabri Kâsiyun Dağı eteğinde Mevlânâ Halîd-i Bağdâdî hazretlerinin türbesi yanındaki kabristandadır.
Horasan’ın Herât şehrinde dünyaya gelen Abdullah Herâtî, memleketinde çeşitli ilimleri tahsîl edip kendini yetiştirdi. Sonra Allahü teâlânın rızâsına kavuşturacak mânevî yolu gösteren bir rehber aramaya başladı. Bu sırada Irak’ın Süleymâniye şehrinde medresede talebe okutmakta iken aldığı mânevî bir işâretle Hindistan’da bulunan büyük evliyâ Şah Gulam-ı Ali Abdullah-ı Dehlevî’ye talebe olmaya giden Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî hazretleri, yolculuk esnasında Herât’a geldi. Abdullah Herâtî ile karşılaştı. Abdullah Herâtî Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî hazretlerine arkadaş olmak isteyince aralarında şu konuşma geçti:
-Nereye gidiyorsun?
-Evliyânın sultanı, Şâh Abdullah Dehlevî hazretlerine talebe olmaya, onun mânevî feyzlerinden istifâde etmeye ve beni ıslâh etmesi için gidiyorum.
-Ben seninleyim.
Bunun üzerine Mevlânâ Hâlid hazretleri:
-Dönüşümü bekleyin, buyurdu. Abdullah-ı Herâtî;
-Ben Irak’a gider orada sizi beklerim, dedi.
Bu sebeple Musul’a geldi. Orada ilim tahsîli ile uğraştı. Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî, Abdullah-ı Dehlevî hazretlerinin sohbetleriyle şereflenip, insanlara İslâmiyetin emir ve yasaklarını anlatmakla vazîfeli olarak Bağdâd’a, oradan da Süleymâniye’ye geldiği sırada Abdullah-ı Herâtî de Süleymâniye’ye geldi. Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî hazretlerinin hizmetine girip talebesi oldu. Uzun müddet hizmet ve sohbetlerinde bulunup mânevî feyzlerine kavuştu. Tasavvuf yolunda ilerledi ve yüksek evliyalık derecelerine kavuştu. Mevlânâ Hâlid hazretlerinin en önde gelen talebelerinden olup, Süleymâniye, Bağdâd ve Şam’da bulunduğu sırada hizmetinden hiç ayrılmadı. Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî, insanlara Allahü teâlânın emir ve yasaklarını anlatmak, onların dünya ve âhirette kurtuluşa ermelerine rehberlik yapmaları hususunda ona mutlak icâzet ve hilâfet verdi.
Abdullah-ı Herâtî çok sevdiği hocasının yanından ve hizmetinden ayrılmaz, hocası da onu çok severdi. Bu sevgisinin neticesi Abdullah-ı Herâtî’yi Irak’taki mallarını korumak ve fakirlerin haklarını vermekle vazîfelendirdi. Abdullah-ı Herâtî, Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî’nin Irak’taki hububat çeşidi malından ne çıkarsa hepsini toplar, fakirlerin haklarını ayırıp öşürlerini verdikten sonra bir kâfile ile Şam’a yollardı. Bunların eksiksiz yerine ulaşması için son derece ihtimam gösterirdi.
Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî hazretleri vefât ettiği zaman Abdullah-ı Herâtî Süleymâniye’de idi. Mevlâna Hâlid-i Bağdâdî hazretlerinin hilâfet verdiği önde gelen talebelerinden Şeyh İsmâil Enerânî de tâuna yâni salgın vebâ hastalığına tutulmuştu. Hasta halinde, Süleymâniye’de bulunan Abdullah-ı Herâtî’ye haber gönderip, Şam’a gelmesini ve şâhitler huzûrunda, kendi yerine onu halîfe bırakacağını bildirdi. Sonra da şâhitlerin tâuna yakalanmasından korktu. Bu hususta Abdullah Herâtî’ye bir ferman veya icâzet yazılmasını istedi. Arzuladığı icâzete şunları yazdırdı:
Bismillâhirrahmânirrahîm
Âlemlerin Rabbi olanAllahü teâlâya hamd olsun. Peygamberimiz Muhammed aleyhisselâma, O’nun ehline veEshâbının hepsine salât ve selâm olsun. Şimdi… Ben yerime, irşâd ve insanlara İslâmiyetin emir ve yasaklarını anlatmak makamına, sâlih, mücâhid, felâh, kurtuluş bulan, bu zamânın dervişi, ihsan makâmına yükselen, en güzel şekilde evliyâ yolunu izleyen yardımcı efendimiz Şeyh Abdullah Hirevî (Herâtî)’yi oturttum. Onu yerime halîfe bıraktım. Tıpkı, şeyhim, üstâdım, dayanağım, sığınağım, bu varlıkların kutbu Ebü’l-Behâ Ziyâeddîn Mevlânâ Hâlid Nakşibendî Müceddidî’nin beni kendi yerine bıraktığı gibi onu kendi yerime bıraktım.
Kendi usûlüne göre emirler verecek, yasaklar koyacak, diğer halîfe ve müridler ona itâat edeceklerdir. Her kim ona aykırı davranırsa, o bizim yolumuzdan çıkarılmıştır.”
Abdullah-ı Herâtî Süleymaniye’den döndükten sonra yazılı olan icâzeti şifâhen söyledi. Altına da İsmâil Enerânî Hâlidî imzâsını attı. Mevlânâ Hâlid hazretlerinin zamânından kalma kim varsa hepsi bu hilâfeti kabûl ettiler.
Abdullah-ı Herâtî kendisine verilen hilâfeti kabûl etti. Ancak çok sevdiği hocasının vefâtı ve onun en gözde talebesi Şeyh İsmâil Enerânî’nin hastalığı sebebiyle üzüntü ve kedere boğuldu. Fakat kendini çabuk toparladı. Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî hazretlerinin Şeyh İsmâil Enerânî’ye ve onun da kendisine bıraktığı irşad makâmına oturdu. Mevlânâ Hâlid efendimizin âile fertlerinin hizmetini bizzat üzerine aldı. Onların ihtiyaçlarını gidermeye gayret etti. Mevlânâ Hâlid hazretlerinin muhterem hanımları ve oğlu Şeyh Necmeddîn Bağdâd’a gitmek istediğinde Abdullah Herâtî de onlarla beraber Bağdâd’a gitti. Bir müddet kaldıktan sonra Erbil bögesine ve oradan da Şam’a döndüler. Her ne zaman Bağdâd’a ve Erbil’e gidecek olsalardı gittikleri yerlerden onların hâlini hâtırını sormadan edemezdi. Onlara dâimâ saygılı davranırdı. Onlar Şam’a dönüp geldikleri zaman da en uygun nasılsa onların hizmetini görür, hiç bir şeylerini eksik etmezdi.
Büyük evliyâ ve kerâmetler sâhibi olan Abdullah-ı Herâtî hazretleri uzun seneler Şam’da Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî hazretlerinin dergâhında kalıp talebe yetiştirdi. İnsanlara İslâmiyetin emir ve yasaklarını anlatarak onların dünyada ve âhirette seâdete ermelerine vesîle oldu.
Ömrünün sonuna doğru Şam’daki Ümeyye (Emeviyye) Câmiinde hazret-i Hüseyin’in şehîd başının olduğu makamda oturup ibâdet ve zikirle meşgûl idi. Orada oturduğu sırada rahatsızlandı. Bu onun son hastalığı idi. Bunu duyan talebeleri ve halîfeleri onu sağlık üzere bir daha görüp, duâsını almak üzere kâfile kâfile geldiler. Her birisi etrafında pervâneler gibi dönüyor, hizmette ve saygıda kusur etmemeye çalışıyordu.
Halîfeleri, Abdullah-ı Herâtî hazretlerine hastalığının sâkinlediği bir zamanda; “Senden sonra yerine halîfe olarak kime tâbi olmamızı emredersiniz? İrşâd halîfeliğini kime bırakacaksınız?” diye sordular. Abdullah Herâtî hazretleri:
“Bu iş için âlim, Ârif-i Samedânî Şeyh Muhammed Hanî’den başkasını, ondan daha lâyıkını görmüyorum. Ben onda tam mükemmel istikâmetten başka bir hal görmüyorum. Mevlânâ Hâlid efendimiz de vefât edinceye kadar ondan hoşnud idi. Benden sonra ona tâbi olun. Teslimiyet anahtarlarını ona bırakın.” buyurdu.
Bu vasiyeti yaptıktan kısa bir müddet sonra vefât etti. Tekfîn işleri tamamlandıktan sonra cenâze namazı Ümeyye Câmiinde kılındı. Sevenlerinin mahzûn bakışları, duâ ve tekbirleri arasında Kâsiyun Dağı eteğindeki Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî hazretlerinin türbesinin de bulunduğu kabristana defn edildi. Bütün talebeleri ve sevenleri onun cenâze ve defn vazifesi sırasında hazır bulundular.
Zâhirî ilimlerde derin âlim manevî ilimlerde yüksek bir evliyâ olanAbdullah-ı Herâtî güzel ahlâk sâhibiydi. Mütevâzî bir zât olup insanlara hizmet etmeyi severdi. Talebelerinin her türlü derdleriyle ilgilenir ve yardımlarına koşardı.
KERAMET VE MENKÎBELERİ
ÖLÜYÜ DİRİLTEMEM
Trablusşam Nakîb-ül-eşrâfı Şeyh Abdülfettâh Zağbî Efendi, Yûsuf Nebhânî hazretlerine şöyle anlatmıştır:
Bir defâsında bir arkadaşımız hastalanmıştı. Abdullah ibni Şeyh Hıdır ez-Zağbî’yi de yanımıza alıp ziyâretine gitmek istedik. Onu götürmekten maksadımız hastanın bereketlerinden istifâde ederek şifâya kavuşması idi. Ancak gitmek istemedi. Çok ısrar edince kabûl edip bizimle geldi. Hastanın yanına vardığımızda, şiddetli hastalığından hiç bir eser kalmadı. Ayağa kalkıp bizi karşıladı. “Hoş geldiniz.” deyip konuştu. Ziyâreti yapıp yanından ayrıldık. Ayrılıp giderken yolda Şeyh Abdullah hazretleri; “Ben ölüyü diriltemem.” dedi. Bu sözüyle ziyâretine gittiğimiz kişinin öleceğine işâret etmişti. Dedim ki:
“Onun yüzünde hiç ölüm işâreti yok.”
Yine;
“Ben ölüyü diriltemem.” buyurdu.
Sonra memleketine gitti. Hasta arkadaşımız iyileşti çarşıya pazara çıkıp dolaştı. Ben Şeyh Abdullah hazretlerinin işâretine ve diğer taraftan da hastanın sıhhate kavuşmasına hayret ediyordum. Çünkü o öleceğine işâret etmişti. Hasta ise sapasağlam olmuştu. Aradan on gün kadar geçti. Bir gün o arkadaşın evinin bulunduğu taraftan ağlama sesleri işittim. Merak edip sorunca, arkadaşımızın vefât ettiğini öğrendim. O zaman Şeyh Abdullah’ın kerâmetini anladım.
KAYNAKLAR
1) Reşahât Zeyli; s.178
2) Hadâik-ul-Verdiyye; s.261
3) Mecd-i Talid Tercümesi; s.105
4) Şems-üş-Şümûs Tercümesi; s.106
ABDULLAH BİN ZEYD
Tâbiîn devri velîlerinden. İsmi, Abdullah bin Zeyd bin Amr el-Cevmî, künyesi Ebû Kilâbe’dir. Basra’da doğdu. Doğum târihi bilinmemektedir. 722 (H.104) senesinde Şam’da vefât etti.
Abdullah bin Zeyd, Eshâb-ı kirâmdan Sâbit bin Kays, Enes bin Mâlik ve Tâbiînden büyük âlim Katâde’den (r.anhüm) ders alıp ilimde yükseldi. Hadîs-i şerîf ilminde sika, sağlam, güvenilir bir zât oldu. Bir hadîs-i şerîfi öğrenmek için uzun süre seyâhat ederdi. Bu hâlini şöyle anlatır:
Hiç bir işim olmadığı halde Medîne’de, sırf bir hadîs-i şerîfi daha önce duymuş olan bir şahıstan dinlemek için üç gün kaldım.
Hadîs-i şerîflerin toplanıp, yazılması için uğraşırdı. Vefâtından evvel, kitaplarının Tâbiînin büyüklerinden, fıkıh âlimi ve evliyâdan Ebû Eyyûb-i Sahtiyânî’ye verilmesini vasiyet etti. Bir deve yüküne yakın kitâbı Ebû Eyyûb-i Sahtiyânî’ye verildi.
Abdullah bin Zeyd devamlı helâl kazanmayı teşvik ederdi. Bir gün Eyyûb-i Sahtiyânî’ye; “Çarşıya git, iş ara. Zirâ en büyük huzûr insanlara muhtâc olmamaktır.” buyurdu. Başka birine de; “Seni, geçimini temin ederken görmek, câmi köşesinde görmemden daha sevimlidir.” buyurdu. Döküntü hurma satan ve sohbetine devâm eden bir talebesi vardı. Ona; “Ben, senin sohbet meclisinden faydalandığını zannediyordum. Fakat şu bir hakikattir; Allahü teâlâ kötü olan her şeyden bereketini almıştır.” buyurdu.
Çok sıcak bir günde bir kâfile ile hacca gidiyordu. Susuzluğu çok şiddetli idi. Ellerini açıp; “Yâ Rabbî! Sen hararetimi ve susuzluğumu giderirsin.” diye duâ edince, başı üzerinde bir bulut belirip üzerine yağmur yağdı. Elbisesi ıslandı ve susuzluğu gitti. Lâkin kâfilede bundan başkasına bir damla yağmur düşmedi.
Abdullah bin Zeyd hazretlerinin hikmetle dolu pekçok nasîhat ve sözleri vardır. Bir gün; “Hem dünyâ, hem de âhirette yaşayan kimseye ne saâdet!” buyurunca; Âhirette nasıl yaşandığı kendisinden soruldu, cevâbında; “Böyle bir insan dünyâda Allahü teâlâyı hatırından çıkarmadı, dâimâ O’na yalvardı ve bu sâyede âhirette O’nun rahmetine mazhar oldu.” buyurdu.
“Kimlerden uzak duralım?” diye soruldu. Cevâben; “Arzu ve istekleri peşinden koşanlarla berâber oturup kalkmayınız. Onlarla konuşmayınız. Çünkü, sizi kendi sapıklıklarına düşürmelerinden zihninizi karıştırmalarından korkuyorum.” buyurdu.
Bir tanıdığı arkadaşından şikâyet etmişti. “Sana, din kardeşinden istemediğin bir şey ulaşırsa, onun için bir özür ara. Bir mâzeret bulamazsan, kendi kendine, belki benim bilmediğim bir durum vardır, de.” buyurdu.
Bid’at yâni dinde sonradan ortaya çıkarılan ve dindenmiş gibi olan hurâfelere ve bid’at sâhiblerine çok kızar ve şöyle derdi:
“Bid’at ehli ile oturmayınız. Onlarla sohbet etmeyiniz. Zîrâ sizi dalâlete düşürebilirler veya bilmediğiniz kötülüklere bulaştırabilirler. Bir kimse bir bid’at ortaya çıkarırsa onunla harb ederim.”
İlim sâhipleri sorulduğunda:
“Âlimler üç kısımdır. Bir kısmı, ilmi ile amel eder, insanlar da onun ilmiyle amel ederler. Diğer bir kısmı, ilmi ile amel eder, fakat insanlar onun ilmiyle amel etmez. Başka bir kısmı da ilmiyle kendisi amel etmediği gibi insanlar da amel etmez.” buyurdu.
Kendisine münâfıkların âhiretteki hâlleri nasıldır? denildi. Buyurdu ki:
“Kıyâmet günü Arş-ı a’lâ tarafından bir münâdî Yûnus sûresi 62. âyet ile meâlen; “Ey Allah’ın sevgili kulları! Sizin için bir korku yoktur. Siz mahzûn da edilmezsiniz.” nidâ eder. Bu nidâdan sonra herkes başını yukarı kaldırır ve; inandık îmân ettik, derler. Ancak, münâfıkların başları hiç yukarı kalkmaz ve eğik kalır.”
Bir defâsında da; “Allahü teâlâya şükre sebeb olan dünyâlık insana zarar vermez.” buyurdu.
“Bir sözü anlamayacak kimseye söyleme! Çünkü o söz, ona zararlı olup, fayda vermez.”
Abdullah bin Zeyd hazretleri namazlardan sonra “Allahümme innî es’elüke’t-tayyibât ve terk-el-münkerât ve hubbe’l-mesâkîn ve en tetûbe aleyye ve izâ eradte Lî ibâdike fitneten en teveffenî gayre meftûnin.” duâsını okurdu.
Bir talebesi nasîhat istediğinde rivâyet ettiği şu hadîs-i şerîfleri bildirdi.
“Üç şey vardır ki, bunlar kimde bulunursa o kimse imânın tadını bulur. Birincisi, bir kimseye Allah ve Resûlü, başkalarından daha sevgili olmak. İkincisi, bir kimse sevdiğini Allah için sevmek. Üçüncüsü, bir kimseyi Allah küfürden kurtardıktan sonra tekrar küfre dönmekten, ateşe atılmaktan tiksindiği gibi tiksinmek.”
“İşlerin en hayırlısı, çok aşırı veya eksik olmayıp, orta mertebede olanıdır.”
KAYNAKLAR
1) Hilyet-ül-Evliyâ; c.2, s.282
2) El-A’lâm; c.4, s.88
3) Tehzîb-üt-Tehzîb; c.5, s.224
4) Tezkiretü’l-Huffâz; c.1, s.94
5) Sünen-i Dârimî; c.2, s.470
6) Câmiu Kerâmât-il Evliyâ; c.2, s.104
7) Tehzîb-i İbn-i Asâkir; c.7, s.426
ABDÜLGANÎ NABLÜSÎ
Meşhur Osmanlı âlimi ve kerâmetler sâhibi velî. İsmi, Abdülganî bin İsmâil bin Abdülganî en-Nablüsî ed-Dımeşkî’dir. 1640 (H.1050) senesinde Şam’da doğdu. 1731 (H.1143) senesinde Şam’da vefât etti. Kabri Şamda’dır.
Abdülganî Nablüsî’nin annesi ona hâmile iken, babası İsmâil binAbdülganî İstanbul’a gitmişti. O zaman, Şam’da bulunan evliyâdan Şeyh Mahmûd adında bir zât, İsmâil bin Abdülganî’nin hanımına bir dirhem gümüş hediye gönderip, bir erkek çocuğu olacağını müjdeledi ve; “Bu çocuğun ismini Abdülganî koysun. Çünkü o, Allahü teâlânın ihsânına ve iltifâtına kavuşacaktır.” diye haber verdi.
Şeyh Mahmûd, bu çocuğun doğumundan önce vefât etti. Doğduktan sonra, ona bu zâtın söylediği isim kondu. Babası, küçük yaşta iken ona Kur’ân-ı kerîmi okutup öğretti. 1652 senesinde babası vefât etti. On iki yaşında yetim kaldı. İlim tahsîline ara vermedi. Fıkıh ve usûl-i fıkıh ilimlerini; Hanefî âlimi Şeyh Ahmed-i Ka’îden; nahiv, meânî, beyân ve sarf ilimlerini, Şam’da Şeyh Mahmûd-i Kürdî’den; hadîs ve ona âit ıstılahları, Hanbelî mezhebi âlimlerinden Abdülbâki’den; tefsîr ve nahvi, Şeyh Mahmûd-ı Mehâsinî’den okudu. Bütün bu hocaları, ona icâzet (diploma) verdiler. Ayrıca Necmüddîn-i Gazzî’nin dersine de devâm edip, ondan da icâzet aldı. Bunlardan başka, Şeyh Muhammed bin Ahmed el-Üstüvânî, Şeyh İbrâhim bin Mensûr el-Fettâl, Şeyh Abdülkâdir bin Mustafa es-Safîrî, Şam’daNakîb-ül-eşrâf Seyyid Muhammed bin Kemâleddîn el-Hüseynî el-Hasenî bin Hamza, Şeyh Muhammed el-Aysâvî, Hüseyin bin İskender er-Rûmî, Şerh-ut-Tenvîr kitabının müellifi Şeyh Kemâleddîn-i Arabî ve Muhammed bin Berekât el-Kevâfî gibi pek çok âlimden ders alıp, ilim tahsîl etti. Mısır’daŞeyh Ali Şebrâmelisî de ona icâzet vermişti. Tasavvufta, Kâdiriyye yolunu Seyyid Abdürrezzâk el-Hamevî el-Geylânî’den, Nakşibendiyye yolunu da, Şeyh Ahmed-iYekdest hazretlerinin halîfesi olan Şeyh Saîd el-Belhî’den tâlîm eyledi. Bu iki yolun feyz ve mârifetlerine kavuştu. Evliyâlıkta yüksek derecelere erişti.
Resûlullah efendimizi sallallahü aleyhi ve sellem medheden, öven çok güzel bir şiir yazdığında, bâzıları bu şiirin kendisinin olmadığını iddiâ edip, ona şerh yazmasını teklif ettiler. O da bu teklifi kabûl edip, bir ay içinde bu şiirine bir cild hâlinde çok güzel şerh yazdı. Bundan başka bir şiir daha yazdı. Böyle olan meşgûliyeti bir müddet devâm etti.
Abdülganî Nablüsî hazretleri sabahleyin erkenden Câmi-i Emevî’ye gidip, çeşitli dersler okutur ve ikindiden sonra da Câmi-i Sağîr’de devâm ederdi. Sonra da,İmâm-ı Nevevî’nin, Hadîs-i Erba’în, Ezkârve baŞka eserleri okuturdu. Sonradan bu hâlini terk ederek yedi sene müddetle, Şam’daki Emeviyye Câmii yakınında bulunan evinden dışarı çıkmadı. Evinde, Muhyiddîn-i Arabî’nin veAfifüddîn-i Tilmsânî’nin tasavvufla ilgili eserlerini tetkîk ve mütâlaa etti. Bu yüksek zâtların feyz ve bereketlerine kavuştu. Devamlı ibâdet ve istiğfâr ile meşgûl olunca, kendisini yüksek haller kapladı. Şaşılacak haller içinde kaldı.Zâhirî ve bâtınî ilimlerde çok yükseldi.Rabbinin ihsânları, yağmur gibi üzerine saçıldı.Kalb gözü açıldı, Şamlılardan onun bu hâlini çekemeyenler, aleyhinde uygunsuz sözler söylemeye başlayınca, tekrar ortaya çıkıp, kendisine mürâcaat edenlere kapısını açtı. Yeniden ilim öğretmeye, vâz ve nasîhata, insanlara hak yolu anlatmaya başladı. İkbâli ve şöhreti o kadar yükseldi ki, evi, feyz ve bereketlerine kavuşmak isteyenlerle dolup taştı. Uzaktan ve yakından, bölük bölük insanlar ona geldiler. Herkes ondan ilim öğrenmeye ve makbûl olan duâsından istifâde etmeye çalışıyordu. İlim talebeleri ve tasavvuf yolcuları, onun evini sığınak yapmışlardı.
Abdülganî Nablüsî, 1664 senesinde İstanbul’a gelip, bir müddet burada kaldı ve ders okuttu. 25 yaşlarında iken Bağdât’a gittiği ve orada da kaldığı Kaynaklarda zikredilmektedir. Daha bu yaşlarında, tasavvufta yüksek derecelere kavuşması, onu çok meşhûr etti. Zamânının meşhûr evliyâsını tanımak ve sohbetlerinde bulunmak, bir de önceki evliyânın kabirleri ile mukaddes makamları bulup ziyâret etmek niyeti üzerine birçok yerlere gidip, bilhassa kendi memleketi dâhilinde seyahatler yaptı. 1688 senesinde Bikâ’ya, bir sene sonra Lübnan’a, Kudüs’e ve Halîlurrahmân’a, 1693 senesinde Mısır’a, 1696’da Hicaz ve 1700 senesinde Trablus’a gitti. 1702 senesinde yeniden Şam’a gelerek, eski yeri olan Sâlihiyye’ye yerleşti. Bu ziyâretlerini ve seyahatlerini kitap hâlinde yazdı.
Nablüsî, 1707 senesinde, Şam’daki Selimiyye Câmi-i şerifinde, Şeyh-i Ekber Muhyiddîn-iArabî hazretlerinin mezârİ yanİnda,Beydâvî Tefsîri’ni okutmaya baŞlamİŞtİ. O, kendisini güzel ahlâk, be?enilen sİfatlar ve huylar ile süslemiŞti. Herkese iyilik etmek için elinden geleni yapardı. Torunlarından Kemâlüddîn Muhammed el-Gazzî el-Âmirî, tercüme-i hâlini anlatan müstakil bir kitap yazmıştır.
Ömrü ilim öğrenmek, öğretmek, kitap yazmak, irşad, doğru yolu göstermek ve ibâdetle geçmiştir. 1143 senesinin Şâban ayının on altısında Cumartesi günü ikindi vakti vefât etti. Cenâzesindeki cemâat otuz bin kişiden fazlaydı.
Dedelerinden Şeyh Ebû Ömer, İbn-i Kudâme hazretlerinin Sâlihiyye’de yaptırdığı Medrese-i Ömeriyye yanındaki kütüphânede bir kabir kazılıp oraya defnedildi.
Daha sonra burası torunu Şeyh Mustafa tarafından türbe hâline getirildi.
Yûsuf-i Nebhânî Câmiu Kerâmât-il-Evliyâ adındaki eserinde diyor ki: “Abdülganî Nablüsî hazretleri, Hanefî mezhebi âlimlerinin büyüklerinden, mârifet sâhibi evliyânın meşhurlarındandır. Hârika ve kerâmetler sâhibidir. Sayılamayacak kadar çok kitap yazması en büyük kerâmetidir. Eserlerinin hepsi de güzeldir.”
Abdülganî Nablüsî hazretleri İslâm âleminde en çok kitap yazanlardandİr. Kitaplarİndan yüz seksenden ziyâdesinin ismi, Kâmûs-ül-A’lâm’ın dördüncü cildinin 3081-3083’üncü sahifelerinde,Silk-üd-Dürer, Câmiu Kerâmât, Esmâ-ül- Müellifîn ve Îzâh-ul-Meknûn kitaplarında yazılıdır. Başlıcaları şunlardır: 1) Tahrîr-ul-Hâvî bi-Şerh-i Tefsîr-il-Beydâvî: Üç cildlik bir eserdir. 2) Bevâtın-ül- Kur’ân ve Mevâtın-ül-İrfân: Manzum bir tefsîrdir. 5000 beyt kadardır. 3) Kenz-ül-Hakk-ıl-Mübîn fî Ehâdîs-il-Mürselîn, 4) El-Hadîkat-ün-Nediyye Şerh-ut-Tarîkat-il-Muhammediyye: Birinci cildi İstanbul’da İhlâs Holding A.Ş. tarafından neşredilmiştir. 5) Cevâhir-un-Nüsûs fî Hall-i Kelimât-il-Füsûs liş- Şeyh Muhyiddîn İbn-il-Arabî, 6) Keşf-us-Sirr-ıl-Gâmid fî Şerh-i Dîvân-ı İbn-i Fârıd, 7) Zehr-ul-Hadîka fî Tercemet-i Ricâl-it-Tarîka, 8) Ez-Zıll-ül-Memdûd fî Ma’nâ Vahdet-il-Vücûd, 9) Râihat-ül-Cennet, 10) Miftâh-ul-Ma’iyye fî Şerhir-Risâlet-in-Nakşibendiyye, 11) El-Cevâb-üt-Tam an Hakîkat-il-Kelâm, 12) Envâr-üs-Sülûk fî Esrâr-il-Mülûk, 13) El-Fütûhât-ül-Medeniyye-fil- Hadarât-il-Muhammediyye, 14) El-Feth-ul-Mekkî vel-Lemh-ul-Melîki, 15) El-Hâmil fil-Mülk vel-Mahmûl fil-Felek fil Ahlâk-ın Nübüvveti ver-Risâleti vel-Hilâfeti vel-Mülk. Şam matbaasında ilk basılan eserdir. 16) Keşf-ün-Nûr an Eshâb-il-Kubûr; İstanbul’da İhlâs Holding A.Ş. tarafından neşredilmiştir. 17) El-Kavl-ül-Âsım fî Kırâet-i Hafs, Bu eserini, “Kaf” kâfiyesi üzerine nazm hâlinde yazmış ve bu nazmı şerh etmiştir. 18) Ta’tîr-ul-Enâm fî Ta’bîr-il-Menâm, 19) Kitâb-ül-Metâlib-il-Vefiyye Şerh-ül-Ferâid-is-Seniyye, 20) Cevâbü Sü’âlin Verede min Taraf-i Batrik-in-Nasârâ, 21) Vesâil-üt-Tahkîk fî Fedâil-it- Tedkîk; İlmî mektuplardır. 22) Hülâsat-üt-Tahkîk fî Beyâni Hükm-it-Taklîd vet-Telfik İhlâs Holding A.Ş. tarafından neşredilmiştir. Mezheblerin birleştirilmeyeceğini ve bir mezhebe uymanın lâzım olduğunu bildirmektedir. 23) Es-Sulhü Beyn-el-İhvân fî Hükmi İbâheti Şürb-id-Duhân; Bu eserinde tütünün mübah olduğunu delîllerle isbât etmektedir. Bu kitap, Süleymâniye ve Nûr-ı Osmâniye kütüphânelerinde mevcuttur.
KERÂMET VE MENKÎBELERİ
İLK LÂZIM OLAN ŞEY
Abdülganî Nablüsî hazretleri buyurdu ki: “Ehl-i sünnet îtikâdını, farzları ve haramları öğrenmek farzdır. Bunları öğretmek, kendine lâzım olandan başka fıkıh bilgilerini öğrenmek ve Kur’ân-ı kerîmin tefsîrini ve hadîs ilmini öğrenmek farz-ı kifâyedir. Fıkıh bilgileri, Kur’ân-ı kerîmden ve hadîs-i şerîflerden öğrenilmesi farz olan bilgilerdir. Fıkıh kitabı okuyan mukallidler, âyetten ve hadîsden hüküm çıkarmak ihtiyâcından kurtulur. Farz-ı kifâye olanları bilen, yapan var iken, bunları öğrenmek müstehâb olur. Bunları yapmak nâfile ibâdet olur. Namaz kılacak kadar Kur’ân-ı kerîm ezberleyen kimsenin, boş zamanlarında daha çok ezberlemesi, nâfile namaz kılmasından daha çok sevâb olur. İbâdetlerinde ve günlük işlerinde lâzım olan fıkıh bilgilerini öğrenmesi ise, bundan daha çok sevâb olur. Lüzûmundan fazla fıkıh bilgilerini öğrenmek de, nâfile ibâdetlerden daha sevâbdır. Lüzûmundan fazla fıkıh bilgisi öğrenirken, tasavvuf bilgilerini ve hakîmlerin yâni Allahü teâlâya ârif olanların sözlerini ve hayatlarını öğrenmesi de müstehâb olur. Bunları okumak, kalbde ihlâsı arttırır. Derin âlimler, fıkıh bilgilerini, âyet-i kerîmelerden ve hadîs-i şerîflerden çıkarmışlardır. Bunlar, ancak fıkıh kitaplarından ve fıkıh âlimlerinden öğrenilir.”
KAYNAKLAR
1) Mu’cem-ül-Müellifîn; c.5, s.271
2) Silk-üd-Dürer; c.3, s.30-38
3) Acâib-ül-Âsâr; c.1, s.154
4) Esmâ-ül-Müellifîn; c.1, s.590
5) Târihu Âdâb-ıLügat-il-Arab; c.3, s.348
6) El-A’lâm; c.4, s.32
7) Sefînet-ül-Evliyâ; c.1, s.94
8) Câmiu Kerâmât-il-Evliyâ; c.2, s.85
9) Kâmûs-ul-A’lâm; c.4, s.3080, 3083
10) Tabakât-ül-Usûliyyîn; c.3, s.125
11) Tam İlmihâl Seâdet-iEbediyye; (49. Baskı) s.1040
12) Rehber Ansiklopedisi; c.1, s.24
13) Îzâh-ul-Meknûn; c.1, s.8, 9, 13, 19, 20
14) Fâideli Bilgiler; (6. Baskı) s.163
15) Kıyâmet ve Âhiret; (5. Baskı) s.191
16) Herkese Lâzım Olan Îmân; (10. Baskı) s.48
17) Brockelmann Sup-2, s.473
18) İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; c.17, s.146
ABDÜLKÂDİR CEZÂYİRÎ
Mücâhid velîlerden. 1807 (H.1222) senesinde Recep ayının yirmi üçüncü günü Cezâyir’in Maasker vilâyetinin Kaytana köyünde doğdu. Şeriflerden olup soyu hazret-i Ali’nin oğlu hazret-i Hasan efendimize dayanmaktadır. Baba ve dedeleri Cezâyir’in Vehran tarafında, şerefli, âlim, fâzıl, zâhid ve takvâ sâhibi kimseler olup, herkes tarafından sevilir, sayılırlardı. Cedlerinden biri olan Seyyidî Muhammed bin Abdülkâdir, Barbaros Hayreddîn Paşanın Cezayir’i fethinde bir nefer gibi çalışmış ve Cezayir’de Osmanlı hâkimiyetinin kurulmasında, ziyâdesiyle gayret sarfetmişti. Bu sebeple Osmanlı sultanları bunun oğulları ve torunlarına büyük izzet ve îtibâr gösterirlerdi. Abdülkâdir’in babası Muhyiddîn de Kâdirî şeyhlerinden olup âlim bir zât idi.
Şeyh Muhyiddîn, parlak bir zekâya sâhip olduğunu gördüğü Abdülkâdir’i küçük yaşta ilim öğrenmeye sevketti. İlk tahsilini Kaytana’da yapan Abdülkâdir, sonra Cezayir ve Oran şehirlerinde büyük âlimlerden okudu. Daha küçük yaşta Kur’ân-ı kerîmi hıfzetti. Tefsîr, hadîs, fıkıh ve diğer ilimlerde üstün bir dereceye yükseldi. Geniş mâlumâtıyla, fazîlet ve takvâsıyla şöhreti her tarafa yayıldı. Ülkesini pek yakın bir gelecekte bekleyen tehlikenin farkında olan Abdülkâdir kendisini ilm-i siyaset, devlet idâresi sâhalarında da yetiştirdi. Ata binmek ve silâh kullanmak gibi her çeşit harp sanatında pek ustaydı.
1826’da babasıyla birlikte Mısır’a giden Abdülkâdir Cezâyirî burada İslâm âleminin meşhûr ilim merkezlerinden olan Ezher medreselerini ziyâret etti. Âlimlerle görüşüp bilgi alışverişinde bulundu. Oradan Hicaz’a geçerek hac vazîfesini îfâ etti. 1829 yılında Şam’a geldi. Burada evliyânın büyüklerinden Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî hazretleri ile görüşüp duâsına kavuştu. Buradan Bağdad’a geldi. Şerefli âilesinin tabi olduğu evliyânın büyüklerinden nûr ve feyz menbaı Peygamber efendimizin soyundan Seyyid Abdülkâdir Geylânî hazretlerinin mübârek kabrini ziyâret etti. Mânevî yardım istedi.
Abdülkâdir’in yurda dönüşünden kısa bir müddet sonra 1830 Temmuzunda Fransızlar Cezayir’i işgâl ederek ülkedeki üç yüz yıllık Türk idâresine son verdiler. Vehrân ve Müstefânem bölgelerindeki halk düşmana karşı ayaklanarak Şeyh Muhyiddîn’i kendilerine emir seçtiler. Ancak o oğlu Abdülkâdir’i bu işe daha lâyık gördü ve emirliği ona devretti. Kendisi Oran’daki Fransız kuvvetleri ile harb eden askerin kumandasını ele aldı.
Abdülkâdir-i Cezayirî kendisine yapılan bîat merasimi sırasında yaptığı konuşma ile cesâret, uzak görüşlülük, müsâmaha, tevâzu ve fedâkârlık gibi vasıflarını ortaya koydu. Konuşmasında şöyle demişti:
“Eğer liderliği kabul ediyorsam bu cihâd alanında düşmana karşı yürüyen ilk kişi olma hakkını edinmek içindir. Benden daha değerli ve yetenekli bulacağınız, îmânımızı savunmada hiç bir fedâkarlıktan kaçınmayacak başka biri çıktığında yerimi ona bırakmaya hazırım.”
Emir Abdülkâdir kısa sürede gösterdiği hârikulâde şecâat, kahramanlık, binicilikteki mahâret ve soğukkanlılığı ile herkesi hayran bıraktı.Askerî bir lider olarak kendini kabûl ettirdi. Bu sebeple Fransızların Cezâyir’i işgâl etmesinden iki sene sonra babasının muvafakati ve bütün Cezâyir müslümanlarının arzusu üzerine ülkenin emirliğini üzerine aldı (22 Kasım 1832).
Abdülkâdir-i Cezayirî bundan sonra Fransızlara karşı plânlı ve sistemli bir harekat başlattı. Kuvvetli bir ordu kurarak Fransızları üst üste bozguna uğrattı. Bu zaferlerini siyâsî sâhada da sürdürerek birçok bölgeleri de bu yolla ele geçirdi. Fas Sultanı Abdurrahmân’ı kendi tarafına veFransızlara karşı mücâdele sâhasına çekmeyi başardı. Kahramanlığı ve zekâsı sâyesinde yerli kabîleleri etrafına topladı. Büyük bir güçle başta Maasker olmak üzere Merakeş sınırına kadar bütün batı Cezâyir’e sâhib oldu. Fransızlar 26 Şubat 1834 antlaşmasıyla Abdülkâdir’in Batı Cezayir üzerindeki otoritesini tanıdılar. Ancak ertesi yıl bölgedeki Fransız komutanı General Trezel, emirin kendisine bağlı saydığı aşîretleri himâyesi altına aldığını bildirdi. Amacı, mücâhidleri bölmek ve parçalamaktı. Onun bu kararı üzerine Abdülkâdir-i Cezâyirî tekrar harekete geçti. Makta’da yapılan çarpışmada Trezel alayını müthiş bir bozguna uğrattı (1835).
Bu yenilgi üzerine Fransa bölgeye yardım kuvvetleri gönderdi. Bu birliklerin başında gelen General Bugeaud kısa bir sürede Cezayir’i ele geçireceğine, müslümanları mahv edip Abdülkâdir’i yakalayacağına söz vererek harekete geçti. Fransızlar Maasker’i kısa sürede ele geçirdiler. Bu zaferle kendisine fevkalade güvenen Bugeaud, Konstantine önüne geldiğinde Abdülkâdir’in asıl gücü ile karşılaştı. Abdülkâdir’in ne zaman ve ne şekilde vuracağı belli olmuyordu. Ordusu son derece disiplinli idi. En küçük bir bozulma ve ümitsizliğe düşmüyor ve insanüstü bir gayretle çarpışıyordu. Bu durum Fransız birliklerinin tekrar bozgun hâlinde geri çekilmesine yol açtı. Bugeaud Fransa hükümetine gönderdiği raporlarda:
“Abdülkâdir hızlı, zekî ve ne yapacağı belli olmayan bir düşmandır. Dehâsı ve temsil ettiği inanç sâyesinde kazandığı îtibârla kitleleri bize karşı harekete geçiriyor. Kendisi sıradan bir insan değil, müslümanların severek ve arzu ile beklediği ve hasretle kucakladığı bir liderdir.” diyordu.
Nitekim Bugeaud çok geçmeden Abdülkâdir’le Tafna Antlaşmasını yapmaya mecbur kaldı(1837). Bu antlaşma ile Emir Abdülkâdir limanlar ve kıyı şehirleri dışında ülkenin tamâmında hâkimiyeti elde ediyordu.
Abdülkâdir-i Cezayirî bu sulh devresinden faydalanarak güçlü bir devlet mekanizması kurmaya çalıştı. Devlet merkezini Maasker’den Tagdempt’e nakletti. Kanun ve kaideleri düzelterek İslâmiyete uygun hâle getirdi. Osmanlılar zamânında birtakım mükellefiyetler karşılığında vergiden muaf tutulan Mehazin kabîlelerinin imtiyazlarını kaldırdı ve herkesten zekat topladı. Fas yoluyla İngiltere’den sağladığı top ve tüfeklerle ordusunu teknik açıdan kuvvetlendirdi.
Bu arada Fransızlar antlaşmaya aykırı olarak faaliyetlerine devam ediyorlardı. 1837 Ekiminde Osmanlı tâbiiyetini sürdüren ve kendilerine karşı direnen Ahmed Bey’i yenerek Konstantine şehrini zaptettiler. 1839’da ise Abdülkâdir’le Kabiliye bölgesinin nüfuz meselesi yüzünden görüşmek istediler. Red cevâbı üzerine harekete geçen Fransız birlikleri Cezâyir’i Konstantine’ye bağlayan Bîbân geçidini ele geçirdiler. Buna karşı Abdülkâdir de 19 Kasımda küçük fakat hareket kâbiliyeti yüksek birliklerini Fransızlar üzerine sevketti. Aynı zamanda “cihâd-ı mukaddes” ilân ederek dînini seven herkesi bayrağı altınaçağırdı. Kumandan ve yardımcılarına gönderdiği mektuplarla onların şevkini ve gayretini arttırmaya çalıştı.
Abdülkâdir-i Cezâyirî böylece Fransızlara karşı ölüm kalım harbini başlatmış bulunuyordu. Bu harbin sonunda ya Cezayir’de İslâmı muzaffer kılacak veya bu uğurda çok istediği şehadete kavuşacaktı.
Emir Abdülkâdir, Sumala adını verdiği merkezini seyyar bir vaziyete getirdi. Düşmanın vaziyetine göre merkezini istediği yere naklediyor ve savaşın cereyan tarzını hep kendi istediği şekilde yönlendiriyordu. Bu hareketli tesislerinde barut, mermi ve silah da imal edebiliyor ve malzeme sıkıntısı çekmiyordu.
Ancak Abdülkâdir’in az fakat disiplinli ordusu karşısında üst üste mağlubiyetin ezikliği içerisindeki düşman çareyi; kadın, çocuk ve ihtiyarları zalimce katletmek, ekili araziyi yakıp yıkmak ve hayvanları telef etmek gibi yollarda buldu. Böylece yüz bini aşan Fransız ordusu yirmi bin kişilik ve dağınık vaziyetteki mücahidleri açlık ve sefalete düşürerek mağlub etmek gibi bayağı yollara başvuruyordu. Onların bu şekildeki davranışları ve sinsi faaliyetleri, Abdülkâdir’in ordusunda tefrika ve anlaşmazlıkların doğmasına sebeb oldu. Bunun üzerine Abdülkâdir Merakeş’e çekildi. Akrabası olan Merakeş hâkimi Abdurrahmân ve Merakeş’in müslüman halkının yardımıyla Fransızlarla savaşmaya devam etti. Ancak bu defâ da Fas kralı Abdurrahmân’ın ihaneti ile karşılaştı. Fas kralı, Fransızların şartlarını kabul ederek cihad meydanından çekilirken Abdülkâdir’e yapılan yardımların da kesilmesini emretti. Bu durum mücâhidleri büyük bir sıkıntıya soktu. 1842 Kasımında Abdülkâdir’in harekât merkezi olan Sumala düşman eline geçti. Emir’in paha biçilmeyen şahsî kütüphânesi içindeki belgelerle birlikte Fransızlar tarafından tahrib edildi. Büyük Sahra’ya çekilen Emir Abdülkâdir orada da tarafdârlarının telef olması üzerine 1847 senesinde İskenderiyye veya Akka’da kalması şartıyla General Lamoriciere’ye teslim olmak zorunda kaldı. Teslim olurken ağzından çıkan tek kelime mücâdelesinin sonunu ne güzel özetlemektedir. “Kader.”
Ancak Fransızlar bir kez daha sözlerine sadık kalmadılar. Emir Abdülkâdir, Cezayir vâlisi Duc d’Aumele tarafından Fransa’ya gönderildi. Emir ve yanındakiler önce Toulon’da, sonra da Loira Vadisindeki Anboise kalesinde beş yıl hapis kaldılar.
Toulon’a geldiğinde Fransız kralı eğer başka bir ülkeye gitme arzusundan vazgeçerse kendisine büyük bir armağan verileceğini bildirdiği zaman Emir Abdülkâdir:
“Kral namına bana bütün Fransa’nın zenginliğini teklif etseniz ve bu zenginliği şu cüppemin üzerine yerleştirseniz sizin tebaanız olmayı hâtırımdan geçirmem. Ben burada sizin misâfirinizim. İsterseniz beni hapse atın. Ancak utanç ve şerefsizlik bana değil, size ulaşacaktır.” dedi.
Napolyon, Fransa’da imparatorluğunu îlân ettiği zaman, Abdülkâdir-i Cezâyirî’ye Osmanlı ülkesinde kalması için müsâade verdi. 1852’de İstanbul’a gelen Abdülkâdir-i Cezâyirî Sultan Abdülmecîd Han’la görüştü ve pâdişâhın fevkalâde izzet ve ikrâmını gördü. Daha sonra Bursa’ya geçerek kendisine tahsis edilen konakta oturdu. 1855’de Bursa’da büyük bir zelzele olması üzerine Şam’a geçti.
Abdülkâdir-i Cezâyirî, Şam’a gidince, zamânını ilmî çalışma, ibâdet ve çocuklarının terbiyesi ile geçirdi. Kimseyle görüşmedi. Bu sırada İngiliz ve Fransızlar, Osmanlı Devletini kuvvet zoruyla yıkamayacaklarını anlamışlar, işi fitne ve fesatla hâlletme yoluna gitmişlerdi. Osmanlı Devleti içerisindeki çeşitli fırka ve milletleri birbirleriyle çarpıştırmaya başlamışlardı. Lübnan ve Suriye’de Dürzîleri İngilizler silâhlandırmış, Mârunîlere de Fransızlar arka çıkmışlardı. Her iki devlet, yaptıkları çalışmalarla, Osmanlı tebeasını Osmanlı topraklarında birbirine kırdırıp, kendi emellerine âlet etmeye kalkışmışlardı. Bu oyunların bir sahnesi olarak 1860 senesinde Dürzî âsileri, hıristiyan ahâliyi öldürmeye teşebbüs ettikleri vakit, Abdülkâdir, Cezâyirli muhâcirlerin yardımı ile Fransa konsolosunu ve bin beş yüz kadar insanı kurtardı. Bu hareketi Osmanlı hükümeti tarafından taltif edildi. Fransa hükümeti, bu hareketin mükâfâtı olarak Emir’e Legion d’honneur nişanının grandcruix’sını verdi. Abdülkâdir-i Cezâyirî 1862 senesinde hacca gidip iki sene Hicaz’da kaldıktan sonra İstanbul’a gelerek, Abdülazîz Han tarafından Birinci Osmânî Nişânıyla taltif edildi.
Daha sonra Şam’da ömrünü ilim ve ibâdetle geçiren Abdülkâdir Cezâyirî 26 Mayıs 1883 (H.1300)’te vefat etti. Nâşı Sâlihiyye’de Muhyiddîn Arabî türbesine defnedildi. Devrin târihçileri “Gabe bedrün kâmilün= Mükemmel dolunay battı (H. 1300) diyerek ölümüne târih düşürdüler.
Abdülkâdir Cezâyirî, her şeyden evvel sağlam ve doğru îmân sâhibi, vakarlı bir zât idi. Bu hali, yalnız dindaşlarının değil, kendisini yakından tanımak fırsatını bulan Avrupalıların da takdirini celbetmişti. Çok adâletli idi. Âlicenâb ve çok merhametli idi. Ancak, düşmanlarını yıldırmak için zarûrî gördüğü anlarda şiddetli çarpışmalardan hiç çekinmezdi.
Abdülkâdir Cezâyirî, ilim ve irfâna çok ehemmiyet verirdi. Âriflerin büyüklerindendi. Dünyâ ve âhiretin kemâlâtını kendisinde toplamıştı. Kahraman bir mücâhitti. Şan ve şöhreti doğudan batıya her yere yayıldı. Zamânının âlimleri arasındaki ihtilâfları hâllederdi. Aynı zamanda kerâmet ehli idi. Çok kerâmetleri görüldü.
Kıymetli eserler yazdı. Bunlardan tasavvuf ve inceliklerine dâir yazdığı Mevâkıf adlı kitabının her bir bölümü mârifetlerle doludur. Kitabının seksen üçüncü bölümünde şöyle yazmaktadır:
Hadîs-i şerîfde buyruldu ki: “Allahü tealâ bir kimseye bir nîmet verdiğinde o nîmetin onun üzerinde görülmesini ister.” Hülâsa budur ki, eğer nîmetin görülmesi yalnız fiil, iş ile olursa onu fiil ile göstermek ve eğer nîmetin görülmesi, söz ile olursa onu da söz ile göstermek, açıklamak lazımdır.
Haccederken yaşadığı hâdiseleri anlatırken şöyle demektedir:
Medîne-i münevvereye vardığımda Resûlullah’ın Ravda-i mutahherasına gittim. Resûlullah’a (sallallahü aleyhi ve sellem), hazret-i Ebû Bekr ve hazret-i Ömer’e selâm verdikten sonra, Resûlullah’ın huzûrunda edeble durdum ve; “Yâ Resûlallah! Köleniz kapınızda durmaktadır. Yâ Resûlallah! Sizin bir nazarınız bana her şeyden daha sevgilidir ve beni zengin eder. Yâ Resûlallah! Sizin himâyeniz benim için kâfidir.” dedim. O zaman Eşref-i âlem (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdular ki: “Sen benim evlâdımsın ve yanımda makbûlsün.” Bana evladım buyurmaları, sulbî evladlığı mı, yoksa kalbî evlâdlığı mı idi. Benim maksadım her ikisinde idi. Allahü teâlâya hamd ve şükredip; “Yâ Rabbî! Bunu bana Peygamber efendimizin zât-ı şerîfini göstermekle tahakkuk ettir. Zîrâ Habîbin; “Beni gören hakîkî görür. Zîrâ şeytan benim şeklimde kendini hiç kimseye gösteremez.” buyurmaktadır, diye duâ ettim. Sonra da Kademeyn-i şerîfeyne, mübârek iki ayağı tarafına geçtim ve şark taraftaki bir duvara yaslanıp tefekkürle meşgûl oldum. O hâlde iken kendimden geçtim. Her şeyden habersiz kaldım. Mescid-i Nebevî’de kimi namaz kılar, kimi zikreder, kimi Kur’ân-ı kerîm okur, kimi duâ ederdi. Hiç bir şey duymadım ve her şeyden habersiz oldum, o esnâda; “Bu seyyidimizdir.” sesini işittim. Gaybet hâlimde gözlerimi açtım. Resûlullah efendimiz beni ayak tarafından şebeke arasına çektiler. Heybetli ve sâkin idiler. Mübarek sakalının aklığı fazla idi. Yanakları kırmızı idi. Lakin mübârek şemâili vasfedenlerin yazdıklarından çok daha kırmızı idi. Bana yaklaştıkları vakit kendime geldim. Allahü teâlâya sonsuz hamdü senâlar ettim.
Abdülkâdir-i Cezâyirî hazretlerinin yaşayışında İslâm ahlâkını bütünüyle müşâhede edip, görmek mümkündü. Onu gören kendisine hayran kalırdı. Gerek Fransızlarla sulh olduğu zamanlarda ve gerekse tutsaklığı devresinde Abdülkâdir Cezâyirî’yi gören generaller; kendisiyle dost olmaya çalışırlar ve ona İslâmiyetle ilgili, sualler sorarlardı. Abdülkâdir Cezayirî’nin Fransız generali Dumas’a İslâmiyetin kadına verdiği değer hakkındaki cevabı şu şekildedir:
…Bu meselenin gerçek yüzü ve hakîkati sizin işittiğinizin tam aksinedir. Müslümanların nezdinde kadınlar büyük bir hürmeti ve değeri haizdirler. Mesela onlar zevcelerini pek severler ve onlara karşı çok merhametlidirler. Muhabbetin, sevgi duymanın zarûrî gereği ise hürmet etmektir. Yâni insan sevdiğine hürmet eder. Nitekim, sevgili Peygamberimiz sallallahü aleyhi ve sellem buyurdular ki:”Zevcelerine ancak kerîm olanlar ikrâm ve iyilik eder ve onlara ancak kötü ve alçak olanlar ihânet edip kötülük yaparlar.” Diğer bir hadîs-i şerîfte de Eshâb-ı kirâmına hitâben buyurdular ki:”Sizin en hayırlınız, zevcesine hayırlı olanınızdır. Ben, içinizde zevcesine en hayırlı ve iyilik eden kimseyim.” Resûlullah efendimiz, mübârek zevcelerini kendi mübârek elleri ile deveye bindirirlerdi. İslâm büyüklerinin bu konudaki menkıbeleri, nezaket ve edebleri sayılamayacak kadar çoktur. Ev işlerinde müslümanlar zevceleri ile müşâvere ederler. Birçok işleri zevcelerine danışır, onların gönlünü almaya dikkat ederler. Kadınlar ev işlerinde reisdirler. Dış işleri kadınlara bırakılmaz. Bu, erkeklerin işidir. Bunu kadınlara yüklemez, kendileri çekerler.
Abdülkâdir Cezâyirî’nin eserlerinden bâzıları şunlardır: 1) Zikr-il-Âkıl ve Tenbîh-ul-Gâfil:Bursa’da ikâmati sırasında yazdığı tasavvufa dair bir eserdir. 2) De la Fidelité des Musulmans a observer Leurs Traites d’alliance et autres: Müslümanların ittifak ve sair ahidlerine sadâkatleri adında Fransızca bir eserdir. 3) Dîvân.
KERÂMET VE MENKÎBELERİ
MÜSLÜMANLAR TEK BİR VÜCÛDDUR
Abdülkadir Cezâyirî, komutanlarından Muhammed Hasnâvî’ye yazdığı bir mektupta şöyle demektedir:
“…Şecâat, kahramanlık ve cömertlik sıfatlarıyla mevsûf (vasıflandırılmış) ve Hak teâlâya tevekkül eden mücâhid kardeşimiz Seyyid Muhammed Hasnâvî! Allahü tealâ sizin ve bizim halimizi yüceltsin. Dünya ve âhiretteki emellerimize kavuştursun! Kıymetli, sabırlı mücâhid kardeşim! Allahü tealâ anlayışını arttırsın! Hayırlar ihsân eylesin! Lütf ile hayırlar üzerinde muhâfaza eylesin. Muhakkak ki cihâd, peygamberlerin (aleyhimüsselâm) şiârı, müminlerin mesleği ve asıl sanatıdır. Seni bu himmete kavuşturan Allahü teâlâya hamdederim.
Gayret ve çalışmalarına sevaplar ihsân buyurup, bu yolda sana yardım eylesin! Allahü teâlâ Kur’ân-ı kerîmde, sevgili Peygamberine hitâben cihâdın fazîletini, kendi yolunda şehîd olmanın yüksek derecesini beyân ve ifade buyurmuştur. Bunlar üzerinde iyice düşünüp, buna kavuşmak için Allahü teâlâdan yardım dilemelidir. Böylece, Allah yolunda şehîd olmanın ne demek olduğu iyi anlaşılır. Cihâdın ve şehîd olmanın fazîleti ve yüksek derecesi Tevrat ve İncil’de de bildirilmiştir. Karşılığında Allahü teâlâ Cennet’i vâd buyurmuştur. Şerefini buradan anlamalıdır. Kendi yolunda cihâd edenlerin, cihâda katılmayanlara nisbetle pek büyük bir ecre kavuşacaklarını da müjdelemiştir.
Kıymetli kardeşim! Sözün kısası şudur ki, Allahü teâlâ bir kimseye din ve dünyânın hayrını dilemedikçe ona cihâd nasîb etmez. Kime din ve dünyânın hayrını dilerse, onu cihâda kavuşturur. Şu hâlde, kavuştuğun nîmetin kadrini iyi bilmelisin. Daimâ sizin işlerinizi ve hâllerinizi tâkib etmekteyiz ve sizinle görüşüp kucaklaşmayı çok arzu ediyoruz. Size duâ ediyoruz. Allahü teâlâdan ümîd ederiz ki, en hayırlı, bereketli bir zamanda bizi buluşturup görüştürsün. Amin…”
Muhammed bin Hasan Bay’a gönderdiği pek fesahatli ve edebî mektubunda da Allahü teâlâya hamd ve Resûlüne sallallahü aleyhi ve sellem salât-ü selâmdan sonra şöyle demektedir:
“…Sizi tebrik etmek ve aramızdaki muhabbeti tâzelemek düşüncesiyle vekîlimizi gönderiyoruz. Muhakkak ki, müminler tek bir beden gibidir. Biri incinirse hepsi incinmiş olur. Hepsi aynı ızdırâbı duyar. Hakîkî mümin, din kardeşi için sağlam bir destek ve yardımcıdır. Dâimâ birbirlerini destekler ve kuvvetlendirirler. Yardımlaşma ise, ancak Allahü teâlânın râzı olduğu şeylerde ve takvâ husûsunda olmalıdır. Bu, Allahü teâlânın size emridir…”
KAYNAKLAR
1) İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; c.17, s.274
2) Hadâik-ul Verdiyye Tercümesi; s.281
3) Ta’rîf-ül-Halef; c.2, s.316
4) Câmi-u Kerâmat-il Evliyâ; c.2, s.99
5) Osmanlı Târihi Ansiklopedisi; c.1, s.52
ABDÜLKÂDİR SIDDÎKÎ
Evliyânın büyüklerinden ve Hanefî mezhebi fıkıh âlimi. İsmi Abdülkâdir olup nisbeti Sıddîkî ve Bağdadî’dir. Hazret-iEbû Bekr-i Sıddîk’ın soyundan olduğu için Sıddîkî denilmiştir. Doğum târihi ve yeri bilinmemektedir. Nisbetinden Bağdad’lı olduğu anlaşılmaktadır. Devrinin büyük âlimlerinin ders ve sohbetlerinde bulunarak yetişti. Zamânındaki âlim ve velîlerin önde gelenlerinden oldu. Fazîletler sahibi, âlim, ârif, âbid ve velî bir zât idi. İnsanlara İslamiyeti doğru şekilde öğretmek için çırpınırdı. Keşf ve kerâmet sahibi idi. Kudüs’e yerleşti.
Bir gün talebesi Seyyid Muhammed bin Îsâ ile Dâvûd aleyhisselâmın makâmını ziyârete gitti. Ziyâretten sonra, talebelerine Dâvûd aleyhisselâmın rûhâniyeti ile buluştuğunu bildirip, vasıflarını anlattı. Bunun üzerine; “Acaba nasıl oluyor?” diye talebelerin kalbinde bir şüphe uyandı. Daha sonra Me’nenullah kabristanına gitti. Orada İbn-i Battâl, Ebû Abdullah Kureyşî, İbn-i Arslân ve Şeyh Birmâvî gibi âlim ve velî zâtların kabirlerini ziyâret etti. Abdülkâdir Sıddîkî her ziyâretten sonra, o kabirde bulunan zât ile görüştüğünü söylüyor ve sıfatlarını sayıyordu. Talebelerin şüphesi git-gide arttı. Nerede ise, böyle şey mi olur diye hocalarını yalanlama durumuna düşeceklerdi. Abdülkâdir Sıddîkî, o sırada talebelerden birinin babasının kabri başına geldi. O zâtı daha önce hiç görmediği gibi, o kabrin talebenin babasına âid olduğunu bilmiyordu. Kabrin başında Kur’ân-ı kerîm okuduktan sonra talebesine dönerek; “Bu kabirde, âlim, âmil, şerefli bir zât vardır. Seni görmekle, senin gelmen ve Kur’ân-ı kerîm okuman sebebi ile çok sevindi, mesrûr oldu. Rûhâniyeti ile buluştum. Sıfatı şöyle şöyledir. Fazîletleri de şöyle şöyledir. Bu zât senin babandır. Niçin bana daha önceden haber vermedin?” dedi. Bu kerâmet karşısında talebe hocası hakkındaki itirazlarına tövbe etti ve hocasına olan muhabbet ve bağlılığı gittikçe arttı.
Talebesi Seyyid Muhamed bin Îsâ içinden çıkılmaz bir mesele ile karşılaşınca, Abdülkâdir Sıddîkî hazretlerine sual ederdi. O da başını eğer, bir müddet düşündükten sonra; “Ümid olunur ki bu suâlin cevâbı şöyledir.” diyerek talebesinin kalbini rahatlatırdı. “Efendim! Madem ki bu suâlin cevâbı böyledir. O halde niçin kat’î, kesin olarak değil de, ümid olur ki diye tahminli bir ifâde kullanıyorsunuz?” diye sorunca talebesine; “Çok biliyorum durumuna düşmemek, böbürlenmemek için öyle söylüyorum.” cevâbını verdi.
Bir gün Abülkâdir Sıddîkî, talebesi Seyyid Muhammed bin Îsâ’ya; “Bana amcamın oğlu Seyyid Mustafa Sıddîkî’yi çağır.” dedi. Seyyid Mustafa gelince, orada bulunan bir sandığın anahtarını ona vererek buyurdu ki; “Ey amcamoğlu! Allahü teâlâ bilir ama benim âhirete gitme vaktim yaklaştı. Vefâtımdan sonra beni en güzel şekilde techiz et. Seyyid Îsâ’nın (talebenin babası) yanına defnet. Çünkü onun rûhâniyeti şu anda burada bulunuyor ve benim kabrimin onun kabrine yakın olacağını haber veriyor. Vefâtım bu günün akşamında olacaktır.” dedi. Bildirdiği gibi o gün akşam vefât etti. Vefât tarihi 1735 (H.1148)’dir. Amcasının oğlu da vasiyetlerini aynen yerine getirdi.
Abdülkâdir Sıddîkî hazretlerinin Şeyh Abdülganî Nablüsî’nin kasîdesine şerhi, vahdet-i vücûd hakkında bir risâlesi ve başka risâleleri vardır.
KAYNAKLAR
1) Mu’cem-ül-Müellifîn; c.5, s.289
2) Esmâ-ül-Müellifîn; c.1, s.603
3) Silk-üd-Dürer; c.3, s.61
4) Câmiu Kerâmât-il-Evliyâ; c.2, s.97
5) İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; c.16, s.261
ABDÜLVÂHİD BİN MUHAMMED
Kerâmetler sâhibi hikmetli sözler söyleyen, güzel ve tesirli vâz ve nasîhatlarıyla meşhûr evliyâ bir zât. Ayrıca Hanbelî mezhebi fıkıh âlimlerinden olup, tefsîr, hadîs ve usûl-i fıkıh ilimlerinde meşhûr âlimdir. İsmi, Abdülvâhid bin Muhammed bin Ali bin Ahmed eş-Şîrâzî el-Makdisî ed-Dımeşkî el-Ensârî es-Sa’dî el-Abbâdî el-Hazrecî’dir. Künyesi ise Ebü’l-Ferec’dir. Irâkî ve Makdisî lakablarıyla tanınır. Harran’da doğmuş olup, doğum târihi bilinmemektedir. 1093 (H.486) senesinde Şam’da vefât etti. Bâb-üs-Sagîr mezarlığına defnedildi. Kabri meşhûr olup, ziyâret edilmektedir.
İlim öğrenmek için çok gayret gösterdi. Tahsil maksadıyla uzun seyahatler yaptı. Bağdat’ta zamanının en büyük âlimlerinden Kâdı Ebû Ya’lâ’dan, Hanbelî fıkhının ince bilgilerini öğrenmiş ve büyük fıkıh âlimi olmuştur. Ebû Ya’lâ’nın derslerinde, fıkıh ilmi ile ilgili devamlı notlar alıp, kitap hâline getirmiş ve onun yazmış olduğu kitapları genişletmiştir.
Bağdat’tan Şam’a gitti, orada Ebü’l-Hasan Simsar’dan Ebû Osman Sâbûnî’den hadîs-i şerîf dinledi, hadîs ilmini öğrendi. Diğer âlimlerden de ilim öğrendi. Kudüs’te bir müddet ikâmet etti. Ehl-i sünnet îtikâdını ve Peygamber efendimizden nakledilen din bilgilerini bildiren dört hak mezhebden biri olan Hanbelî mezhebini yaydı. Sonra Şam’a geldi. Kendine muhalif ve karşı kimselerle yaptığı ilmî münâzaralarda, kuvvetli deliller getirerek sözlerinin doğruluğunu isbât etti ve üstünlüğünü kabûl ettirdi. Kendisinden de birçok kimse ilim öğrenip, sohbetinde bulundu. Burada vâzlarıyla meşhûr oldu.
Şam’da zamânın en büyük âlimlerindendi. İlmiyle amel eden, güzel huylu, herkesle iyi geçinen, güler yüzlü, ihsânı bol, Peygamberimizin sallallahü aleyhi ve sellem sünnetine uyan, çok ibâdet eden, haramlardan kaçınan, şüphelilerden uzaklaşan, ârif, kerâmetler sâhibi, duâsı makbûl olan Allahü teâlânın sevgili bir kuluydu. Hızır aleyhisselâm ile görüşmüş, onunla sohbetler yapmıştır.
Devlet adamlarından bâzıları, doğru sözlülüğü ve hakîkatı beyânı sebebiyle ona düşmanlık ediyor, eziyet veriyorlardı. O da bunların işini Allahü teâlâya havâle edip, duâ etti.
Bir gün vâz ederken, oradakilerden biri aşka gelerek, bir nâra attı ve oracıkta vefât etti. Buna herkes şâhid oldu. Ebü’l-Ferec’in üstünlüğü ve vâz etmekteki ilim ve mârifeti her yere yayıldı. Kendisine muhâlif olanlar; “Nasıl bir iş yapalım ki, bizim de meclisimizde biz konuşurken bir kimse ölsün. Şimdiye kadar hiç kimse bizim meclisimizde aşka gelip ölmedi.” dediler. Garip bir adam buldular, ona on dirhem para verip; “Sen meclisimizde bulun. Meclis tamam olduğu zaman büyük bir nâra at, sonra hiç konuşma ve hareket etme. Biz senin için, öldü, deriz. Sonra seni bir eve götürürüz, geceleyin de bu şehirden çıkar başka bir yere gidersin.” dediler. Aynı konuştukları gibi yaptılar. O kimse müthiş bir nâra attı ve düştü. Onlar da öldü diyerek bir eve taşıdılar. O eve bir zât geldi. Bu ölü gibi görünmek isteyen kimsenin sağına-soluna dokundu ve canını acıttı. Hîlekâr kimse, canı yanınca acıyla bağırdı. “Aaa! Yaşıyor, yaşıyor!” diye bağrıştılar. Orada bulunanları bir gülme aldı ve böylece ehli olmadığı hâlde evliyâ ve rehber geçinen sahte kimselerin hîleleri anlaşıldı.
Nâsıh, Şeyh Muvaffaküddîn el-Makdisî’nin şu sözlerini nakletti:
Biz hepimiz, Abdülvâhid bin Muhammed’in bereketlerine kavuştuk. Kudüs’ten Bağdat’a teşrif ettiği zaman, geldiğini haber alan müslümanlar, onu akın akın gelip ziyâret ettiler. O zaman dedem Kudâme, kardeşine; “Gel bu zâtı ziyârete gidelim. İnşâallah bize duâ buyurur da kurtuluruz.” dedi. Ebü’l-Ferec’i ziyârete gittiler. Evvelâ söze Kudâme başlayıp; “Efendim! Allahü teâlânın, Kur’ân-ı kerîmin hıfzını bana kolaylaştırması için duâ buyurmanızı ricâ ediyorum.” dedi. Ebü’l-Ferec de ona duâ buyurdu. Kardeşi bir şey istemedi ve eski hâli üzerinde kaldı. Kudâme ise, Kur’ân-ı kerîmi kolayca ezberledi ve Ebü’l-Ferec hazretlerinin duâsı bereketiyle büyük hayırlara kavuştu.
Birçok kıymetli eserler yazmıştır. Bâzıları şunlardır:
1) El-Cevâhirü fî Tefsîr-ül-Kur’ân: Otuz ciltlik tefsîr kitabıdır. Kızı Ümmü Zeynüddîn, bu tefsîr kitabını ezberlemiştir. 2) El-Müntehab, 3) El-İzâh-ül-Mebhec (Hanbeli fıkhına dâirdir.) 4) El-Burhân fî Usûliddîn, 5) Muhtasar fîl-Hudûd, 6) Et-Tebsîrâtü fî Usûliddîn, 7) Mesâil-ül-İmtihân.
KAYNAKLAR
1) Tabakât-ı Hanâbile; c.2, s.248
2) Tabakât-ı Hanâbile (Zeyli); c.2, s.68
3) Tabakât-ül-Müfessirîn; c.1, s.360
4) Tezkiret-ül-Huffâz; c.3, s.1199
5) Şezerât-üz-Zeheb; c.3, s.378
6) Mu’cem-ül-Müellifîn; c.6, s.212
7) İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; c.4, s.322
ABDÜLVÂHİD BİN MUHAMMED
Kerâmetler sâhibi hikmetli sözler söyleyen, güzel ve tesirli vâz ve nasîhatlarıyla meşhûr evliyâ bir zât. Ayrıca Hanbelî mezhebi fıkıh âlimlerinden olup, tefsîr, hadîs ve usûl-i fıkıh ilimlerinde meşhûr âlimdir. İsmi, Abdülvâhid bin Muhammed bin Ali bin Ahmed eş-Şîrâzî el-Makdisî ed-Dımeşkî el-Ensârî es-Sa’dî el-Abbâdî el-Hazrecî’dir. Künyesi ise Ebü’l-Ferec’dir. Irâkî ve Makdisî lakablarıyla tanınır. Harran’da doğmuş olup, doğum târihi bilinmemektedir. 1093 (H.486) senesinde Şam’da vefât etti. Bâb-üs-Sagîr mezarlığına defnedildi. Kabri meşhûr olup, ziyâret edilmektedir.
İlim öğrenmek için çok gayret gösterdi. Tahsil maksadıyla uzun seyahatler yaptı. Bağdat’ta zamanının en büyük âlimlerinden Kâdı Ebû Ya’lâ’dan, Hanbelî fıkhının ince bilgilerini öğrenmiş ve büyük fıkıh âlimi olmuştur. Ebû Ya’lâ’nın derslerinde, fıkıh ilmi ile ilgili devamlı notlar alıp, kitap hâline getirmiş ve onun yazmış olduğu kitapları genişletmiştir.
Bağdat’tan Şam’a gitti, orada Ebü’l-Hasan Simsar’dan Ebû Osman Sâbûnî’den hadîs-i şerîf dinledi, hadîs ilmini öğrendi. Diğer âlimlerden de ilim öğrendi. Kudüs’te bir müddet ikâmet etti. Ehl-i sünnet îtikâdını ve Peygamber efendimizden nakledilen din bilgilerini bildiren dört hak mezhebden biri olan Hanbelî mezhebini yaydı. Sonra Şam’a geldi. Kendine muhalif ve karşı kimselerle yaptığı ilmî münâzaralarda, kuvvetli deliller getirerek sözlerinin doğruluğunu isbât etti ve üstünlüğünü kabûl ettirdi. Kendisinden de birçok kimse ilim öğrenip, sohbetinde bulundu. Burada vâzlarıyla meşhûr oldu.
Şam’da zamânın en büyük âlimlerindendi. İlmiyle amel eden, güzel huylu, herkesle iyi geçinen, güler yüzlü, ihsânı bol, Peygamberimizin sallallahü aleyhi ve sellem sünnetine uyan, çok ibâdet eden, haramlardan kaçınan, şüphelilerden uzaklaşan, ârif, kerâmetler sâhibi, duâsı makbûl olan Allahü teâlânın sevgili bir kuluydu. Hızır aleyhisselâm ile görüşmüş, onunla sohbetler yapmıştır.
Devlet adamlarından bâzıları, doğru sözlülüğü ve hakîkatı beyânı sebebiyle ona düşmanlık ediyor, eziyet veriyorlardı. O da bunların işini Allahü teâlâya havâle edip, duâ etti.
Bir gün vâz ederken, oradakilerden biri aşka gelerek, bir nâra attı ve oracıkta vefât etti. Buna herkes şâhid oldu. Ebü’l-Ferec’in üstünlüğü ve vâz etmekteki ilim ve mârifeti her yere yayıldı. Kendisine muhâlif olanlar; “Nasıl bir iş yapalım ki, bizim de meclisimizde biz konuşurken bir kimse ölsün. Şimdiye kadar hiç kimse bizim meclisimizde aşka gelip ölmedi.” dediler. Garip bir adam buldular, ona on dirhem para verip; “Sen meclisimizde bulun. Meclis tamam olduğu zaman büyük bir nâra at, sonra hiç konuşma ve hareket etme. Biz senin için, öldü, deriz. Sonra seni bir eve götürürüz, geceleyin de bu şehirden çıkar başka bir yere gidersin.” dediler. Aynı konuştukları gibi yaptılar. O kimse müthiş bir nâra attı ve düştü. Onlar da öldü diyerek bir eve taşıdılar. O eve bir zât geldi. Bu ölü gibi görünmek isteyen kimsenin sağına-soluna dokundu ve canını acıttı. Hîlekâr kimse, canı yanınca acıyla bağırdı. “Aaa! Yaşıyor, yaşıyor!” diye bağrıştılar. Orada bulunanları bir gülme aldı ve böylece ehli olmadığı hâlde evliyâ ve rehber geçinen sahte kimselerin hîleleri anlaşıldı.
Nâsıh, Şeyh Muvaffaküddîn el-Makdisî’nin şu sözlerini nakletti:
Biz hepimiz, Abdülvâhid bin Muhammed’in bereketlerine kavuştuk. Kudüs’ten Bağdat’a teşrif ettiği zaman, geldiğini haber alan müslümanlar, onu akın akın gelip ziyâret ettiler. O zaman dedem Kudâme, kardeşine; “Gel bu zâtı ziyârete gidelim. İnşâallah bize duâ buyurur da kurtuluruz.” dedi. Ebü’l-Ferec’i ziyârete gittiler. Evvelâ söze Kudâme başlayıp; “Efendim! Allahü teâlânın, Kur’ân-ı kerîmin hıfzını bana kolaylaştırması için duâ buyurmanızı ricâ ediyorum.” dedi. Ebü’l-Ferec de ona duâ buyurdu. Kardeşi bir şey istemedi ve eski hâli üzerinde kaldı. Kudâme ise, Kur’ân-ı kerîmi kolayca ezberledi ve Ebü’l-Ferec hazretlerinin duâsı bereketiyle büyük hayırlara kavuştu.
Birçok kıymetli eserler yazmıştır. Bâzıları şunlardır:
1) El-Cevâhirü fî Tefsîr-ül-Kur’ân: Otuz ciltlik tefsîr kitabıdır. Kızı Ümmü Zeynüddîn, bu tefsîr kitabını ezberlemiştir. 2) El-Müntehab, 3) El-İzâh-ül-Mebhec (Hanbeli fıkhına dâirdir.) 4) El-Burhân fî Usûliddîn, 5) Muhtasar fîl-Hudûd, 6) Et-Tebsîrâtü fî Usûliddîn, 7) Mesâil-ül-İmtihân.
KAYNAKLAR
1) Tabakât-ı Hanâbile; c.2, s.248
2) Tabakât-ı Hanâbile (Zeyli); c.2, s.68
3) Tabakât-ül-Müfessirîn; c.1, s.360
4) Tezkiret-ül-Huffâz; c.3, s.1199
5) Şezerât-üz-Zeheb; c.3, s.378
6) Mu’cem-ül-Müellifîn; c.6, s.212
7) İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; c.4, s.322
AHMED BİN EBÜ’L-HAVÂRÎ
Meşhûr velîlerden. İsmi Ahmed bin Ebü’l-Havârî, künyesi Ebü’l-Hasan’dır. Aslen Kûfeli olup, 780 (H.164)’de doğdu. Şam’da yaşadı. 844 (H.230) senesinde vefât etti. Otuz sene ilim tahsili yaptı. Ebû Süleymân Dârânî’nin talebesidir. Zamânının âlimlerinden Süfyân bin Uyeyne, Mervân bin Muâviye, Fizârî, Saîd bin Yezid, Ebû Abdullah en-Nibâcî, Ebû Bekr bin Ayyaş ve Ahmed bin Âsım Antâkî’nin sohbetlerinde bulundu. Her birinden ilim ve edeb öğrendi. Ayrıca devrinin meşhûr âlimi ve Hanbelî mezhebinin imâmı Ahmed bin Hanbel ile görüşüp, sohbet etti.
Tasavvuf ilminin ve hâllerinin her konusunda kıymetli ve güzel sözler söylemiştir. Ayrıca hadîs-i şerîf rivâyet etmiştir. Zamânında bir mesele olduğu zaman müşkülleri hallederdi. Muhammed bin Ebü’l-Havârî adında bir kardeşi vardı. Kardeşi de tasavvufta onunla aynı derecede kıymetli bir zâttı. Bütün âilesi verâ ehli ve takvâ sâhibi kimselerdi. Ayrıca hanımı Râbiat-üş-Şam adında evliyâ bir kadın olup, ismi ve hâlleri tabakât kitaplarında zikredilmiştir.
Zamânının meşhûr velîlerinden Cüneyd-i Bağdâdî hazretleri onu methetmiş ve hakkında “Ahmed bin Ebü’l-Havârî, Şam şehrinin güzel kokulu bir çiçeğidir.” buyurmuştur.
Hadîs âlimlerinden Yahyâ bin Maîn, İbn-i Ebû Hâtim ve Zehebî tarafından da methedilip, hadîs ilminde güvenilir bir râvî olduğu bildirilmiştir. Rivâyetlerinden kırk kadarı Ebû Nuaym İsfehânî’nin Hilyet-ül-Evliyâ adlı kitabında bildirilmiştir. Hadîs âlimlerinden Ebû Dâvûd, İbn-i Mâce, Ebû Zür’a ed-Dımeşkî, Ebû Zür’a er-Râzî kendisinden hadîs-i şerîf rivâyet etmişlerdir.
Ahmed bin Ebü’l-Havârî hazretlerinin menkıbelerinden bâzısı şunlardır:
Ebû Süleymân Dârânî hazretlerine talebe olup, sohbetlerinde yetişmek üzere huzuruna gittiğinde hiç bir zaman muhalefet etmeyeceğine söz vermişti. Ne söylenirse aynen yerine getirecekti. Bu hal üzere sohbetlerine ve derslerine devâm etti. Ne emredilirse aynen yerine getiriyordu. Bir defâsında dergâhın fırınını yakması emredilmişti. Gidip fırını yaktı ve iyice alevlendirdi. Sonra hocasının huzuruna gidip:
“Efendim, fırını yaktım, fırın iyice ısındı. Ne pişirmemizi emredersiniz.” dedi.
Hocası Ebû Süleymân Dârânî o sırada huzûrunda bulunan topluluğa ders anlatıyor ve sohbet ediyordu. Sohbete iyice dalmışlardı. Bu bakımdan onun suâline cevap vermedi. Duymadığını zannederek tekrar; “Efendim fırın alevlendi, hazır, ne pişirelim?” dedi.
Yine cevap vermeyince tekrar sordu. Üç defâ tekrarladıktan sonra hocası, bu hâle üzülüp;
“Git içine gir otur!” dedi. Sonra sohbetine devam etti.
Tatlı sohbet bir müddet daha devam ettikten sonra Ebû Süleymân Dârânî hazretleri kıymetli talebesi Ahmed bin Ebü’l-Havârî’yi; “Git içine gir otur!” diyerek fırına gönderdiğini hatırladı. Hemen onu bulup yanına çağırmalarını söyledi. Onu her yerde aradılar ama görünürde yoktu. Bulamadıklarını söylediler.
Bunun üzerine hocası; “Onun bana sözü var. Ne emredersem sözümden çıkmayacaktı. Gidin fırının içine bakın!” dedi.
Koşup fırına bakınca ateş arasında oturduğunu gördüler. Çağırdılar, hiç bir yeri yanmamıştı.
Kendisi şöyle anlatmıştır:
Bir defâsında rüyâmda bir hûrî gördüm. Yüzü nûr gibi parlıyordu. “Ey hûri ne kadar güzel yüzün var.” dedim.
“Evet ey Ahmed, senin ağladığın bir gece gözyaşını alıp yüzüme sürdüm de onun için yüzüm böyle pırıl pırıl.” diye cevap verdi.
Yine kendisi anlatır:
Muhammed bin Semmâk bir gün hastalanmıştı. Onun idrâr şişesini alıp hıristiyan doktora götürürken, yolda güzel yüzlü, güzel kokulu ve temiz elbiseli bir kimse ile karşılaştık.
“Nereye gidiyorsunuz!” dedi.
“İbn-i Semmâk’ın şişesini falan doktora göstermek için götürüyoruz.” dedik.
Bunun üzerine: “Sübhanallah! Allah dostunun ilâcını Allah’ın düşmanından mı istiyorsunuz? Bu şişeyi yere atınız ve İbn-i Semmâk’a deyiniz ki: Elini ağrıyan yer üzerine koysun ve Bilhakkı enzelnâhü ve bilhakkı nezel desin.” dedi ve gözden kayboldu. Ne olduğunu anlayamadık. Bunun üzerine dönerek İbn-i Semmâk’ın yanına gelerek olanları anlattık. Hemen elini ağrıyan yerine koydu ve o zâtın dediğini okudu. Ağrıyan yer hemen iyileşti.
İbn-i Semmâk; “O zat Hızır aleyhisselâmdı.” dedi.
Kendisi anlatır:
Bir gün Şam’ın mezarlığına girdim. Orada kapısı olmayan bir kubbe vardı. Fakat bir açık yerini bularak içine girdim. Bir süre sonra bir kadın kapı çalar gibi kubbeye vurdu. Ona; “Sen kimsin, böyle kubbeyi çalıyorsun?” deyince, bana; “Senden bir yol öğrenmek istiyorum.” dedi. Ben de ona; “Kurtuluş yolu; üzerinde cezâlar, azaplar, engeller olan bir yoldur. Kurtuluşa ancak iyi muâmele ve dünyâ işlerini bırakıp âhiret işleriyle uğraşmakla ulaşılabilir.” dedim. Kadın bunu duyunca ağlamaya başladı. Bir süre sonra düşüp bayıldı. Bu anda oraya gelen kadınlara ona bakmalarını söyledim. Baktıklarında kadının öldüğünü anladılar. Onlara:
“Bu kadın kimdir?” dediğimde; “Kureyşli bir hanımdır. Uzun süreden beri kendini yemek içmekten men etmiştir. Bundan dolayı çok hastalandı. Ona bir şey söylendiği zaman, beni tabîbimle baş başa bırakın. O beni iyi eder, derdi.” dediler. Ben bunun üzerine; “Hakîkaten tabîbi onu hakîki şifâya kavuşturdu.” dedim.
Ahmed bin Ebü’l-Havârî buyurdu ki:
“Allahü teâlâyı sevmenin alâmeti, O’na itâatı sevmektir.”
“İlim tahsîl etmek, sırf Allahü teâlâya itâatı ve âdâbı öğrenmek içindir.”
“Dünyâyı tanıyan ondan soğur, âhireti tanıyan ona ısınır. Hak teâlâyı tanıyan. O’nun rızâsını tercih eder.”
“Çok günah ve dünyâ sevgisiyle hastalanan kalblerinizi, dünyâdan soğuyarak ve günahları terk ederek tedâvî ediniz.”
“Sünnet-i seniyyeye uymadan amel edenin ameli bâtıl olur.”
“Dünyâya sevgi ve arzuyla bakanın kalbinden, Allahü teâlâ zühd ve yakîn nûrunu söküp atar.”
“Hak teâlâ bir insanı, gaflet içinde bulunmak ve taş kalbli olmaktan daha beter bir şeyle imtihân etmemiştir.”
“Kalbinde bir katılaşma gördüğünde, sâlihlerle sohbet et, onlarla bulun, yemeği azalt, nefsinin isteklerini yapma ve onu sıkıntılara alıştır.”
“Akıllı kişi, Allahü teâlâyı daha çok tanır. Daha çok tanıyan hedefine daha çabuk ulaşır.”
“Ümit, korkanların azığıdır.”
“Ağlamanın en güzeli ve iyisi, İslâma uygun olmayan amellerle geçirilen ömür için kulun ağlamasıdır.”
“Allahü teâlâdan korkanların gıdâsı, Allahü teâlâdan ümidini kesmemektir.”
“Ağzıma lüzumsuz bir lokma koyduğum zaman, oradan lüzumsuz bir söz çıkar.”
“Bir konuda tereddütte kalıp doğrusunu kestiremediğiniz vakit, nefsin arzusuna aykırı olan hangisi ise onu tercih edin. Çünkü işin doğrusu, nefsânî arzulara karşı çıkmaktır.”
“Kim Allahü teâlânın ibâdeti ile bir saat meşgûl olursa, Allahü teâlâ ona rahmeti ile nazar eder.”
“Allahü teâlâyı sevmenin alâmeti zikri (her işte O’nun emrine uymayı) sevmektir.”
Şükür edenlerin hâli sorulduğunda; rivâyet ettiği şu hadîs-i şerîfle cevap verdi: “Her hâllerinde Allahü teâlâya şükredenler ilk önce Cennet’e girecek ve en evvel haşr olacak kâfiledirler.”
“İlim nasıl öğrenilir?” diyen bir sevenine şu tavsiyede bulundu: “Peygamber efendimiz buyurdular ki: “Her kim bildiği ile amel ederse, Hak teâlâ ona bilmediği ilimleri verir.”
KERÂMET VE MENKÎBELERİ
DOĞDUĞUMDAN BERİ YOLCUYUM
Ahmed bin Ebü’l-Havârî hazretleri başından geçen ibret verici bir hâdiseyi şöyle nakletmiştir:
Bir gün çöle gitmiştim. Araplar develerini koşturuyorlardı. Onlar bu işle meşgûl olurken köylü bir Arap köşeye çekilmiş Allahü teâlâyı zikrediyor ve kendi hâlinde oturuyordu. Dikkatimi çekti yanına gittim. Selâm verdim selâmımı aldı. Biraz konuştuktan sonra bana; “Allahü teâlâyı zikretmek en lezzetli şey ve şifâ verici bir iştir. Şaşıyorum insanlar nasıl boyun büküp, yalvarmazlar! Halbuki ölüm onların peşinde, onları tâkib ediyor. İnsanlar ise tehlike ve musîbetler içinde. Buna rağmen boş şeylerle meşguller.” dedi.
“Allah’ın rahmeti üzerinize olsun insanlar hangi musîbetler ve hangi tehlikeler içinde?” diye sordum:
“Günah musîbeti ve ölüm tehlikesi, ölümden öncesi ve sonrası!” dedi. Sonra ağlamaya başladı. Ben de onunla birlikte ağladım. sonra tekrar:
“Neden yapayalnız duruyorsun?” diye sordum:
“Ben yalnız değilim, Rabbimle berâberim.” dedi. Fakir ve muhtâç olduğunu zannederek; “Bir şey ister misin?” deyince; “Evet kalbimin derdini tedavî edecek bir tabib isterim.” dedi.
“Tabîbin kimdir?” “Rabbimdir.” “Kalbinin derdi nedir?” “Günahlar…” dedi. “Peki bunlardan kim kurtuldu?” diye sordum. “Allahü teâlânın râzı olduğu kimseler.” dedi. Tekrar sordum: “Yolculuğun nereye?” “Kabiredir.” dedi. “Yolcu musun?” “Annemden doğduğumdan beri yolcuyum. Âhirete gidiyorum.” dedi.
Sonra devâm ettim ve; “Azığın nerede?” dedim.
“Azığım son derece az.” cevâbını verdi.
Bu sefer; “Yanında yiyeceğin nedir?” “Sübhânallah, Rabbimin vereceği rızık.” dedi.”Peki yalnız hâlinle korkmuyor musunuz?” dedim. “Nasıl korkarım. Sâhibimin, Rabbimin mülkündeyim.” “Yol neresidir?” diye sormaya devâm ettim.
Ellerini açıp; “Yâ Rabbî! İnsanların çoğu seni unutmuş başka şeylerle meşgul! Sen her işin karşılığını vereceksin… Ey gariblerin yardımcısı, âcizlerin sığınağı! Ey azı çoğaltan, sapmışları hidâyete erdiren! Ey kendisine herkesin sığındığı Rabbim! Senin ihsânını ve rızânı isterim… Senin rızân olmadan dünyâ ve âhiret güzel olmaz.”
Hem böyle duâ ediyor, hem de yürüyordu. Ben de onu tâkib ediyordum. Bana:
“Allah’ın rahmeti üzerine olsun. Senin için benden daha hayırlı olan bir kimseye git! Beni meşgûl etme…” dedi. Sonra benden uzaklaşıp gitti. Arkasından gözden kayboluncaya kadar baktım. Sonra ağlayarak geri döndüm.
KAYNAKLAR
1) Hilyet-ül-Evliyâ; c.10, s.5-33
2) Nefehât-ül-Üns; s.67
3) Sıfât-üs-Safve; c.3, s.212
4) Şezerât-üz-Zeheb; c.2, s.11
5) Mi’rât-ül-Cinân; c.2, s.153
6) Keşf-ül-Mahcûb; s.217
7) Tabakât-üs-Sûfiyye; s.98
8) Tabakât-ül-Kübrâ; c.1, s.96
9) Risâle-i Kuşeyrî; s.39
10) Tehzîb-üt-Tehzîb; c.1, s.49
11) İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; c.3, s.77
12) Tabakât-ı Hanâbile; c.1, s.78
13) Şerhü’t-Tearrüf; c.1, s.95
AHMED BİN İBRÂHİM EL-VÂSITÎ
Hanbelî mezhebi fıkıh âlimlerinden. İsmi, Ahmed bin İbrâhim bin Abdurrahmân bin Mes’ûd bin Ömer el-Vâsıtîdir. 1258 (H.657) senesinde Vâsıt şehrinin doğusunda bulunan Fânus köyünde doğdu. 1311 (H.711)’de Dımeşk’da (Şam) vefât etti. Kâsiyûn Dağının eteğinde defnedildi. Şeyh-ül-Hızâmiyye el-Vâsıtî diye meşhur oldu. İlim öğrenmek için pekçok şehri dolaştı. Birçok defâ Mekke-i mükerremeye gidip hac yaptı. Bu yolculukları esnâsında fıkıh, hadîs ve siyer âlimlerinden birçok zât ile karşılaştı. Onlardan ilim öğrendi. Mısır’a sonra da Şam’a gitti.
Allahü teâlâ ona, daha küçük yaşta iken hakkı, doğruyu öğrenmeyi ve muhabbeti, sevgiyi nasîb etti. Bid’atten ve sapık yolda bulunanlardan nefret ederdi. Vâsıt’ta, Şeyh İzzeddîn el-Fârûtî ve diğer fıkıh âlimleri ile sık sık bir araya gelir, onlarla Şâfiî fıkhından bâzı şeyleri okurdu. Fıkıh ve hadîs ilimlerinde pek çok şey öğrendi. Sonra Bağdat’a geldi. Orada fıkıh âlimlerinden bir tâife ile sohbet etti. Hacca giderek, Mekke’de âlimlerden bir cemâatle görüştü. Oradan Mısır’a gelerek, bir müddet Kâhire’de ikâmet etti. Günlerini fıkıh âlimleri arasında geçirdi. Buna rağmen kalbinde bir boşluk hissediyordu. İskenderiyye’de Şâziliyye tarîkatına mensup kimselerle buluştu. Onların yanında, aradığı mârifet nûrlarına ve latîfelerine kavuştu. Kalbinde muhabbet ve bu yola sülûk edip girmek arzusu çoğaldı. Onların tarîkatına girmekle ve gösterdikleri yolda bulunmakla iktifâ etti, yetindi. Sonra Şam’a geldi ve “Siyer-i Nebî” ilmi üzerinde çok mütâlaada bulundu. İbn-i İshak’ın Siyer’ine İbn-i Hişam’ın yaptığı şerhi çok okudu. Onu hülâsa edip kısalttı. Aynı zamanda, hadîs, sünnet ve eserlere (sahâbe haberlerine) âit kitapları mütâlaa etti. Sünnet-i seniyyeye sarılmaya, usûl ve fürû’ bilgilerini öğrenip yazmaya ehemmiyet verdi. Karşılaştığı ve daha önce aralarında bulunduğu bid’at ehline, îtikâdı bozuk olanlara karşı reddiyeler, cevap olan eserler yazmaya başladı. Bu sapıklardan bâzıları o kadar ileri gitmişlerdi ki, İslâmiyetin emir ve yasaklarına uymayı bile terkedip, farzları yapmıyorlar ve utanıp sıkılmadan haram işliyorlardı. Hanbelî mezhebinde olan müslümanları bu bid’atlerden korumak için Hanbelî mezhebine geçti ve sonra bu mezhebe âit eserleri okutmaya ve yaymaya başladı. Şeyh Mecdüddîn-i Harrânî hazretlerinin Kâfî adındaki eserini çok okurdu. Onun bu eserini bir cilt hâlinde El-Belâga adı ile muhtasar olarak yazdı.
Ahmed-i Vâsıtî, tasavvufu öğrenmek ve bu yola bağlanmak isteyenlerin en çok faydalandığı kimselerden birisi olup, eserleri de çok faydalıydı. Tasavvuf ve hadîs ehlinden çok kimseler, ondan faydalanmışlardı. Hattâ bid’at ehlinden, Peygamber efendimiz ve Eshâbının yolundan ayrılan birçok kimseler, bunun eserlerini okuyarak bozuk îtikâdlarından ayrılmışlardı.
Berzâlî, Mu’cem’inde ondan bahsederek diyor ki:
“O, sâlih ve mârifet ehli bir zâttı. Çok ibâdet ederdi. Dünyâlık şeylerden kesilmiş olup, dünyâ ehli ile bulunmaktan çok sıkılırdı. Kimseden bir şey kabûl etmezdi. Tasavvuf ilmi hakkındaki sözleri ve yazıları gâyet doğru ve sağlamdı. O, Allahü teâlânın yoluna dâvet eden büyük bir zâttı. Çeşitli eserleri yazarak, satıp geçimini temin ederdi. Tasavvufa dâir ve bid’at ehline cevap teşkil eden birçok risâleler yazdı. Sünnet-i seniyye ile Selef-i sâlihînin, Eshâb-ı kirâm, Tâbiîn ve Tebe-i tâbiînden olan âlimlerin gösterdiği Ehl-i sünnet ve cemâat yoluna dâvet eden yüksek bir âlimdi. Sıfat-ı zâtiyye hakkında, Ehl-i sünnet âlimlerinin bildirdiği doğru îtikâdı bildirdi. Peygamber efendimiz ve Eshâbı nasıl bildirdi ise, öyle açıkladı. Onun sohbetlerinde bulunan kimseler çok faydalandılar. Dımeşk’ta onun gösterdiği yolda bulunan ve onun gibi olan bir âlimi tanımıyorum.”
Zehebî ve Berzâlî buyurdular ki:
“Bizim üstadlarımızdan, hocalarımızdan birçok kimseler ve diğer âlimler ondan hadîs-i şerîf dinledi. Çeşitli ilimlerde mütehassıs bir âlimdi. Eserlerindeki ibâreler sağlam ve çok güzeldir. Anlayışı kuvvetli, hattı, yazısı gâyet güzeldi. Vakitlerini zikir, ibâdet, eser yazmak, mütâlaada bulunmak ve tefekkürle geçirirdi. Allahü teâlânın sevgi ve muhabbetine kavuşmuştu. Tecelliyât-ı ilâhiyyenin ve envar-ı kalbiyyenin zevklerine kavuşan bir umman gibiydi. İnsanlardan uzak yaşar, sevdikleriyle ve istifâde etmek isteyenlerle görüşürdü.”
Eserlerinin başlıcaları şunlardır:
1) İrşâd-ül-Müslimîn li Tarîkati Şeyh-il-Müttekîn: Basılmış bir eserdir. 2) Şerhu Menâzil-is-Sâirîn: Tamamlayamamıştır. 3) El-Belâga Vel-İknâ fî Halli Şühbeti Mes’elet-is-Simâ’ Fil-Fıkh:Kâfî kitabının muhtasarıdır. 4) Medhalü Ehl-il-Fıkhı vel-Lisâni ilâ Meydan-il-Muhabbeti vel-İrfân. 5) Miftâhu Tarîk-ıl-Muhibbîn ve Bâb-ül-Ünsi bi-Rabbil-âlemîn.
KAYNAKLAR
1) Zeyl-i Tabakât-ı Hanâbile; c.2, s.358
2) Ed-Dürer-ül-Kâmine; c.1, s.91
3) Şezerât-üz-Zeheb; c.6, s.24
4) Mu’cem-ül-Müellifîn; c.1, s.139
5) El-A’lâm; c.1, s.86
6) İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; c.9, s.353
7) Brockelman; Sup.1, s.203
BİLÂL BİN SA’D
Peygamber efendimizin arkadaşlarının yetiştirdiği âlim ve velîlerden. Âlim, vâiz, velî ve kârî, Kur’ân-ı kerîm hâfızı bir zât. İsmi, Bilâl bin Sa’d bin Temîm el-Eş’ârî olup, künyesi Ebû Amr’dır. Ebû Zûr’a da denildi. Şam’da bulundu. Doğum târihi belli değildir. Babası Sa’d bin Temim, Eshâb-ı kirâmdandır. Babasının yanında yetişti ve babasından, hazret-i Bilâl, hazret-i Muâviye, Ebüdderdâ, İbn-i Ömer, Câbir’den ve daha birçok Eshâb-ı kirâmdan hadîs-i şerîf rivâyet etti. Kendisinden ise Evzâî, Saîd bin Abdülazîz, Atâ bin Ebî Rebâh, İbn-i Sa’d gibi birçok zâtlar hadîs-i şerîf naklettiler. Âlimler, Bilâl bin Sa’d’ın sika, güvenilir olduğunu söyleyerek; “Basra’da Hasan-ı Basrî ne ise, Şam’da da Bilâl bin Sa’d odur.” dediler. Her gün ve gece bin rekat namaz kılardı. 737 (H. 120) senesinde vefât etti.
Bilâl bin Sa’d, bir gün Ankebût sûresinden; “Muhakkak ki benim arzİm (yeryüzü) geniŞtir. O halde yalnİzca bana ibâdet edin.” meâlindeki 56. âyetini okudu ve; “Bulunduğunuz yerde fitnelerin yayıldığını görürseniz, o yerden başka yerlere gidiniz. Çünkü yeryüzü çok geniştir.” buyurdu.
Bir sene yağmur yağmıyordu. Halk ile yağmur duâsına çıktı. İnsanlara karşı; “Ey insanlar! Hepiniz günahkâr olduğunuzu îtirâf eder misiniz?” diye sordu. Onlar; “Evet, hepimiz günâhkârız. Günâhlarımız çok, hepsine tövbe ettik.” dediler. Bunun üzerine Allahü teâlâya şöyle duâ etti: “Yâ Rabbî! Kur’ân-İ kerîmde meâlen; “İhsân edip do?ru söyleyenlerin duâsİnİ kabûl ederim.” buyuruyorsun. Biz, çok günâhlarİmızın bulunduğunu îtirâf edip, doğruyu söyledik ve tövbe ettik. Bizi affet ve bize yağmur ihsân et!”. Biraz sonra yağmur yağmaya başladı.
Hazret-i Bilâl bin Sa’d’ın bir oğlu gazâda şehîd oldu. Bir kimse gelip; “Vefât eden oğlunuzda 20 dînâr alacağım vardı.” dedi. Gelen kimseye; “Buna dâir bir şâhidiniz veya elinizde bir yazınız var mı?” diye sordu. O kimse; “Yok.” dedi. “Peki bunun için yemin eder misiniz?” buyurdu. O kimse; “Yemin ederim.” deyince, yemin etmesini istemeden 20 dînârı verdi ve; “Eğer doğru söylüyorsan oğlumun borcunu ödemiş olurum; yalan söylüyorsan sadakam olur.” buyurdu.
Bilâl bin Sa’d buyururdu ki:
“Günâhlar gizli olarak iŞlenirse bunun zararİ, günâhİ iŞleyenleredir. Lâkin açİktan iŞleniyor ve buna mâni olunmuyorsa, bunun zararİ herkesedir.”
“Bir insanın iyiliklerini hatırlayıp, günâhlarını unutması gururdandır. Günâhların ne kadar küçük olduğunu değil, bu günâhı Allahü teâlânın huzûrunda işlediğini düşünmek lâzımdır.”
“Allahü teâlâ bize, haramlardan, şüphelilerden, hattâ şüphelilere düşmemek için ihtiyatlı olup, mübahların çoğundan sakınmayı emrediyor. Biz ise, aşırı derecede dünyâyı sever, ona bağlanırız. Bu; günâh olarak, bize yeter.”
“Allahü teâlânın emirlerini hatırlatan, nasîhat eden bir kardeşin, sana altın hediyye edenden daha hayırlıdır.” Böyle birini bulunca; “Ey kardeşim! Bende bir kusur var mıdır? Lütfen bildir de düzeltmeye çalışayım.” demelidir.
“Bir insan kendisinin medhi yapİldİ?İ zaman, bu medh ve ö?meler kendisine iyi gelmiyorsa ne iyi… Ama bunlarİ duyunca seviniyorsa zarardadİr.”
“Üç kimsenin hiçbir ibâdeti kabûl olmaz. Müşrik, kâfir ve râî” “Râî kimdir?” diye sordular. Dîn-i İslâmın bildirdiği hükümleri bırakıp, kendi re’yi, görüşü ile amel eden kimsedir.” buyurdular.
“Bir kimse müslümânım dediği zaman Allahü teâlâ onun ameline bakmadan bırakmaz. Amel ettiği vakit verâ yâni şüphelilerden sakınmasına bakar. Verâ sâhibi olunca da niyetine bakar. Niyeti hâlis, Allah rızâsı için ise, artık diğer kusurlarını Allahü teâlâ düzeltir.”
“Günâhİn küçüklü?üne bakma. Fakat kime karŞİ âsî oldu?una bak.”
“Bir kimsenin münâzara ve muhâlefet yaptığını, sâdece kendi görüşünü beğendiğini, ısrarlı bir tutum içerisinde olduğunu görürsen; hüsrânın tamam olduğunu bil.”
“Ey ebedî yolun yolcuları! Sizler, yok olmak için yaratılmadınız. Sizler, sâdece bir evden, bir eve göç edersiniz. Nitekim siz, sulblerden rahimlere, buradan dünyâya, dünyâdan kabirlere, kabirlerden mevkif denilen mahşer meydanına, oradan da ebedî Cennet’e veya Cehennem’e gidersiniz.”
KERÂMET VE MENKÎBELER
EY İNSANLAR!
Bilâl bin Sa’d bir kimseye; “Ölmek ister misin?” diye sordu. O kimse; “Hayır efendim. Ben biraz daha yaşayıp iyi amel yapmak, ondan sonra ölmek istiyorum.” dedi. Hazret-i Bilâl bin Sa’d; “Hem ölmek istemiyorsun hem de iyi amel yapmıyorsun. O halde senin hâlin dünyâya bağlanmış olmağı gösteriyor.” buyurdu.
Bilâl bin Sa’d bir vâzında şöyle anlattı: “Ey insanlar! Allahü teâlâdan korkun. Sizin için O’ndan başka bir yardımcı yoktur.
Kıyâmet günü herkesin hesâbı görülür. Cennet ehli Cennet’e ve Cehennem ehli Cehennem’e yerleştirildikten sonra Allahü teâlâ meleklere, Cehennem’den iki kişi çıkarıp getirmelerini emreder. Allahü teâlâ meleklerin getirdiği iki kişiye; “Yerleriniz nasıldır?” diye suâl eder. Onlar; “Yâ Rabbî! Yerimizden daha zor yer yoktur.” derler. Allahü teâlâ buyurur ki:
“Bunlar sizin işlediğiniz hatâların bedelidir. Ben aslâ, kimseye zulmetmem. Şimdi siz yerlerinize dönünüz.” Bunun üzerine o iki kişiden birisi koşarak, diğeri de bir adım atıp geri dönerek yürürler. Allahü teâlâ, meleklere bu kimseleri tekrar huzûra getirmesini emreder. Bunlar, tekrar huzûra getirilince, Allahü teâlâ, koşarak gidene, böyle gitmesinin sebebini sorar. O kimse; “Yâ Rabbî! Her şeyi daha iyi bilen sensin. Ben dünyâda iken senin emirlerine uymakta gevşek davrandığım için Cehennem’i hak ettim. Emrine tekrar muhâlefet etmemek için; “Yerlerinize dönünüz!” emrinden sonra, yerime gitmek için koşmaya başladım.” Allahü teâlâ, ikinci kimseye de suâl eder ki: “Niçin bir adım atıp, sonra geri dönüp bakardın?” O kimse de; “Yâ Rabbî! Sen her şeyi en iyi bilensin. Zannettim ki, Allahü teâlâ Cehennem’den çıkardıktan sonra, tekrar Cehennem’e göndermez. Onun için her adımda dönüp dönüp bakardım.” der. Allahü teâlâ buyurur ki: “Ben kulumun zannettiği gibiyim. Bu iki kulumu da Cennet’e götürün!” O iki kimseCennet’e kavuşur.
BEYİTLER
ÖLMEYİ İSTER MİSİN?
Tâbiîn-i kirâmdan, büyük bir evliyâdır,
Babası İbn-i Temim, Eshâb-ı kirâmdandır.
Çok namaz kılıyordu, her gecede bin rekat,
Yedi yüz otuz yedi, yılında etti vefât.
“Ölmeyi ister misin?”, diye sordu birine,
Dedi: Hayır efendim, daldım günah kirine.
Biraz daha yaşayıp, fâideli ve iyi,
İş yapıp ondan sonra, istiyorum ölmeyi.
Buyurdu ki: “Evlâdım, ne gibi iyi amel,
Yapacaksan çabuk yap, âni gelir hep ecel.
Sen iyi iş yapmağa, ettinse de tam niyyet,
O kadar yaşamağa, elinde var mı senet?
Büyükler buyurur ki; “Her gece yattığında,
Bil ki ölüm bekliyor, yastığının altında.
Ve yine sabahleyin, uyandığında bil ki,
Ölüm tam karşındadır, ölürsün o gün belki.”
KAYNAKLAR
1) Hilyet-ül-Evliyâ; c.5, s.221
2) Tehzîb-üt-Tehzîb; c.1, s.503
3) El-Kâşif; c.1, s.165
4) İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; c.2, s.142
EBÛ UBEYD EL-BUSRÎ
Şam’da yetişen âlimlerin ve evliyânın meşhurlarından. İsmi, Muhammed bin Hasan, künyesi Ebû Ubeyd’dir. Havran civârındaki Busr köyünden olup, oraya nisbetle Busrî denilmiştir. 859 (H.245) senesinde vefât etti. Ebû Türâb Nahşebî, Ahmed bin Yahyâ Celâ, Ebû Saîd-i Harrâz ve daha birçok evliyâ ve âlimden ilim öğrendi ve sohbetlerinde yetişti. Tasavvufta kemâl derecelerine kavuşup, evliyânın büyüklerinden oldu.
Ebû Zür’a şöyle anlatmıştır: “Ebû Ubeyd hazretleri bir defâsında oğlu ile birlikte hacca gitmişti. Arefe günü Arafat’ta iken oğluna; “Bir süvâri ile tebrik edildin!” dedi. “Babacığım hangi süvâri?” deyince; “Şu anda bir oğlun dünyâya geldi.” dedi. Memleketlerine döndükleri zaman oğlu Arefe günü bir erkek evlâdının doğduğunu öğrendi.
Talebelerinden biri şöyle anlatır: Ebû Ubeyd Busrî hazretlerinin yanına hac zamânına üç gün kala evliyâdan iki kişi geldi. Hacca gidip gitmeyeceğini sordular. O da, gidemeyeceğini söyledi ve yüzünü bana dönerek; “Senin şeyhine onlara nisbetle daha kısa zamanda oraya varma ve tayy-i mekân imkânı verilmiştir.” buyurdu.
Allah yolunda cihâd etmek niyetiyle bir savaşa katıldı. Bir ata binmişti. Yolda atı öldü. Duâ edip, seferden dönünceye kadar Rabbinden atın diriltilmesini istedi. Ölen at, Allahü teâlânın izniyle dirilip ayağa kalktı. Gazâ bittikten sonra Busr’daki evine varınca, oğlundan atın eğerini almasını istedi. Oğlu, hayvanın çok terli olduğunu görünce eğeri almaktan vazgeçti. Bunun üzerine; “Eğerini al, bu bize ödünç verilmiştir.” buyurdu. Oğlu eğerini alınca, at yere düşüp öldü.
Ebû Ubeyd Busrî hazretleri bir gün Şam’da dostlarıyla otururken yanlarından bir atlı geçiyordu. Peşinden atın eğer örtüsünü taşıyan kölesi kızgın bir halde koşuyordu. Köle; “Yâ Rabbî! Sen beni bu güç durumdan kurtar.” diye duâ edip; Ebû Ubeyd hazretlerine de; “Ey Allah’ın sevgili kulu! Bana duâ et.” dedi. Bunun üzerine; “Yâ Rabbî! Bu kulunu Cehennem ateşi ve kölelikten kurtar.” diye köleye duâ etti. O anda attaki binici kuşağını yere atıp, kölesine; “Seni âzâd ettim.” diye bağırdı. Köle de taşıdığı örtüyü bırakıp; “Beni sen değil, bunlar âzâd etti.” diyerek, Ebû Ubeyd Busrî ve dostlarının yanına gitti ve ölünceye kadar onlarla berâber kaldı.
Ebû Ubeyd Busrî hazretleri derslerinde, sohbetlerinde ve yaşayışında, insanlarla olan muâmelelerinde dâimâ emr-i mâruf yapar, Allahü teâlânın dînini insanlara öğretir ve dînin emirlerine uymalarını sağlamak için uğraşırdı. Ramazân-ı şerîf ayı girince, bir yere çekilir, oruç tutar ve dâimâ ibâdetle meşgûl olurdu. Âdetâ yemez, içmez, uyumaz bir halde geçirirdi. Yemesi için odasına bıraktıkları ekmeklere hiç dokunmadığı görülürdü. Duâsı çok makbuldü.
Ahmed bin Yahyâ Celâ; “Altı yüz kadar yetişmiş ve yetiştirebilen evliyâ ile görüştüm. Bunların en mümtazları, en büyükleri Zünnûn-i Mısrî, Ebû Türâb-ı Nahşebî, Ebû Abdullah Busrî ve Ebü’l-Abbâs bin Atâ idi.” buyurdu.
Ebû Ubeyd hazretlerinin oğlu geçimini yağ satarak sağlardı. Bir gün babasına gelerek; “Babacığım sermâyem olan birkaç testi yağım vardı. Dışarı çıkarken düşürüp kırdım. Bütün sermâyem yok oldu.” dedi. O da, rızkı verenin Allahü teâlâ olduğunu, başka bir iş yapabileceğini ve yeni imkânların çıkabileceğini, bir de dünyâya ve dünyâ malına düşkün olmamak gerektiğini işâret ederek; “Evlâdım, sen de babanın sermâyesinden sermâye edin. Yemin ederim ki, babanın dünyâ ve âhirette Allahü teâlâdan başka sermâyesi yoktur.” buyurdu.
Buyurdu ki:
“Zikir kalple olmalıdır. Yalnız dille yapılır da kalbe işlemezse, riyâ ve gösteriş olur.”
KERÂMET VE MENKÎBELERİ
İKİ REKAT NAMAZ KIL
Ebû Ubeyd Busrî hazretlerine hizmet etmekle şereflenen bir talebesi şöyle anlatmıştır: Bir hac mevsiminde hacca gitmek üzere hocam Ebû Ubeyd Busrî’den duâ alıp yola çıkmak üzereydim. Hocam; “Yanında bir şeyin var mı?” deyince; “Su kabımdan başka bir şeyim yok.” dedim. Bunun üzerine bana; “Bir şeye ihtiyâcın olduğu zaman veya acıkınca yâhud da susayınca, iki rekat namaz kıl.O su kabını da sağ tarafına koy. Namazı bitirip selâm verdiğin zaman arzu ettiğin şey ne ise onu sağ tarafında bulursun.” buyurdu. Vedâlaşıp yola çıktım. Epey bir zaman gittim. Yolum öyle bir yere düştü ki orada hiç su yoktu. İnsanlar susuzluktan çâresiz bir halde inliyorlardı. Bu hâli görünce hocam Ebû Ubeyd Busrî’nin vedâlaşırken söylediği sözleri hatırladım. Hocam elbette doğru söyler, onun tembihinde bir hikmet vardır diyerek boş su kabımı sağ tarafımda çukur bir yere bırakıp iki rekat namaz kıldım. Selâm verdiğim zaman, bir rüzgâr esmeye başladı. Rüzgâr, su kabımı attığım çukur yerden üzerime su serpiyordu. Baktığımda kabımı bıraktığım çukur yer su ile dolmuştu. Kabı alıp, susuzluktan kıvranan insanları çağırdım. Suyun yanına gelerek, içe içe kandılar. Böylece Allahü teâlânın izniyle ve hocamın kerâmetiyle susuzluktan kurtulduk.
KAYNAKLAR
1) Nefehât-ül-Üns; s.146
2) Risâle-i Kuşeyrî; s.124
3) Tabakât-us-Sûfiyye; s.176
4) Tabakât-ül-Kübrâ; c.1, s.115
5) Tabakât-ül-Evliyâ; s.362
6) İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; c.3, s.253
İBRÂHİM BİN EDHEM
Tâbiînin meşhûr âlimlerinden ve evliyânın büyüklerinden. 714 (H.96) te Belh şehrinde doğup, 779 (H.162)da Şam’da vefât etti. İsmi, İbrâhim bin Edhem bin Mansûr, künyesi Ebû İshâk’tır. Nesebi hazret-i Ömer’e dayanır. Fudayl bin İyâd, İmrân bin Mûsâ bin Zeyd Râi ve Şeyh Mansûr Selâmi’nin sohbetinde bulunup, Veysel Karânî hazretlerinin rûhâniyetinden istifâde etmiştir.
Bağdât, Şâm ve Hicaz’da meşhûr oldu.Üç kıtanın âlimlerinin çoğundan ilim öğrendi. İmâm-ı A’zam hazretlerinin sohbetleriyle olgunlaştı. Dinde fakih ve müctehid oldu. Rumlarla yapılan cihadlara katıldı. Arap lisânını çok fasîh konuşurdu.
Yahyâ bin Saîd el-Ensârî, Saîd bin Mezbân, Mukatil bin Süleymân ve Süfyân-ı Sevrî’den, Sevrî de kendisinden hadîs-i şerîf rivâyetinde bulunmuştur. Evzâî, Şakîk-i Belhî, İbrâhim bin Beşar, kendisinden hadîs-i şerîf rivâyetinde bulunmuşlardır. Nesâî, Dâre Kutnî, İmâm-ı Buhârî onun sika, güvenilir bir râvi olduğunu bildirmişlerdir. Buhârî “Edeb”, Tirmizî “Tahâret” kısmında kendisinden rivâyette bulunmuşlardır.
Babası Edhem, Belh şehri pâdişâhıydı. Kendisi Şehzâde olup, tahtta oturur, avlanmayı severdi.Her türlü imkâna sâhip, her istediğini yer, her istediğini giyer, her emri hemen yapılırdı.Bir yola çıktığı zaman, kırk altın kalkanlı asker önünden, kırk altın gürzlü asker arkasından yürürdü. O bütün bunları terk etmiş ve Allahü teâlâya gönül vermiştir.Mübârek sözleri ve kerâmetleri dilden dile dolaşmış, muhabbeti hep gönüllerde yaşamıştır. Dünyâ sultânları unutulmuş, fakat O unutulmamıştır.
Tâcını, tahtını bırakıp evliyâdan olması şöyle olmuştur:
Bir gece tahtı üzerinde uyuya kalmıştı.Gece bir gürültü ile uyandı. Tavan sallanıyordu. seslendi: “Kim o?” Damdaki, “Tanıdık biriyim, devemi kaybettim onu arıyorum” dedi. İbrâhim Edhem, “Hey şaşkın, ne diye damda arıyorsun? Damda deve mi olur?” deyince, damdaki zât, “Ey gâfil, sen Allahü teâlâyı altın taht ve süslü elbiseler içinde arıyorsun. Damda deve aramak bundan daha mı acâyib?” dedi. Bu sözlerden sonra kalbi Allahü teâlânın aşkı ile yandı ve şimdiye kadar yaptığı bütün günahlara, hatâ ve kusurlara tövbe etti.
Başka bir rivâyette: Bir gün sarayda umûmi bir ziyâfet verildi. Devlet adamları yerlerini almış, hizmetçiler beklerken, gayet heybetli bir zat çıkageldi. Ne askerlerden ne hizmetçilerden hiçbir kimse ona, sen kimsin, burada ne işin var? deme cesaretini bulamadı. Bu heybetli zâta İbrâhim Edhem sordu: “Ne istiyorsun?” O zât, “Bu handa konaklamak istiyorum.” dedi. İbrâhim Edhem; “Burası han değil, benim sarayımdır.” diye cevap verdi. O zât, “O halde bu saray bundan evvel kimindi?” diye sorunca, İbrâhim Edhem; “Pederimindi!” dedi. Gelen zât; “Ondan evvel kimindi?” diye tekrar sordu. İbrâhim Ethem; “Filân zâtın!” dedi. O zât; “Ondan evvel kimindi?” diye sorduğunda, İbrâhim Edhem; “Filân oğlu filânın!” cevâbına, o zâtın; “Bunlara ne oldu?” suâline de İbrâhim Edhem; “Öldüler!” cevâbını verdi. Gelen heybetli kimse; “Bu nasıl senin sarayın ki, biri gelmeden biri gitmede?” diyerek geldiği gibi geri çıktı. İbâhim Edhem o zâtın peşine düştü ve sordu; “Sen kimsin?” O zât da, “Ben Hızırım.” dedi.
Bundan sonra İbrâhim Edhem hazretlerinin derdi çoğaldı.Kalbindeki Allah aşkı fazlalaştı.
Başından geçen bir başka hâdise de şöyledir:
Bir gün atının hazırlanmasını istedi ve av köpeğini de yanına alıp ava çıktı. Karşısına bir hayvan çıktı. Onu yakalamak için atını sürdü, gâibden; “Yâ İbrâhim sen bunun için yaratılmadın ve bununla emr olunmadın!” diyen bir ses işitti. Durdu, sağına soluna baktı hiçbir kimseyi göremedi. “Allah lânet etsin! Bu İblis’tir!” dedi.Atını tekrar sürdü.Biraz öncekinden daha kuvvetli ve daha açık; “Ey İbrâhim! Sen bunun için yaratılmadın ve bununla emir olunmadın!” dendi.
Durup, sağına soluna baktı, hiçbir kimseyi göremedi: “Allahü teâlâ lânet etsin! Bu İblis’tir!” dedi. Atını tekrar sürdü ve aynı sözleri atının eyeri tarafından işitti ve durdu: “Âlemlerin Rabbinden bana bir ikaz geldi.Allahü teâlâya yemin ederim ki bu günden sonra Allah’a isyân etmeyeceğim. Rabbim, sâlih insan olmamı istiyor!” dedi. Bu hâdise üzerine pek fazla ağladı ve elbiseleri göz yaşlarıyla ıslandı.Sonra geri döndü. Bir çobana rastladı. Dikkat edince bunun, babasının çobanlarından birisi olduğunu anladı. Onun abasını ve başlığını alıp kendi elbiselerini ona verdi. Her şeyi bırakıp Allahü teâlânın yoluna girdi.
Merv şehrine doğru giderken yolda âmâ bir adamcağız bir köprüden geçiyordu. Gözleri görmediği için nehre tam düşerken, İbrâhim bin Edhem bunu gördü. Adamcağıza çok acıdı ve (Allahümmahfezhu= Ey Alah’ım. Onu muhâfaza et, koru!) diye duâ etti. Bunu söyleyince köprüden düşmekte olan âmâ, köprü ile nehir arasında, boşlukta kaldı, düşmedi. Etrafta bulunanlar, âmâyı tutup yukarı çektiler ve İbrâhim bin Edhem’in büyüklüğünü tasdik ettiler. Bundan sonra Nişâbur’a gitti. Hep nefsi ile meşgûl olmak, her an Allahü teâlâya ibâdet ve tâatte bulunmak için, kendisine dünyâ meşgalelerinden uzak, sâkin bir yer aradı. Burada bulunan bir mağarada dokuz sene ibâdet etti. Bu mağarada bulunduğu bir gece yıkanması icab etti.Zemherir günleriydi ve çok şiddetli soğuk vardı. Buzu kırmak sûretiyle gusül abdesti aldı ve seher vaktine kadar ibâdet etti. Soğuktan donmak üzere olduğunu hissetti. Isınmak için biraz ateş olsa veya üşümemek için sırtımda bir kürk olsa diye hatırından geçti. Birden sırtında bir kürk bulunduğunu ve bedenini ısıtmakta olduğunu hissetti. Böylece, birazcık istirahat edip, uyumak imkânı hâsıl oldu. Az zaman sonra uyandı. Bu kürkün, çok heybetli bir hayvanın derisinden yapılmış olduğunu anladı. Allahü teâlâya hamd etti.
İbrâhim bin Edhem hazretleri, bu mağarada kalırken, insanlar onun hâlini anlamaya başladılar. Bu durumda, derhal mağarayı terk etti ve Mekke-i mükerremeye doğru yola çıktı. Sahrada giderken bir zât ile karşılaştı. O zât kendisine (İsm-i a’zam= Allahü teâlanın en büyük ismini) öğretti. Bununla Allahü teâlâya duâ etti. Hızır aleyhisselâm ile görüştü. O, kendisine; “Sana ism-i a’zam’ı öğreten kimse, İlyas aleyhisselâm idi.” dedi ve çok sohbet ettiler. Daha sonra, İbrâhim bin Edhem’in Nişâbur’da ikâmet ettiği mağarayı ziyâret edenŞeyh Ebû Saîd isminde bir zât, hayret edip; “Sübhânallah! O ne mübârek bir zâtmış. Burada bulunması bereketiyle burası öyle güzel kokuyor ki, eğer mağarayı misk ile doldursalar öyle güzel kokmaz!” dedi.
Nakledildiğine göre İbrâhim bin Edhem Mekke-i Mükerremeye ulaşabilmek için sahrayı on dört senede kat edebildi. Bir müddet gidiyor, iki rekat namaz kılıyordu. Bu şekilde Mekke’ye ulaştı. Böyle bir zâtın gelmekte olduğunu, Harem-i şerîfte bulunan âlimler haber aldılar ve kendisini karşılamak üzere yola çıktılar. Böyle zâtları karşılamak âdetleriydi. O ise, kimse beni tanımasın diye, bir kâfilenin önüne düşmüş geliyordu. Başka kimseler de kendisini karşılamak ve görmek istiyorlardı. Kâfilenin önünde bulunan İbrâhim bin Edhem’e yaklaşıp: “Acaba İbrâhim bin Edhem yaklaştı mı? Harem-i şerîfin âlimleri kendisini karşılamaya geliyorlar da…” dediler. O ise, “Bırakın o kötü kimseyi! Ondan ne istiyorsunuz?” buyurdu. O kimseler, İbrâhim bin Edhem’in ensesine bir tokat vurdular ve;”Sen öyle yüksek bir zâta nasıl kötü diyebilirsin. Böyle söylemekle asıl sen kötü oluyorsun.” dediler. İbrâhim bin Edhem de; “İşte ben de aynı şeyi söylüyorum.” buyurdu.
Onlar ayrılıp gittikten sonra kendi nefsine şöyle diyordu: “Sen ne kadar ahmaksın ve cüretlisin. Mekke âlimlerinin seni karşılamalarını mı arzu ediyorsun? Halbuki onlar mübârek ve muhterem zâtlardır. Böyle bir şeyi istemeye sen nasıl cesâret edebiliyorsun? Ama sen -tokat vurulmakla- sana asıl lâyık olana kavuştun.” Nitekim kendisini tanıyıp özür dilediler. Burada kısa zamanda kendisine eş-dost buldu. Çalışıp-kazanarak, alın teri ile nafakasını temin ederdi.
Nakledildiğine göre, memleketinden (Belh’ten) ayrıldığında geride süt emen bir oğlu kalmıştı. Çocuk büyüdü. Zengin oldu. Vâlidesine, babasını sordu. O da, “Baban kayboldu. Mekke’de bulunduğuna dâir bâzı haberler var.” dedi. Oğlu; “Anneciğim, ben gidip, babamı bulmaya çalışacağım ve hizmetinde bulunacağım.” dedi. Her tarafa haber gönderip, bu sene hacca gitmek isteyenlerin kendisine gelmelerini, masraflarını kendisinin karşılayacağını bildirdi. Bunun üzerine kendisine dört bin kişi geldi. Hepsinin masraflarını karşılayıp, hem haccetme, hem de babasına kavuşmak arzusuyla yola çıktı. Kâbe-i muazzamaya varınca, orada hırka giymiş, yamalı elbiseli kimseler gördü ve onlara babasını sordu. Onlar; “O bizim hocamızdır, Mekke dışından, sırtında odun getirip, satar, parası ile de ekmek alıp bize verir.” dediler. Genç sahraya çıktı. Bir ihtiyarın ağır odun yüklenmiş olarak geldiğini gördü. Kendisini tâkib etti. O, pazara gidip odunları sattı. Parası ile ekmek alıp dostlarına ikrâm etti. Onlar ekmek yerken, o da namaz kılıyordu. Dostlarıyla birlikte tavaf yaparlarken, güzel yüzlü bir genç karşısına gelip durdu. İbrâhim bin Edhem ona bakıyordu. Tavafı bitirdikten sonra; “O gence bu kadar dikkatle bakmanızın hikmetini anlayamadık.” dediler. Buyurdu ki: “Ben, Belh’ten ayrılırken süt emme çağında bir çocuğum kalmıştı. Bu genç odur.” O genç, “Babam benden kaçar.” endişesiyle, kendisini belli etmiyor, fakat her gün gelip babasını seyrediyordu. İbrâhim bin Edhem bir gün, dostlarİndan birini alİp, Belh’ten gelen hacİ kâfilesinin yanİna gitti. Atlastan bir çadİr ortasİnda bir kürsü oldu?unu ve o?lunun o kürsüde oturup Kur’ân-İ kerîm okudu?unu gördü. Genç; “Her halde, mallarİnİz ve çocuklarİnİz (sizin için) bir belâ ve imtihândİr.” (Tegâbün sûresi:15) meâlindeki âyet-i kerîmeyi okuyordu. Bunu duyunca geri dönüp gitti.Yanİndaki dostu, gencin yanına gitti. Kur’ân-ı kerîm okuması bittikten sonra gence; “Nerelisin?” dedi. O da “Belhliyim.” deyince, “Kimin oğlusun?” dedi. O da; “İbrâhim bin Edhem’in oğluyum. Onu ilk defâ dün gördüm. Ama o muydu, değil miydi, iyice bilemiyorum. Benden uzaklaşır korkusuyla kendisine de soramadım.” dedi. Gelen zât; “Gelin sizi onun yanına götüreyim.” dedi. Bundan sonra berâberce İbrâhim bin Edhem’in yanına geldiler. Genç, babasını görünce kendinden geçecek şekilde ağladı. Kendine geldiğinde babasına selâm verdi. Babası selâmını alıp, bağrına bastı ve; “Hangi dindensin?” diye sordu. Genç;”İslâm dînindenim.” dedi. İbrâhim bin Edhem; “Elhamdülillah!Kur’ân-ı kerîmi de biliyorsun. Peki ilim de tahsil ettin mi?” buyurdu. Oğlu; “Evet!” deyince, o yine hamdetti. Oğlunu yanına alıp ellerini semâya çevirdi. “Yâ Rabbî! İmdâdıma yetiş!” diye yalvarmaya başladı. Bunu gören yakınları; “Yâ İbrâhim, ne oldu, niçin yalvarıyorsun?” diye sordular. Onlara; “Oğlumu bağrıma basınca şefkati ve sevgisi kalbimde kaynadı. Bunun üzerine bir nidâ geldi: “Yâ İbrâhim! Beni sevdiğini iddiâ ediyorsun. Fakat benimle berâber başkalarını da seviyorsun. Dostluğumuza ortak katıyorsun. Bir kalpte iki sevgi olur mu? Bu dostluğa sığar mı?” Bunu işitince duâ edip; “İzzet, ikrâm sâhibi olan Allah’ım! İmdâdıma yetiş! Eğer oğlumun muhabbeti, beni, senin sevginden alıkoyacaksa, ya benim, yâhut da onun canını al, diye duâ ettim. Duâm hemen kabûl oldu. Oğlum kucağımda can verdi.” dedi.
Buyurdu ki: “Lokmayİ helâlden temin edebilmek için u?raŞmak, geceleri ibâdet edip, gündüzleri oruç tutmaktan efdaldir. Çünkü her Şeyin baŞİ helâl lokmadİr.”
Kendisi işçi olarak çalışır, o gün kazandığı ile yiyecek şeyler alıp dostlarına ikrâm ederdi. Bir defâsında eve geç kaldı. Yol da uzundu. Arkadaşları; “O gecikti. Bâri biz yiyecek ne varsa onları yiyip uyuyalım, beklemiyelim.” dediler. Nitekim yemeklerini yediler, yatsı namazlarını da kıldıktan sonra yatıp uyudular. İbrâhim bin Edhem gelince onların uyuduğunu gördü ve bir şey yemeden aç olarak yattıklarını düşünüp çok üzüldü. “Getirdiğim unu yoğurayım, bir şeyler pişireyim de uyandıkları zaman yesinler ve yarın oruca niyyet edebilsinler” diye çok uğraşıp, bir şeyler hazırladı. Arkadaşları uyandıkları vakit, onun kendileri için ne sıkıntılara katlandığını görünce, ne yaptığını sordular. O olanları anlattı. Bunun üzerine birbirlerine, “Bakın! O bizim için ne fedâkârlıklara katlanıyor, bizim hakkımızda ne kadar iyi düşünüyor. Fakat biz onu yemeğe beklemiyoruz.” deyip, Onun kıymetini daha iyi anladılar ve özür dilediler.
Recâ bin Hayve şöyle anlatıyor: “İbrâhim ile beraber bir gemiye binmiştik. Bir anda gökyüzü karardı. Çok şiddetli bir fırtına başladı. Kendi kendime; “Vah, vah. Gemi batacak galiba.” dedim. O sırada; “Hiç korkma! İbrâhim bin Edhem sizinle beraberdir, bir şey olmaz.” diyen bir ses duydum. Ondan sonra fırtınanın şiddeti kesildi, selâmetle yolumuza devam ettik.”
Bir defâsında gemiye binmişti. Abasını üzerine çekip istirahate çekildi. Biraz gidince fırtına başladı. Herkes korkup, gemi batacak endişesi ile telâşlandılar. İbrâhim bin Edhem ise, abasının altında istirahatine devâm etti. Gemidekiler kendisine;”Ne kaygısız kimsesin. Herkes can derdinde. Sen ise rahatça yatıyorsun. Bu ne haldir?” dediler. O, gâyet sâkin olarak kalktı ve; “Yâ Rabbî! Bizlere rahmetini göster.” diye duâ etti. Bundan sonra fırtına sâkinleşti. Gemide bulunanlar rahatladılar.
Bir gün bir sarhoşun yanından geçiyordu. Ağzı bulaşmış, yerde yatar gördü. Su getirip ağzını yıkadı ve; “Allahü teâlânın isminin anıldığı bir ağzı böyle bulaşmış berbat halde bırakmak hürmetsizlik olur.” buyurdu. Sarhoş kendine gelince İbrâhim Edhem hazretlerinin yaptığını ve söylediği sözü bildirdiler. O kimse tövbe etti ve sâlihlerden oldu. Sonra İbrâhim Edhem hazretlerine rüyâsında; “Sen bizim için onun ağzını yıkadın. Biz de senin kalbini temizledik.” buyurdular.
İbrâhim bin Edhem, sahraya çıkmıştı. Bir kuyudan su çekmek için kovayı sarkıttı. Geri çektiğinde kovanın gümüşle dolu olduğunu gördü. Hemen geri boşalttı ve tekrar sarkıttı. Bu çekişinde, altınla dolu olduğunu gördü. Bunu da geri boşaltıp, kovayı tekrar daldırıp çıkardığında, kovanın mücevherle dolu olduğunu gördü. Bunun üzerine şöyle niyazda bulundu. “Yâ Rabbî! Bana hazine veriyorsun. Benim arzum bunlar değildir. Ben abdest almak için su istiyorum. İhsân et” diye yalvardı. Kovayı tekrar kuyuya daldırıp çıkardığında su ile dolu olduğunu gördü.
Yolda bir taş gördü. Üzerinde “Çevir ve altını oku!” yazılıydı. Çevirdi; “Eğer öğrendiğinle âmel etmiyorsan ne diye bilmediğini öğrenmek istiyorsun?” yazısını okudu ve; “Yâ Rabbî! Seni tanıyan hakkıyla tanıyamamıştır. Şimdi seni bilmeyen bir kimsenin hâli nasıl olur.” dedi ve ağladı.
İbrâhim bin Edhem hazretleri bir bağda bekçilik yapardı. Bir gün uyuduğunda, ağzında nergis dalı ile bir yılan gelip, dalı sallayarak ona serinlik yaptı.
Kendisi anlattı: Bağ sâhibi bir gün gelip bana; “Tatlı nar getir.” dedi. Götürdüm. Ekşi çıktı. Yine; “Tatlı nar getir.” dedi. Bir tabak daha götürdüm. Bu sefer de ekşi çıktı. Bunun üzerine bağ sâhibi, “Sübhanallah! Bunca zamandır burada bekçisin, narın tatlısını ekşisinden ayırd edemiyorsun!” dedi. Ben de; “Benim vazifem bağı beklemek, hiç tatmadığım narın tadını nereden bileyim?” diye cevap verdim. Bağ sâhibi, “Sendeki bu hâle bakınca İbrâhim bin Edhem’sin diyeceğim geliyor.” dedi. Bu sözü işitince tanınmamak için hemen oradan ayrılıp gittim.
Huzeyfe-i Mer’aşî, İbrâhim bin Edhem’e hizmet ederdi.Sebebini sorduklarında şöyle anlattı: “Mekke’ye giderken çok acıkmıştık. Kûfe’ye gelince, açlıktan yürüyemez oldum. “Açlıktan kuvvetsiz mi kaldın?” dedi. “Evet!” dedim. Hokka, kalem, kağıt istedi. Bulup getirdim. “Bismillâhirrahmânirrahim. Herşeyde, her hâlde sana güvenilen Rabbim! Her şeyi veren sensin. Sana her an hamd ve şükr eder, Seni bir an unutmam. Aç, susuz ve çıplak kaldım. İlk üçü, benim vazifemdir. Elbette yaparım. Son üçünü sen söz verdin. Senden bekliyorum.” yazıp, bana verdi ve; “Dışarı git ve Allahü teâlâdan başka kimseden bir şey umma ve ilk karşılaştığın adama bu kâğıdı ver.” dedi. Dışarı çıktım. İlk olarak, deve üstünde biri ile karşılaşdım. Kağıdı ona verdim. Okudu, ağlamaya başladı. “Bunu kim yazdı?” dedi. “Câmide birisi” dedim. Bana bir kese altın verdi. İçinde altmış dinar vardı. Bunun kim olduğunu sonradan, etraftakilere sordum. Nasranîdir (yâni hıristiyandır) dediler. İbrâhim bin Edhem’e bunları anlattım. “Keseye elini sürme. Sâhibi şimdi gelir.” buyurdu. Az zaman sonra nasrânî, İbrâhim bin Edhem’in huzûruna geldi. “Bu yazıyı yazan siz misiniz?” dedi. “Evet!” cevâbını alınca; “Çok düşündüm, böyle bir yazıyı yazanın Allah’a olan tevekkülü, ancak hak olan bir dinde olur. Bu parayı verdiğim kimseyi tâkib ederek huzûrunuza geldim. Bana İslâmiyeti anlatır mısınız?” diyerek, kelime-i şehadeti söyledi ve müslüman oldu.”
Bir kimse kendisinden nasîhat isteyince: “Ba?lİ olanİ aç, açİk olanİ kapa.” buyurdu. O kimse;”Bunu anlamadİm.” deyince; “Kesenin a?zİnİ aç, cömert ol, açİk olan dilini de tut konuŞma.” diyerek izah buyurdular.
Birisiyle arkadaş oldu. Bu arkadaşlıkları bir müddet devam edip, zaman gelip ayrılmaları icâb edince, arkadaşı: “Uzun zaman arkadaşlık ettik bir ayıbımı gördünse söyle bir daha yapmayayım.” dedi. İbrâhim bin Edhem cevâbında: “Kardeşim sende bir ayıp görmedim. Ben sana dâima sevgi gözü ile baktım. Onun için seni hep iyi buldum. Senden gördüklerim hep iyi şeylerdi. Ayıp arıyorsan başkalarına sor.” buyurdular.
Kendisine; “Sen kimin kulusun?” dediler. Titredi, yere düştü ve kendinden geçip yerde çırpınmaya başladı. Bir müddet sonra kendine geldi, kalktı ve bir âyet-i kerîme okudu. “Niçin cevap vermedin?” dediler. İbrâhim bin Edhem; “Korktum, eğer O’nun kuluyum desem, benden kulluk haklarını ister, değilim desem, bunu da diyemem.” buyurdu.
Vefât ettiği gün; “Yer yüzünün emânı ölmüştür.” diye gizliden bir ses duyuldu. Bunu herkes işitti. Fakat mânâsını anlayamadılar. Acaba ne olacak diye merak ettiler. Ne zaman ki İbrâhim binEdhem’in vefât haberi duyuldu, herkes bu sözün İbrâhim bin Edhem için olduğunu o zaman anladılar.
Buyurdular ki: “Öbür dünyâda terâzide en ağır amel, burada bedene en zor gelenidir.”
“İşittiğime göre, kıyâmet günü insan, daha çok utansın diye tanıdıklarının yanında hesâba çekilir.”
“İlmi, amel için öğreniniz. Çokları bunda yanıldı. İlimleri dağlar gibi büyüdü, amelleri ise zerre gibi küçüldü.”
“Borcu olan kimse, borcunu ödemedikçe, yağlı ve sirkeli taam yememelidir.”
Her zaman Şöyle duâ ederdi: “Yâ Rabbî! Beni günah alçaklİ?İndan, sana tâat ve ibâdet lezzetine ulaŞtİr.”
KERÂMET VE MENKÎBELERİ
HİÇ UYUMAZDI
Ramazân-ı şerîfte ekin biçer, aldığı ücreti muhtaç olanlara verirdi. Gece sabaha kadar ibâdet eder, hiç uyumazdı. “Hiç uyumadan nasıl durabiliyorsunuz?” diyenlere; “Nasıl uyuyabilirim ki, ağlamaktan bir an kesilemiyorum. Bu halde gözüme uyku girmesi mümkün müdür?” derdi. Namazını bitirdikten sonra ellerini yüzüne kapar; “Yaptığım ibâdet doğru ve makbûl olmaz da, eski bir paçavra gibi yüzüme çarparlar diye çok korkuyorum.” buyururdu.
Bir defasında, ıssız bir yerde, harâbe bir binâda şiddetli soğuk ve ayazın olduğu bir gece, üç kişi ibadet ediyorlardı. Arkadaşları uyuduktan sonra İbrâhim bin Edhem kalkıp, sabaha kadar kapıda bekledi. “Niye böyle yaptın?” dediklerinde; “Arkadaşlarım uyurken bir tehlike meydana gelirse, onu ben karşılayayım. Arkadaşlarım üzülmesinler diye böyle yaptım.” buyurdu. Bir defâsında sefere çıkmıştı.Azığı bitti; “Benim yüzümden bir kardeşim sıkıntıya, zahmete girmesin.” düşüncesiyle uzun müddet kimseden bir şey istemedi.
GÖNÜL HUZÛRU İLE İBÂDET
İbrâhim bin Edhem buyurdu ki: “Bir gece Mescid-i Aksâ’da kalmak istedim. Câmi vazifelilerinin beni görmemeleri için içeride bulunan hasırların arasına gizlendim. Görünce içeride kalmama izin vermezlerdi. Gece, geç vakit olunca kapı açıldı ve içeriye tanımadığım bir zât girdi. Yanında derviş kıyâfetli kırk kişi daha vardı. O yaşlı zât mihrâba geçti, iki rekat namaz kıldıktan sonra öbürlerine döndü. İçlerinden biri; “Bu gece, burada tanımadığımız, bizden olmayan biri var.” dedi. Mihrâbda bulunan, tebessüm etti ve”Evet İbrâhim bin Edhem var, kırk gündür kalb huzûru ile ibâdet yapamamaktadır.” dedi. Bunları duyunca ben açığa çıktım. Mihrâbda bulunana; “Evet doğru söylüyorsunuz. Lütfen bunun sebebini de bildiriniz.” dedim. O zât şöyle anlattı: “Filân zaman Basra’da hurma satın almıştın. Bu sırada yere bir hurma tanesi düştü. Sen o hurmayı kendi hakkın zannederek aldığın hurmaların içine koydun. Onu yediğin için kırk gündür ibâdetlerinden tad alamıyorsun.”dedi.
Ertesi gün hurmayı satın aldığım zâtın yanına gittim. Olanları anlatıp kendisinden helâllık diledim. O da hakkını helâl etti ve; “Mâdem ki bu iş bu kadar hassastır. O halde ben şimdiden sonra hurma satmayı bıraktım.” dedi. Sonra dükkânını kapattı. Vakitlerini ibâdetle geçirmeye başladı, nihâyet o da Allahü teâlânın sevgililerinden oldu.
DAHA NE İSTERLER
Kendisine şöyle sordular: Allahü teâlâ; “Ey kullarİm, benden isteyiniz, kabûl ederim, veririm.” (Mü’min sûresi: 60) buyuruyor. Halbuki istiyoruz vermiyor? Cevâben buyurdular ki: “Allahü teâlâyı çağırırsınız O’na itâat etmezsiniz. Kur’ân-ı kerîmi okursunuz, gösterdiği yolda gitmezsiniz. Cenâb-ı Hakk’ın nîmetlerinden faydalanırsınız. O’na şükretmezsiniz. Cennet’in ibâdet edenler için olduğunu bilirsiniz, hazırlıkta bulunmazsınız. Cehennem’i âsiler için yarattığını bilirsiniz, ondan sakınmazsınız. Babalarınızın, dedelerinizin ne olduklarını görür, ibret almazsınız.Ayıbınıza bakmayıp başkalarının ayıplarını araştırırsınız. Böyle olan kimseler, üzerine taş yağmadığına, yere batmadıklarına, gökten ateş yağmadığına şükretsinler. Daha ne isterler? Duâlarının neticesi, yalnız bu olursa yetmez mi.”
İŞTE GERÇEK SULTANLIK
İbrâhim bin Edhem bir gün deniz kenarında oturmuş, elbisesini dikiyordu. Memleketin vâlisi yanındakilerle birlikte oradan geçerken İbrâhim bin Edhem hazretlerinin başında durdu. Vâli onu seyrederken şöyle düşündü: “Bak şu dünün hükümdârına! Böyle yapmakla eline ne geçti?” İbrâhim bin Edhem vâlinin aklından geçenleri anlamıştı. Kaldırıp iğnesini denize fırlattı.Sonra; “Balıklar iğnemi getirin.” deyince, bir balık, ağzında İbrâhim Edhem’in denize attığı iğneyi getirdi. İbrâhim bin Edhem iğneyi balığın ağzından aldıktan sonra vâliye döndü: “Elime bu iğne geçti!” buyurdu. “Yâni; ben Allahü teâlâdan gayri olanları bırakıp, bütün varlığımla O’na döndüğüm için, bu balıkları bana hizmetçi etti ve bana bu kerâmeti verdi!” demek istedi.
NASÎHATLERİN ÖZÜ
Kendisinden bir zât nasîhat istediğinde buyurdu ki:
Altı şeyi kabûl edip yaparsan, hiçbir işin sana zarar vermez. Dünyâda ve âhirette rahat edersin. O altı şey şunlardır:
1. Günah yapacağın zaman Allahü teâlânın sana verdiği rızkı yeme.
2. O’na âsî olmak istersen, O’nun mülkünden çık. Mülkünde olup da ona isyân etmek uygun olur mu?
3. O’na isyân etmek istersen, gördüğü yerde günah yapma. Görmediği yerde yap. O’nun mülkünde olup, verdiği rızkı yiyip, gördüğü yerde günah yapmak uygun değildir.
4. Can alıcı melek, rûhunu almaya geldiği zaman tövbe edinceye kadar izin iste. O meleği kovamazsın. Şimdi kudretin var, güç kuvvetin yerinde iken tövbe et. Tövbe edilecek zaman bu zamandır. Zîrâ ölüm çok âni gelir.
5. Mezarda Münker ve Nekir ismindeki iki melek, suâl için geldiklerinde, onları kov seni imtihân etmesinler. Soran kimse; “Buna imkân yoktur.” dedi. İbrâhim Edhem buyurdu ki; “Öyle ise şimdiden onlara cevap hazırla.”
6. Kıyâmet günü Allahü teâlâ; “Günâhı olanlar Cehennem’e gitsin.” diye emir edince ben gitmem de. Soran kimse dedi ki: “Bu sözümü dinlemezler.” Nasîhatları dinleyen kimse tövbe etti ve ölünceye kadar tövbesinden vazgeçmedi.
HELAL LOKMA
İbrâhim bin Edhem hazretleri helal lokma yemeye çok dikkat eder ve herkese tavsiye buyururlardı. Bir gün kendisine falanca yerde bir genç var. Gece gündüz ibâdet ediyor, kendinden geçiyor, dediler. Gencin yanına gidip üç gün misâfir kaldı. Dikkat etti, söylediklerinden daha çok şeyler gördü. Kendinin soğuk, hâlsiz, habersiz, gencin ise, böyle uykusuz ve gayretli hâline şaşırıp kaldı. Genci, şeytan aldatmış mıdır, yoksa hâlis ve doğru mudur anlamak istiyordu. Yediğine dikkat etti. Lokması helâldan değildi. “Allahü ekber, bu hâlleri hep şeytandandır.” deyip, genci evine dâvet etti. Kendi lokmalarından bir tane yedirince, gencin hâli değişip, o aşkı, o arzusu, o gayreti kalmadı. Genç, İbrâhim’e sorup; “Bana ne yaptın?” deyince; “Lokmaların helâlden değildi. Yemek yerken, şeytan da midene giriyordu. O hâller, şeytandan oluyordu. Helâl yiyince şeytan giremedi. Asıl, doğru hâlin meydana çıktı.” dedi.
KAYNAKLAR
1) Hilyet’ül-Evliyâ; c.7, s.367, c.8, s.3
2) Tezkiret-ül-Evliyâ; c.1, s.47
3) Nefehât-ül-Üns; s.95 (Lâmiî Tercümesi)
4) Tam İlmihâl Seâdet-i Ebediyye; (49. Baskı) s.1094
5) Tabakât-üs-Sufiyye; s.27-38
6) Sıfat-us Safve; c.4, s.134
7) Vefeyât-ül-A’yân; c.1, s.31
8) Ravdur-Reyâhîn; s.58, 68, 87, 124,
9) Nevâdir-ül-Âlem; s.3, 44, 116
10) İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; c.2, s.226
11) Menâkıb-ı İbrâhim bin Edhem
MEVLÂNÂ HÂLİD-İ BAĞDÂDÎ
On sekizinci yüzyılın sonu ve on dokuzuncu yüzyılın başında Irak ve Şam’da yetişmiş büyük velîlerden. İnsanlara hak yolu göstererek hakîki saâdete, kurtuluşa kavuşturan ve Silsile-i aliyye adı verilen âlimler ve velîler zincirinin yirmi dokuzuncusudur. Asrının müceddidi idi. Babasının ismi Ahmed’dir. İsmi Hâlid, lakabı Ziyâüddîn’dir. Bağdâdî nisbesiyle meşhûr olmuştur. Babası hazret-i Osman’ın, annesi ise hazret-i Ali’nin soyundandır. Bu sebeple Osmânî diye de anılmaktadır. Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî diye meşhûr olmuştur. 1778 (H.1192) senesinde Bağdât’ın kuzeyindeki Şehrezûr kasabasında doğdu. 1826 (H.1242) senesinde Şam’da vefât etti. Kabri Şam’ın kuzeyinde, Kâsiyûn Dağı eteğindeki kabristanda bulunan türbesindedir. Sevenleri tarafından ziyâret edilmektedir.
Küçük yaşta ilim tahsîline başlayan Hâlid-i Bağdâdî, keskin zekâsı, kuvvetli hâfızası, sağlam irâdesi ve çalışkanlığı ile dikkati çekti. Süleymâniye’de devrin meşhûr âlimlerinden Muhammed bin Âdem-i Kürdî, Sâlih-i Kürdî, Abdürrahîm Berzencî ile kardeşi Abdülkerîm Berzencî’den, Abdullah-ı Harpânî’den ve daha pekçok âlimden ilim öğrenip, icâzet aldı. Sarf, nahiv, edebiyât, usûl, mantık, hikmet (fen), hey’et (astronomi), geometri, hesâb ilimleri ile tefsîr, hadîs, fıkıh, kelâm, tasavvuf ilimlerini ve diğer ilimleri öğrendi. Fîrûzâbâdî’nin Kâmûs’unu ezberledi. Öğrendiği bütün ilimlerde din ve fen adamlarına hocalık yapacak derecede üstün bir bilgiye sâhib oldu. Din ve fen ilimlerindeki üstünlüğü ve geniş bilgisi sebebiyle zamânının bütün âlimleri ve velîlerinin takdirlerini kazandı. Hangi ilimden ve hangi fenden ne sorulursa sorulsun derhal cevâbını verirdi. Zekâsı ve bilgisi karşısında akıllar hayrete düşerdi.
Hocası Seyyid Abdülkerîm Berzencî 1788 (H.1203) senesinde tâundan vefât edince, onun talebesi boş kalmasın diye ders vermeye başladı. Her taraftan âlimler dersine koştu. Her müşkülü çözer her derde devâ olurdu. Dünyâya ehemmiyet vermez, gece gündüz ibâdet ederdi. Böylece yirmi bir yaşındayken, ulemâya ve talebeye üstâd olup, yedi sene ders okuttu. Sözü tesirli, avâm ve havâss arasında sözü delîl olan şerefli bir zâttı.
1805 senesinde hacca gitti. Yolda Şam âlimlerinden çok saygı gördü. Tevâzûundan dolayı, Allâme Muhammed Kuzberî’den hadîs rivâyeti; Mustafa Kürdî’den Kâdirî yolu icâzeti aldı.
Bir müddet Şam’da kaldıktan sonra Hicaz’a gitmek için yola çıktı. Medîne-i münevvereye kavuştuğu zaman Peygamber efendimize aşk derecesindeki sevgisini anlatan Kasîde-i Muhammediyye’yi Farsça olarak yazdı.
Medîne-i münevvereye geldiğinde, kâmil bir velî bulup ona teslim olmak arzusundaydı. Bir gün Yemenli fazîlet sâhibi bir zâta rastladı. Câhilin âlimden nasîhat istemesi gibi ondan nasîhat istedi. O zât dedi ki: “Ey Hâlid Mekke-i mükerremeye gittiğin zaman edebe uymayan birşey görürsen hemen reddetme.” Mevlânâ Hâlid hazretleri Mekke-i mükerremede bir Cumâ günü Kâbe-i şerîfe karşı Delâil-i Hayrât’ı okurken birinin, Kâbe’ye sırt çevirip kendine bakdığını gördü. “Utanmadan Kâbe’ye arkasını çevirmiş. Edebi gözetmiyor!” diye düşünürken, o kimse; “Mümine hürmet, Kâbe’ye hürmetten daha öncedir. Bunun için yüzümü sana çevirdim. Niçin beni kötülüyorsun. Medîne’deki zâtın nasîhatını unuttun mu?” dedi. Mevlânâ Hâlid hazretleri bunun büyük velîlerden olduğunu anladı. Ondan af diledi ve; “Beni talebeliğe kabûl et.” diye yalvardı. O da; “Sen burada olgunlaşamazsın.” dedikten sonra eli ile Hindistan’ı göstererek; “Senin işin orada tamam olur.” dedi ve gitti.
Bu gördüğü zatın hocası Abdullah-ı Dehlevî olduğu rivayet edilmektedir.
Mevlânâ Hâlid hazretleri, memleketi Süleymâniye’ye dönüp ders vermeye başladı. Fakat gece-gündüz Hindistan’ı düşünüyordu. Bir gün bu düşünceler içindeyken, Hindistan’ın Dehli şehrinde bulunan evliyânın en büyüklerinden Abdullah-ı Dehlevî’nin talebelerinden Mirzâ Abdürrahîm isimli bir zât çıkageldi. O talebe, Abdullah-ı Dehlevî; “Mevlânâ Hâlid’e selâmımızı söyle bu tarafa gelsin!” buyurdu.” dedi. Uzun zaman başbaşa görüştüler. Mevlânâ Hâlid talebelerine ders vermeye gelmez oldu. Talebeler, Hindli’ye kızmaya başladı.
Bir süre sonra, 1809 senesinde ikisi birlikte İran ve Afganistan üzerinden Hind yolculuğuna çıktılar. Umulmadık bir zamanda medreseyi ve talebeyi bırakıp bu ânî ayrılışına şehrin bütün halk ve talebeleri çok üzüldüler. Yoldan çevirmek için çok ısrar ettiler ve yalvardılarsa da fayda vermedi. Hindistan’ın karanlıklar ve tehlikeler içinde bulunduğunu söyleyip vaz geçirmek istediler. Onlara; “Âb-ı hayât zulümâtta bulunur.” şeklinde cevap veren Mevlânâ Hâlid hazretleri, arkadaşı Mirzâ Abdürrahîm ile yaya olarak önce Tahran’a geldiler. Burada meşhûr şiî âlimi İsmâil Kâşî’yi, talebesinin önünde rezîl etti. Mevlânâ Hâlid, bâzı şiî tefsîr kitaplarını okumuş, Kur’ân-ı kerîmin birçok âyet-i kerîmelerinin şiîler tarafından değiştirilip, mânâlarının tahrif edildiğini görmüştü.Meselâ; Enfâl sûresi 70. âyetinde meâlen;”Bedr gazasındaki esirleri salıverdiğin için Allahü teâlâ seni affeyledi.” âyet-i kerîmesi Ebû Bekr-i Sıddîk radıyallahü anh hakkındadır, şeklinde tefsîr ediyorlardı. Mevlânâ Hâlid, İsmâil Kâşî’ye; “Peygamberler günah işler mi?” dedi. Kâşî; “Bütün peygamberler mâsûmdur, günah işlemezler.” dedi. Mevlânâ Hâlid;”Peki, Kur’ân-ı kerîmin; “Bedr gazâsındaki esirleri salıverdiğin için Allahü teâlâ seni affeyledi.” meâlindeki âyet-i kerîmede; “Af” söylendiğine göre, günah işlemiş mânâsına gelmiyor mu? Hâlbuki peygamberlerden günah olan bir iş meydana gelmemiştir.” deyince, Kâşî; “Bu âyet-i kerîme Ebû Bekr’i azarlamaktadır, onun hakkındadır, Peygamberimizin hakkında değildir.” dedi. O zaman Mevlânâ Hâlid hazretleri; “O hâlde, Allahü teâlâ Ebû Bekr’i affettim buyuruyor da siz niçin affetmiyorsunuz?” dedi. Kâşî cevap veremeyip, mahcûp ve rezîl oldu.
Mevlânâ Hâlid, Tahran’dan; Bistâm, Harkan, Semnân ve Nişâbur’a geçti. Geçtiği yerlerdeki evliyâyı, şiirleriyle medheyledi. Âriflerin kutbu Bâyezîd-i Bistâmî’nin kabrini ziyâret ettiği zaman meşhûr bir kasîde söyledi.
Sonra Tûs (Meşhed) şehrine gitti. Orada, on iki imâmın dokuzuncusu Mûsâ Kâzım’ın oğlu İmâm Ali Rızâ’nın türbesini ziyâretinde de, çok güzel bir kasîde okuyarak onu medheyledi.
Mevlânâ Hâlid, AhmedNâmıkî Câmî’nin kabrini ziyâret etti. Onu da Fârisî bir kasîdeyle medheyledi. Buradan Afganistan’a geçti. Hirat’a uğradı. Hirat’ın bütün âlimleri, fazîlet sâhipleri, ziyâretine geldiler. Gelenler arasında Abdullah-i Hıratî (Hirevî) de vardı. Bu zât sonradan Mevlânâ Hâlid hazretlerinin talebesi oldu. Her şehirden ayrılırken; âlimler, vâli ve kumandanlar ve halk ona âşık olup, saatlerce yola uğurladılar. Kandehâr, Kâbil, Peşâver âlimlerinin suâllerine verdiği cevaplarla hepsini hayran bıraktı. Peşâver’de çok hürmet ve tâzimle karşılandı. Âlimler onun üstünlüğünü tasdik ve ikrâr ettiler. Sonra Lâhor şehrinin bir kasabasında kâmil bir velî olan Allâme Mevlânâ Senâullah Dehlevî’yi (rahmetullahi aleyh) ziyâret etti.Mevlânâ Senâullah Dehlevî, Mazhar-ı Cân-ı Cânân’ın en üstün talebelerindendi.
Mevlânâ Hâlid; burada başından geçenleri şöyle anlatır: Bu kasabada bir gece kaldım. Rüyâda, Şâh Abdullah-ı Dehlevî hazretlerinin, yanağımdan tutup beni kuvvetle kendine çektiğini gördüm. Sabahleyin Mevlânâ Senâullah’ın huzûruna gittiğim zaman, daha rüyâmı anlatmadan; “Kardeşimiz ve seyyidimiz Abdullah-ı Dehlevî’nin huzur ve hizmetlerini câna minnet bilmeli, huzur ve hizmetinde bulunmayı, sana vâd olunan nîmetlere kavuşmaya sebep bilmelisin.” dedi. Daha sonra o kasabadan ayrıldım. Hindistan’ın başşehri olan Dehli ismi ile meşhûr Cihânâbâd’a geldim.
Aylarca süren uzun ve yorucu bir yolculuktan sonra tam bir senede Dehli’ye (Cihanâbâd) ulaşan Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî hazretleri Dehli’ye vardığında, Abdullah-ı Dehlevî hazretlerinin bulunduğu şehre gelmenin sevinci ile, seferdeyken yanında bulunan şeylerin hepsini, fakirlere dağıttı. Sonra Hindistan’ın en büyük velîsi ve büyük İslâm âlimi, Şâh Abdullah-ı Dehlevî’nin huzûruna kavuştu.
Abdullah-ı Dehlevî, onu talebeliğe kabûl etti. Ona nefsinin terbiyesi için dergâhı temizleme vazifesini verdi. Mevlânâ Hâlid, bu kadar ilimde âlim olmasına rağmen, hiç îtirâz etmedi. Bir gün yerleri temizleme işi nefsine zor geldi. Derhal nefsine; “Eğer mübârek hocamın verdiği bu şerefli vazifeden kaçarsan yerleri süpürge ile değil, bu sakalınla süpürtürüm.” diyerek hitâb etti. Artık bundan sonra hatırına böyle hiçbir düşünce gelmedi. Bir gün yine böyle su taşırken, hocası Abdullah-ı Dehlevî hazretleri ile karşılaştı. Abdullah-ı Dehlevî, onun mübârek omuzları üzerinden Arş’a doğru muazzam bir nûrun yükseldiğini ve meleklerin ona gıbta ve hayranlıkla baktıklarına şâhid oldu. Abdullah-ı Dehlevî, Mevlânâ’nın tasavvufta pek yüksek derecelere eriştiğini, kemâle gelip olgunlaştığını görünce, bu vazifeden alıp, devamlı huzûrunda bulunmasını emretti. Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî hazretleri, orada da hocasına canla başla hizmet ederek, büyük mücâhede ve çetin riyâzetler çekti. Abdullah-ı Dehlevî’nin huzûrunda beş ay çalışıp sohbetleri ve nazarlarıyla büyük velîlerden olmak saâdetine erişti. Huzur ve müşâhede makâmına kavuştu. Vilayet-i kübrâ hâsıl oldu. Müceddidiyye, Kâdiriyye, Sühreverdiyye, Kübreviyye ve Çeştiyye yolunda kemâle geldi. Abdullah-ı Dehlevî’nin kalbindeki bütün esrâr ve mânevî üstünlüklere kavuştu.
Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî hazretleri, feyz ve kemâl bulunca, Abdullah-ı Dehlevî hazretleri; “Ey Hâlid, şimdi memleketine ve Bağdât’a git! Oradaki Hak âşıklarını, sevdiklerine, yâni Allahü teâlâya kavuştur.” buyurunca, Mevlânâ Hâlid hazretleri; “Ey benim sebeb-i devletim, yüksek sığınağım, efendim! Orada Hayderî ve Berzencî seyyidleri çoktur. İnsanlara doğru yolu anlatmakla nasıl meşgûl olurum. Çünkü, onlar şöhret ve îtibâr sâhibi ve âlimlerin sığınağı durumundadırlar. Böyle bir işe kalkışsam, diğer insanlar bile beni men ederler.” diye arz etti. “Sen, memleketine git. İrşâd ile meşgûl ol. Bütün seyyidler, senin ayağının toprağına yüz sürerler ve şerefli zâtına hizmetçi olurlar. Oranın vâlileri, emînleri, âlimleri, fazîlet sâhipleri, mübârek ayağını öperler. Şimdi ne istersen vereyim, iste yâ Hâlid!” buyurdu. “Din için dünyâlık isterim!” dedi. “Git, her istediğini verdim!” deyip; “Yolun üzerinde, filân yerde, evliyânın büyüklerinden, iki seneden beri yemez, içmez, konuşmaz, Hakk’a gönlünü vermiş, ölü gibi hareketsiz durup, Hakk’ın sevgisine dalmış şerefli bir zât var. Ona selâmımı söyle, hayırlı duâsını al ve şerefli elini öp!” buyurdu. Sonra bütün talebe ve sevdikleriyle, dört millik mesâfeye kadar Mevlânâ Hâlid’i uğurladı. Sonra; “Hâlid bürd”, yâni “Hâlid herşeyi aldı götürdü.” buyurdu.
Mevlânâ Hâlid, o velînin olduğu beldeye gelince, yerini sordu. Uzaktan gösterdiler. Bulunduğu yere doğru yürüyünce, velînin heybetinden Mevlânâ Hâlid’i (rahmetullahi aleyh) bir korku ve dehşet kaplayıp, gidemedi, olduğu yerde kaldı. Hemen Şâh-ı Dehlevî hazretlerini hatırladı. Korkusu gitti. O zâtın yanına gidip, hocasının selâmını bildirdi. O da başını murâkabeden kaldırıp; “Aleyke ve aleyhisselâm.” buyurdu. Sonra; “Ey Hâlid, senin fütûhâtın ve irşâdının yayılma yeri Bağdât’tır.” deyip, tekrar murâkabeye daldı. Mevlânâ Hâlid hazretleri, o zâtın, nisbet-i Muhammedî denizine gömülmesine, feyz nûrları içinde bir an cemâl-i Haktan ve O’nu murâkabeden ayrılmamasına hayran kalarak oradan ayrıldı.
Mevlânâ Hâlid Şîrâz’a, oradan İsfehan’a sonra Hemedan’a gitti. Hangi şehre teşrif etse, Allahü teâlânın emirlerini ve yasaklarını hatırlatması güzel âdetlerindendi. Bu şehirlerdeki vâz ve nasîhatlerini duyan îtikâdı bozuk kimseler ona kötülük yapmak istedilerse de, Allahü teâlânın koruması ve Mevlânâ Hâlid’in heybeti sebebiyle korkup bir şey yapamadılar. Sonra Senendec’e, oradan da 1811 (H. 1226) senesinde vatanları olan Süleymâniye’ye gittiler. Bütün âlimler, fazîlet sâhipleri, talebe, şehrin ileri gelenleri ve halk sevinç ve neşe ile onu karşılamağa çıktı. Süleymâniye’de bir bayram havası yaşandı. Bir müddet burada kaldıktan sonra Bağdat’a gitti. Seyyid Abdülkâdir-i Geylânî hazretlerinin dergâhına yerleşip beş ay kadar insanlara İslâmiyetin emir ve yasaklarını anlattı. Tekrar Süleymâniye’ye dönerek ilim öğretmeye ve talebe yetiştirmeye devam etti.
Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî hazretleri 1813 senesinde Süleymâniye’den tekrar ayrılıp Bağdât’a gitti. İkinci defâ Bağdât’a teşriflerinde, çok kimseler kendisine talebe oldu. İrşâd nûrları, gün gibi her tarafı aydınlattı. Bağdât’ta en önce kendisine talebe olan, Bağdât müftîsi Seyyid Abdullah Hayderî Efendi idi. Bu Müftî, Vâli Saîd Paşanın yardımıyla, İhsâiyye, Isfahâniyye Medresesini tâmir ettirip, Mevlânâ Hâlid’e arz etti.Mevlânâ Hâlid hazretleri oraya yerleşip ilim ve edeb neşretmeye başladı.
Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî hazretleri, insanlara İslâmiyetin emir ve yasaklarını anlatıp, dünyâ ve âhirette kurtuluşa ermeleri için çalışmaya başladığı günlerde, Bağdât Vâlisi Saîd Paşa, ziyâretlerine geldi. Birçok âlimin sessiz, başları önüne eğik, hizmetçiler gibi edeple huzûrunda oturmuş olduklarını gördü.Mevlânâ Hâlid hazretlerinin heybetini görünce, diz çöküp titremeye başladı. Mevlânâ Hâlid’in celâl hâli gidince, Saîd Paşanın titremesi geçti ve duâ istedi. Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî hazretleri ona duâ edip; “Kıyâmette, herkes kendi nefsinden suâl olunur. Sen ise nefsinden, yâni kendinden ve emrin altında olanların hepsinden suâl olunursun. Hak teâlâdan kork! Çünkü, senin için önünde öyle bir gün vardır ki, o günün korku ve dehşetinden evlâdına süt veren analar, evlâdını unuturlar. Hâmile olanlar, korkudan vakitsiz doğururlar. İnsanları sarhoş görürsün. Onlar sarhoş değil, ancak Allahü teâlânın azâbı çok şiddetlidir.” deyip, nasîhat buyurunca, Saîd Paşa yine titremeye başladı ve yüksek sesle ağladı.
Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî hazretleri bir müddet Bağdât’ta kalıp İslâmiyeti anlattıktan ve talebe yetiştirdikten sonra memleketi olan Süleymâniye’ye döndü. Orada kendisi için bir dergâh inşâ edildi. Bu dergâhta insanlara vâz ve nasîhat edip talebe yetiştirdi.
Süleymâniye’deyken, Berzencîler’den silâhlı iki yüz kişi, Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî hazretlerinin öldürülmesine karar verdiler. Cumâ günü, silâhlı olarak mescidin dış kapısında beklemeye başladılar. Cumâ namazı kılındıktan sonra, bütün halk câmiden dışarı çıktı. Hâlid-i Bağdâdî hazretleri, her zaman câmiden en son çıkardı. Dışarı çıkanlar bu silâhlı kişilerin Mevlânâ Hâlid hazretlerine kötülük yapmak niyetinde olduklarını anladılar. Mevlânâ Hâlid hazretleri, mescidin kapısından çıkıp, bu silâhlı ve kötü niyetli kimselere heybetli bir nazarla bakınca kalblerinde müthiş bir korku hâsıl oldu. Öldürmek için gelenlerden bâzısı nâra atarak kaçıştı, bâzıları da yüzüstü düşerek perişân oldu. Bundan sonra, Mevlânâ Hâlid hazretleri ile bütün talebeleri, hiçbir şey olmamış gibi, Cennet misâli olan hânekâha gittiler. Kaçan bu düşmanların çoğu; “Mevlânâ câmiden çıkınca, onun omuzlarında heybetli bir arslanın ağzını açmış, üzerimize atlamak üzere olduğunu gördük. O anda aklımız başımızdan gitti, kaçacak yer bulamadık.” dediler.
Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî hazretleri Bağdât’ta ilimle ve insanlara İslâmiyeti anlatmakla meşgûl olduğu sırada, onu hased eden inkarcılardan birisi Bağdât Vâlisi Saîd Paşaya bir mektup yazarak Mevlânâ Hâlid hazretlerini şikâyet etti. Mektup yalan ve iftirâlarla doluydu. Hattâ Mevlânâ Hâlid hazretleri küfürle ithâm ediliyordu. Mektûbu okuyan vâli, sinirlenerek mektubu yere çarptı ve; “Sübhânallah! Eğer hazret-i Şeyh Hâlid de müslüman değilse, müslüman kimdir? Bu mektubu yazan ya delidir veya Allahü teâlâ onun basîret gözünü kör etmiştir. Bunun sebebi de o kimsedeki aşırı haseddir. Allah’a sığınırız, Allah’a sığınırız.” dedi.
Bağdât’taki âlimlere bu mektuba bir reddiye yazılmasını emretti. Halle Müftüsü Muhammed Efendi bu mektuba bir reddiye yazarak bozuk fikirlerini çürüttü. Bu mektubu Bağdât âlimleri de tasdik ettiler. Daha sonra hatâ ettiğini anlayan iftirâcı iddiâlarından vazgeçip Mevlânâ Hâlid hazretlerinden özür diledi ve affedildi.
Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî hazretleri karşılaştığı güçlükleri hocası Abdullah-ı Dehlevî’ye bir mektupla arz edince, hocası ona yazdığı mektupta şunları buyuruyordu:
“Mektubuma Rahman veRahîm olan Allahü teâlânın şerefli ismiyle başlıyorum. Allahü teâlânın sevgili kulu mübârek Mevlânâ Hâlid! Esselâmü aleyküm ve rahmetullahi ve berekâtühü. Tepeden tırnağa kadar kusurlu olan bu fakîre, her an ziyâdesi ile gelmekte olan Allahü teâlânın nimetlerine şükür ve hamd etmek yazıya ve söze sığmaz.
Siz, istifâde etmek isteyenlere yardımcı olunuz. Onlar da emredilen zikir ve diğer vazifeleri yerine getirip, saâdetlerini bunlardan bilsinler. Büyüklerin yolunu inkâr edenlerle görüşmesinler. “Hocana kötülük edenle iyi olursan, köpek senden daha iyidir.” sözü meşhûrdur. İmâm-ı Rabbânî hazretlerine îtirâz edenlerden uzak olunuz. Âlimler ve ârifler söylemişler ve yazmışlardır ki: “İmâm-ı Rabbânî hazretlerini sevenler, mümin ve müttekîlerdir. Ona buğz edenler münâfık ve şakîlerdir.” İslâm memleketleri hazret-i Müceddîd’in feyzleriyle doldu. Ve bütün müslümanlara, hazret-i Müceddîd’in nîmetlerine şükür ve hamd etmek vâcib oldu.
O memleketin âlimleri, şerîfleri ve âmirleri mübârek varlığınızı nîmet bilip sizden istifâde edeler. Size tâzim ve hürmette kusur etmeyeler, muhâliflerinize, size sû-i kasd edenlere ve sizi çekemeyenlere mâni olalar. Bu fakîr, bunları nasîhat yollu yazdım. Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem; “Din nasîhattir.” buyurdu.
Allahü teâlâ, sizi, Şâh-ı Nakşibend’in, Müceddîd-i elf-i sânî’nin ve kalbimin kıblesi Mirzâ Sâhib’in halîfesi etmiştir. Hiç kimse sizin yerinizi alamaz. Sizin eliniz, benim elimdir ve sizi görmek, beni görmektir. O uzak yerden buraya gelmeye kalkmayın. İhtiyâç yüzünü bu tarafa çevirmek ve kalb ile hatırlamak yetişir. Allahü teâlâ kendi rızâsına ve Habîbine uymaya muvaffak eylesin! Âmîn.”
Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî hazretlerine düşman olan ve karşı çıkanlardan pekçoğu onun güzel ahlâkı ve kerâmetleri karşısında insafa gelip büyüklüğünü kabûl ettilerse de bâzıları aynı hased ve muhâlefetlerine devâm ettiler.
Âlim ve fazîlet sâhibi olan Şeyh Ali Süveydî, büyük muhaddislerden (hadîs âlimi) idi. Hadîs-i şerîf senedlerinde kuvvetli bilgisi vardı. İmtihân etmek maksadıyla, Mevlânâ Hâlid hazretlerine geldi.Müsâfeha esnâsında bir hadîs-i şerîf okudu.Mevlânâ hazretleri de bir hadîs-i şerîf okuyup oturdular. Aynı zât, Kütüb-i Sitte’de yazılı hadîslerden üç hadîsi senedleri ile, imtihan yollu okudu. Mevlânâ hazretleri de, bu hadîslerin asıl senedlerini sahîh olarak okuyunca, hemen Mevlânâ Hâlid hazretlerinin ellerine kapanıp, kalbine gelen imtihan düşüncesinden tövbe ederek af diledi. Sonradan ilim meclislerinde; “Mevlânâ en büyük velîlerden olup, zâhir ve bâtın ilimlerinde sonsuz bir deniz, biz ise bir damlayız.” derdi.
Mevlânâ Hâlid hazretleri, bir gün yolda yürürken bir hıristiyana nazar ve iltifât etti. Hıristiyan, feryâd edip cezbeye kapıldı ve ağlayarak Mevlânâ’nın arkasından yürüdü. Hânekâha girdi. Müslüman oldu. Saâdete kavuşanlara katıldı.
Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî hazretleri bir müddet Allahü telânın emir ve yasaklarını anlattıktan ve talebe yetiştirdikten sonra Süleymaniye’den âile fertlerini ve talebelerinden bir kısmını da berâberine alarak yerleşmek üzere Şam’a gitti. Şam ahâlisi, âlimleri ve idârecileri ona saygı ve iltifât gösterdiler. Şam Vâlisi Abdurrahmân Paşanın oğlu Mahmûd Paşa Mevlânâ Hâlid hazretlerinin üstünlüğünü anladı. Uzaktan yakından pekçok kimsenin onun sohbetiyle ve ilim meclisleriyle şereflenmek üzere geldiklerini görerek ona bir mescid ve bir dergâh yaptırdı. Kendisinin ve talebelerinin geçimlerini sağlayabilecek maddî yardımlarda bulundu. Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî hazretleri sohbetleriyle insanların dünyâda ve âhirette kurtuluşa ermeleri için gayret etti. Pekçok âlim ve fazîlet sâhibi kimse onun sohbetlerinde bulundu. Şeyh İsmâil Şirvânî, Şeyh AhmedEğribozî ve başka zâtlar bunlardandır.
Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî hazretleri Şam’da bulunduğu sırada Abdülvehhâb es-Sûsî’yi İslâmiyeti anlatmak veNakşibendiyye yolunun esaslarını tanıtmak üzere vazîfelendirip gönderdi. Abdülvehhâb es-Sûsî İstanbul’a gidince, kendisini şeyhülislâma kabûl ettirdi. Âlimlerden bir grub büyük vezirler ona bağlandılar. Abdülvehhâb es-Sûsî devlet adamları ve ulemâ ile düşüp kalkması sebebiyle ucb ile kendini beğendi ve kibire kapıldı. Zenginliğe ve dünyâ malına meyletmesi sebebiyle İslâmiyete uygun olmayan hareketler yapmaya başladı. Bu durumu keşif yoluyla anlayan ve habercileri vâsıtasıyla bilgi alan Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî hazretleri mektup yazarak Abdülvehhâb es-Sûsî’yi Şam’a çağırıp tövbe etmesini istedi ve yerine başkasını vazîfelendirip gönderdi. Abdülvehhâb es-Sûsî zâhiren Mevlânâ Hâlid hazretlerine itâat ediyor göründüyse de, gizlice hîleli yollara başvurdu. Fakat Allahü teâlâ Mevlânâ Hâlid hazretlerine onun başvurduğu hîleli yolları bildirdi. Mevlânâ Hâlid efendimiz üç kere mektup yazarak işin hakîkatini İstanbul’daki talebelerine ve sevenlerine bildirdi ve onun tasavvuf yolundan tard edildiğini, sözlerinin dinlenmemesi gerektiğini haber verdi. Bu mektuplardan birinde buyurdu ki: “…Size mâlûm olsun ki, Abdülvehhâb tarîkat ve şerîat esaslarından pekçok şeyi bozdu. Bu yolda bulunma şerefini de dünyâ leşini almaya vesîle etti, îtibâr vesîlesi kıldı. İstanbul’da maddî çıkarlara yol açtı. Allah orayı belâdan korusun. Gerek İstanbul’da, gerekse Irak’ta insanların inkârına sebeb oldu. Onun davranışları insanlar arasında vehimlere ve vesveselere yol açtı.
Sizin ona çok tâzim edip saygı göstermeniz onun için gurur sebebi oldu.Kendi üzerindeki terbiye haklarını inkâr yoluna gitti. Ondan son derece ters davranışlar ortaya çıktı. İşte anlatılan sebeplerden dolayı ilâhî irâde onun tarîkat yolundan kovulması yolunda tecellî etti. Bâzı sırlarından dolayı, onlar basîret sâhibi olanlara gizli bir şey değildir.
Bu mektup size ulaştıktan sonra onunla muhatap olmayın. Bunun tersine davranırsanız bu silsile büyüklerinin sizinle olan bağları kopar. Kezâ bu fakirle de bir bağlantınız kalmaz. Sevgi hakkını gözeterek bu mektubu yazdım. Size bir zarar gelmemesi için oradaki ihlâs sâhibi kardeşlerimiz ve sevenlerimiz de bu mektubun muhâtabıdırlar.”
Tasavvuf yolundan tard olunan Abdülvehhâb es-Sûsî yaptıklarına pişman olup bir gün Mevlânâ Hâlid hazretlerinin talebelerinden olan Şeyh Yahyâ hazretlerine gelerek elini öptü ve affedilmesi için vâsıta olmasını istedi. Şeyh Yahyâ, Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî’nin huzûruna geldi ve Abdülvehhâb’ın affını diledi. Mevlânâ Hâlid hazretleri buyurdular ki: “Bu iş benim elimde olsa affederdim. Fakat Nakşibendiyye silsilesinin sâdâtı (efendileri) onu tarîkat kapısından kovmuşlardır. Şâyet Abdülvehhâb sakalını traş eder, yüzünü siyaha boyayıp bir merkebe ters bir şekilde biner, sokaklarda gezer, kendini teşhir ederse, o zaman belki şeyhlerin rûhâniyeti onu affeder.” Bunun üzerine Şeyh Yahyâ; “Üstâdım! Abdülvehhâb nefsine böyle bir iş yükleyemez. İzin veriniz de onun yerine bu işi ben yapayım, Abdülvehhâb affolunsun. Ben kendimi müslümanların hayrı için fedâ ederim.” dedi. Onun bu sözlerini dinleyen Mevlânâ Hâlid hazretleri ağlayarak Şeyh Yahyâ ile kucaklaştı. Şeyh Yahyâ dönüp Abdülvehhâb’ın yanına gitti ve dedi ki: “Sen kendinden başka kimseyi kınama, ancak ve sâdece kendini kınayabilirsin.” Zâten kötü niyetliliği kendine huy edinmiş olan Abdülvehhâb es-Sûsî, Medîne-i münevvereye giderek Mevlânâ Hâlid hazretlerinin aleyhinde küfre vardıracak iftirâlar ve sözler sarf etti.
Şam fetvâ emîni İbn-i Âbidin hazretleri Mevlânâ Hâlid hazretlerinin sevdiklerindendi. Mevlânâ Hâlid efendimize iftirâ eden azgınlara ve onlara inananlara bir reddiye risâlesi yazı. Bu risâleye deSell-ül-Hüsâmü’l-Hindî li-Nusreti Mevlânâ Şeyh Hâlid Nakşibendî ismini verdi.
Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî hazretleri Şam’da bulunduğu sırada, onun büyüklüğünü çekemeyenler, Osmanlı Pâdişâhı Sultan İkinci Mahmûd’a; “Asker ve silâh topluyor, güçlenip devletinize baş kaldırmak istiyor. Ülkeni ondan koruyasın.” diye şikâyette bulundular. Sultan İkinci Mahmûd Han hemen büyük âlim Şeyhülislâm Mekkîzâde Mustafa Âsım Efendiyi huzûruna çağırdı. Durumu kendisiyle görüştü. Mustafa Âsım Efendi; “Ey müminlerin emîri! Allahü teâlâ Kur’ân-ı kerîmin Hucûrat sûresi 6. âyetinde meâlen; “Size fâsığın biri haber getirirse onu iyice araştırın.” buyuruyor. Görüşüm odur ki, onun hâlini araştırıp açığa çıkarabilecek güvenilir iki kişiyi bulup yollayınız. Hiç sezdirmeden gitsinler, araştırmalarını yapıp dönsünler.”
Bunun üzerine Sultan Mahmûd Han iki kimseye derviş elbisesi giydirip araştırmak için Şam’a gönderdi. Derviş kıyâfetiyle giden kimseler gizlice araştırmaya başladılar. Allahü teâlâ bu kimselerin gelişini Mevlânâ Hâlid hazretlerine mânevî olarak bildirdi. Kalbine, kendisine gelen iki misâfire ikrâmda bulunması ilhâm olundu. Derviş kıyâfetindeki bu kimseleri bulduran Mevlânâ Hâlid-iBağdâdî hazretleri onları yemeğe dâvet etti. Yemek hazırlanıncaya kadar da kendi durumunu açıkladı. Kendi evini oda oda onlara gezdirdi. Bu odalarda ev eşyâsı dışında hiçbir şey bulamadılar.
Bu hâlin Mevlânâ Hâlid hazretlerinin kerâmeti olduğunu anlayan o kimseler, saygı ve hürmetle ayaklarına kapandılar. Artık gizleyecek bir şey yoktu. Olan her şeyi açıkladılar. Ona talebe olup tasavvuf yoluna girdiler. Huzûrunda kalıp İstanbul’a dönmek istemediler. Fakat Mevlânâ Hâlid hazretleri; “Olmaz. En uygunu İstanbul’a dönmenizdir. Hazret-i Sultana durumu anlatırsınız.Verilen görevi tam yerine getirmiş olursunuz. Ancak bundan sonra isteyen buraya döner, isteyen de orada kalır. Bundan sonrası için artık bir günâh yoktur.” buyurdu.
Vazîfeli iki kişi Sultan İkinci Mahmûd Hana dönüp şikâyetlerin asılsız olduğunu bildirdiler. Sultan da aldığı bu haber üzerine Allahü teâlâya hamd etti. Şeyhülislâma da bu teklifinden dolayı teşekkür etti. İki kişiden birini Mevlânâ Hâlid hazretlerinin hizmetine yolladı. O kimse Şam’a gidip senelerce Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî’nin hizmetinde bulundu ve orada vefât edip türbesinin yanına defnedildi.
Sonra Sultan Mahmûd Hanın saray nâzırlarından Mevlevî Hâlet Efendi, Mevlânâ Hâlid’in şöhret ve îtibârını çekemeyerek, kendisini halîfeye çekiştirdi. “On binlerle adamı vardır. Devlet ve saltanat için tehlikelidir. Ortadan kaldırılması lâzımdır.” dedi. Sultan Mahmûd Han; “Din adamlarından devlete zarar gelmez.” diyerek sözüne kıymet vermedi. Mevlânâ Hâlid hazretleri bunu işitince, hayır ve selâmetle duâ etti ve; “Hâlet Efendinin işi Pîri Celâleddîn-i Rûmî hazretlerine havâle olundu. Onu huzûruna çekip cezâsını verecektir.” buyurdu. Az zaman sonra Sultan Mahmûd Han Mora İsyânına sebeb olduğu için onu Konya’ya sürdü. Orada îdâm olundu.
Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî hazretleri bir ara üçüncü defâ Bağdât’a gelerek İhsâiye Medresesinde yerleşti. İnsanlara İslâmiyeti anlatmaya ve ilim öğretip talebe yetiştirmeye devâm etti. Peygamber efendimizin (sallallahü aleyhi ve sellem) sünnet-i seniyyesini yayıp, sonradan ortaya çıkan bid’atları kaldırdı. İlim, fazîlet ve güzel ahlâkta olgunluğun zirvesine yükselen Mevlânâ Hâlid hazretlerinin üstünlüğünü dost düşman herkes kabûl etti.Bağdât’ın âlimleri, ileri gelenleri, vezirleri ve vâlileri önünde boyun eğdikleri gibi, diğer İslâm ülkelerindeki insanlar da onun üstünlüğünü işitip Bağdât’a koştular. Uzaktan yakından onun sohbetlerine ve ilim meclislerine gelenler, zâhirî ve bâtınî üstünlüklere kavuşarak memleketlerine döndüler veya İslâm memleketlerinin çeşitli yerlerine giderek İslâmiyeti anlattılar.
Çok sevdiği talebelerinden ve halîfelerinden olan Seyyid Tâhâ-yı Hakkârî’ye yazdığı mektûbunda buyurdu ki:
“Allahü teâlâ, kalbimin özlediği, rûhumun gözlediği Seyyid Tâhâ’yı, fena ve bekâ mertebelerine kavuşmakla şereflendirsin. Allâmenin (yâni Seyyid Tâhâ hazretlerinin) bu fakîre yazdığı mektup geldi. İslâmiyetin yayılmasına çalıştığınız ve Kur’ân-ı kerîmin hatmi hakkında yazıyorsunuz. Çok memnun olduk. İhlâs şartı ile Allahü teâlâya ne kadar ibâdet ederler, Resûlullah efendimizin sünnetine ne kadar uyarlarsa, sizin vâsıtanızla olduğu için, her birinin sevâbı kadar sizin de amel defterinize yazılacaktır. Resûlullah’ın; “Bir kimse İslâmda sünnet-i hasene yaparsa, bunun sevâbına ve bunu yapanların sevaplarına kavuşur. Bir kimse İslâmda bir sünnet-i seyyie çığırı açarsa, bunun günâhı ve bunu yapanların günahları kendisine verilir.” hadîs-i şerîfi bu sözümüze şâhiddir. Vesselâmü aleyküm ve rahmetullahi ve berekâtühû.”
Talebelerine ve sevenlerine nasîhat ederek buyurdu ki:
Sizlere vasiyetim, size İslâmiyeti anlatan hocaya îtirâzı terk, Resûlullah’ın dînine ittibâ ve kendini aradan çekip, yok etmeyi bu yolun esâsı biliniz. Bu üçü olmadan bu yolda ilerleme olmaz.
Bu yolun büyükleri kendilerine bağlı olanlardan gâfil değildir. Onlara kimse kafa tutamaz. Onlara kafa tutanın işi de, başı da, saâdeti de gider.
Hanım, çocuklar, mal ve mülk, Allahü teâlânın emânetleridir. Emânetlerini istediği zaman alır.
Nefs-i emmâreden kurtulmanın alâmeti, insanların övmesi ile ayıplamasını, eşit görmektir. İnsanların rağbetine sevinip, aramamalarına, etrâfınızda dolaşmamalarına üzülmek, basitlik, büyük akılsızlık ve anlayışsızlıktır.
En mühim vasiyetim şudur ki: Ölümü, âhiret hallerini ve nîmetlerin hakîki sâhibini unutmayınız. Elden geldiği kadar peygamberlerin efendisinin (sallallahü aleyhi ve sellem) sünnetine uymada ileri gitmeye çalışınız. Günde bin kere duyulmayacak kadar alçak sesle, Kelime-i tehlîl (Kelime-i tevhid) söyleyiniz. Hem kalbe yönelerek, hem de mânâsını düşünerek olsun. Böylece kalpte, hakîkî matlûbdan başka bir şey kalmasın. Zîrâ büyüklerin yolunda asıl maksad mâbûddur.
İhlâs ne kadar çok olursa, evliyanın yardımı o kadar ziyâde olur.
Evliyânın kalbleri, ilâhî nûrların çıkıp geldiği kaynaklardır. Onların hoşnut olduğundan, Hak teâlâ da hoşnuttur. Onların kalblerinde yer eden, büyük devlete kavuşmuştur.
Bizim yolumuz, İslâm dînine ittibâ (uyma) yoludur. Herkes elinden geldiği kadar buna çalışmalıdır.
Allah adamlarının iğnesini (dokunaklı sözlerini) ilâç gibi bilmelidir. Çünkü bu tâifenin celâli, cemâl ile karışıktır. Yâni kızmalarında da merhamet vardır.
Bütün gayretle, sünnetin yayılmasına ve bid’atlerin yok edilmesine çalışmalı, müslümanların, Ehl-i sünnet âlimlerinin bildirdikleri doğru îtikâd üzere olmalarına uğraşmalıdır. Bu işle uğraşmadan yapılan zühd ve ibâdeti, kör, kötürüm ve ihtiyarlar da yapar.
Namazın şart ve rükünlerini, sünnet ve edeblerini anlatan kitapları insanlara okuyup, tavsiye etmeniz büyük devlettir.
İnsanlardan gelen sıkıntılara katlanmak, Allahü teâlânın beğendiği, Resûlullah’ın sevdiği ve büyük evliyânın özendiği bir ahlâktır.
Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî hazretlerinin gösterdiği pekçok kerametleri onun evliyâlıktaki yüksek derecesini göstermekdir.
Bağdat’tayken Hâcı Mahmûd Efendi isminde, servet sâhibi, kendisine bağlı bir talebesi vardı. Bu zât, Mevlâna Hâlid’in şerefli hânekâhlarına ve diğer yerlere kendi eliyle yüz bin kuruş harcayıp borçlanmıştı. Bir gün Mevlânâ Hâlid’in huzurlarına gidip; “Efendim, borcumun çokluğundan dışarı çıkmaya yüzüm kalmadı.” deyince, Mevlânâ Hâlid hazretleri buyurdular ki: “Bir ay sabret.” O, bunun üzerine; “Aman efendim, sabra tâkatim kalmadı.” diyerek iki defâ tekrarladı. Bu tekrar çok yakınlığından ve samîmiyetindendi. Mevlânâ Hâlid de; “Mâdemki öyle, kaldır şu hasırı istediğin kadar al.” buyurdu. Mahmûd Efendi de hasırı kaldırdı ve altında bir altın gördü. Altını aldı, başka bir altın gördü ve böylece her aldığı altının yerinde yeni bir altın gördü. Yüz bin kuruş tamamlanıncaya kadar bu işe devâm etti.Mahmûd Efendi bu kerâmeti görünce, Mevlânâ Hâlid’in ellerini öptü.
İsmâil binAli adlı zât anlatır: “Şam-ı şerîfteyken bir gün, Mevlânâ Hâlid hazretlerinin bulundukları yere gittim. Mukaddes iltifâtlarına nâil olunca, cezbe hâli gelip, bir nevî gösteriş yaptım. Gözlerimi açınca Mevlânâ Hâlid, Şeyh Muhammed Nâsih hazretlerine şöyle buyurdu: “İsmâil’e söyle, hâl ile cezbe ortaya çıktığında onu tutmak gerekir. Niye izhâr eder de cezbesini tutmaz. Zîrâ zorla cezbe göstermek riyâdır. Riyâ ise zinâdan daha büyük günahtır. Hâline tövbe etsin.” Mevlânâ hazretleri hâlimden kalbimi keşfetmişti.
Bağdat Vâlisi Dâvûd Paşanın vezirliği esnâsında Osmanlı şehirlerinden birkaçını İranlılar işgâl ettiler. O kasabalarda bulunan halkın kitaplarını yağmaladılar. Oradaki âlimlerden birisi, Hâlid-i Bağdâdî hazretlerine geldi. Huzurlarına girip, başından geçen hâdiseyi arz ederek; “Efendim bir kitap alamayacak hâle geldim. Ne yapayım? Hangi işte bulunayım? Sizin merhametinize güvenerek geldim.” dedi. Mevlânâ Hâlid hazretleri, yanlarındaki on yedi bin kitabı o âlime hediye ettiler. Böylece yanlarında bir kitap bile kalmadı.
Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî hazretleri Bağdât’taki vazîfesini tamamladıktan sonra son olarak 1822 senesinde Şam’a gitmek üzere hazırlandı. Âile fertlerinden bazılarını Bağdât’ta bıraktı. Bağdâtlılar gitmesini istemediler. Ancak Mevlânâ Hâlid hazretleri kendilerine gelen mânevî işâretin Şam’a gitmeleri doğrultusunda olduğunu belirterek yola çıktı. Talebeleri ve sevenlerinden büyük bir cemâatle Şam’a geliyorlardı. Şam arâzisine geldikleri zaman, Safvek bin Fâris diye meşhûr Şemmer kabîlesinden bir yol kesici, adamları ile kâfileyi soymak istedi. Safvek bin Fâris, bu hâdiseyi şöyle anlatır: “Pekçok yardımcımla Mevlânâ Hâlid’in kâfilesine hücûm edeceğim zaman, kâfileden beyaz elbiseli, ata binmiş, heybetli biri göründü. Sonra gözlerimizin önünde büyük bir dağ kadar oldu. Yolcular ile aramızda büyük bir engel teşkil etti. Artık kâfiledekileri seçemez olduk. Boyunun uzunluğu semâya kadar varan bir büyük dağ gibi olan bu zâtı görünce, korkudan bir titreme gelerek, mızraklarımız elimizden düştü.Sonra herkes hayvanlarından düştü. Artık kâfilede Allah’ın sevgili bir kulu olduğunu anladık ve hep bir ağızdan; “Aman aman, affedin affedin!” diye bağırıştık. Bunun üzerine kâfile görünmeye başladı. İçlerinde Mevlânâ Hâlid’i görünce, hepimiz kusurlarımızın affını rica ve niyâz ettik. Ellerine sarılarak tövbe ve istiğfâr eyledik.”
Sağ sâlim Şam’a gelenMevlânâ Hâlid-iBağdâdî hazretleri,ÜmeyyeCâmiindeki Gazze büyüklerininHalvethânesine girdi.Şam’a bu gelişi sırasında Seyyid İsmâil Efendinin kızı Âişe Takıyye Hanımla evlendi.Sonra Bağdât’ta kalan hanımı ve âile fertlerinin de getirilmesini emretti.
Âlim ve fazîlet sâhibi bir zât olan Şeyh Muhammed Hafız Urfalı anlatır: Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî hazretleri, Bağdât’ta kalan hanımı ve oğlu Şihâbüddîn’in Şam’a gelmesi için mektup yazınca onlar yola çıkıp Urfa’ya geldiler. Bu esnâda Mevlânâ Hâlid hazretleri bana hitâben; “Hafız! Çoluk çocuğumuz Urfa’ya geldiler. Sizin evinize indiler. Lakin Şihâbüddîn vefât eyledi.” buyurdu. Bu sözün söylendiği târihi yazdım. Sonra Urfa’ya gittiğimde sordum. Tam buyurdukları zamanda Şihâbüddîn’in vefâtı vâki olmuştu.
Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî hazretleri Şam’ın meşhûr semtlerindenKunvat’ta büyükçe ve geniş bir konak satın aldı. Âilesi ile birlikte oraya yerleşti. Oranın bir kısmını vakıf olarak bağışladı. Konağın yanına bir mescid yaptırdı. Bu mescidde beş vakit namaz cemâatle kılınmaya başladı. İleri gelenlerden ve halktan pekçoğu Mevlânâ Hâlid hazretlerinin cemâat ve sohbetlerine koştu. Vezirler ve devlet adamları onun huzûrunda el pençe divan durdular. Kâfile kâfile gelenler Nakşibendiyye yoluna girip talebesi oldular. Kendisine devletin ileri gelenlerinden mektuplar yazıldı, vâliler ziyâretine koştular. Âlimler ve şâirler üstünlüğünü anlatan eserler ve şiirler yazdılar. Kısaca İslâm dünyâsının her tarafında onun üstünlüğünü ve fazîletini bilmeyen ve kabûl etmeyen kalmadı.
Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî hazretleri Şam’da kaldığı müddet içinde pekçok yıkık mescidi tâmir ettirdi. İdas Câmii de bunlar arasındadır. Yerleştiği konağın yakın bir yerine bir köy kurdu. Orada halîfeleri ve talebelerinden bir cemâatin kalmasını emretti. O köy halkının dînî terbiyesini ise, halîfelerinden Şeyh İsmâil Enârenî ile Şeyh AhmedHatib’e bıraktı.ŞuvaykaCâmii olarak bilinen Murâdiye Câmiinde Muhammed Hânî’yi, Sâlihiyye’deki Câmi-i Sâhibe’deAbdülkâdir Dimlanî’yi insanlara İslâmiyeti anlatmakla ve Hatm-i hâcegân yaptırmakla vazîfelendirdi. Kendisi de medresesinde sabahları Şâfiî fıkhı okuttu.
Şam’dayken Kudüs’e giderek Mescid-i Aksâ’yı ve büyüklerin kabirlerini ziyaret etti. Kudüs halkından saygı iltifat gördü. Kudüs’ten Urfa’ya gelerek mübârek makamları ziyâret etti ve insanlara vâz nasihat ederek kurtuluşlarına vesîle oldu. Tekrar Şam’a döndü. 1826 senesi hacca gidişinde berâberinde halîfelerinden ve talebelerinden pekçok kimse de bulundu. Yol boyunca gittiği beldelerin insanlarına da İslâmiyeti anlatanMevlânâ Hâlid hazretleri hac vazîfesini yerine getirdi. Medîne-i münevvereye giderek sevgili Peygamberimizin kabr-i şerîfini ziyâret etti. Mekke-i mükerremede ve Medîne-i münevverede pekçok âlim ve evliyâ zâtlarla karşılaşıp sohbet etti. Aynı sene içinde Şam’a döndü ve vazîfesine devâm etti.
Mevlânâ Hâlid hazretleri hayâtının son senesinde Ramazân-ı şerîf ayının son gününde halîfeleri ve sevenlerineKudüs’e gitmek istediğini bildirdi. Talebeleri bu habere çok sevindiler. Fakat Şevvâl ayı içerisinde tâûn salgını, vebâ hastalığı ortaya çıktı. Talebeleri; “Kudüs’e gitmenin tam zamânıdır.” dediler. Onlara buyurdu ki: “Şimdi üzerinde durduğumuz mesele, tâuna karşı sabırlı olmaktır. Bunun sevâbı, istediğiniz şeyden daha çoktur.” Tâunla şehîd olup gitmenin fazîletinden ve iyiliğinden bahsetti. Tâûndan ölenlerin şehîd olacağı hakkında hadîs-i şerîfleri okuyarak bu yüksek dereceye kavuşmak istediğini bildirdi.
O sırada birisi gelip; “Efendim duâ edin de bana tâûn bulaşmasın.” diye yalvarınca, ona duâ ettiler. O kişi kurtuldu. Kendileri için ise; “Rabbime kavuşmayı istememekten hayâ ederim.” buyurdu.
Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî hazretlerinin Muhammed Behâüddîn isimli beş yaşındaki oğlu bu sene tâûn hastalığına tutulup vefât etti. Onun vefâtını haber alınca, buyurdu ki: “Ey Rabbim! Bu musîbete sabır ve genişlik verip, beni sevinçle rızıklandırdın. Önümde rûhunu aldın. İnşâallah yüksek katınızda büyük bir nasîbi olur. Oğlum Behâüddîn mıknatısımızdır. Bizi kendisine çeker. Biz ona uyarız. Vekîlimizdir.” buyurdu. Nûrlu yüzlerinde sevinç doğmuştu. Merhum oğluna sabır ve tahammül etmenin fazîletlerini içine alan sohbet ve vâza başladı. Âhirete göç eden bu temiz yavrunun Kâsiyûn Dağındaki bir tepeye defnolunmasını emretti. Bu yere bundan evvel kimse defnolunmamıştı. Şeyh İsmâil ve Şeyh Muhammed Nâsih hazretlerine techiz ve tekfinini emir buyurdu. Cenâze yıkandıktan sonra, müslümanların omuzlarında, adı geçen yere götürüldü. Bizzat Mevlânâ Hâlid hazretleri imâm olup, cenâze namazını kıldırdıktan sonra defneylediler.
Behâüddîn’in vefâtından sonra, diğer oğlu Abdürrahmân da aynı sene içinde taûndan vefât etti.Abdürrahmân gâyet zekî, merhamet sâhibi, akıllı bir çocuktu. O da defin hazırlıkları bitinceKâsiyûn isimli tepeye, kardeşi Behâüddîn’in mezârının kuzey tarafına defnedildi. Çok kalabalık bir cemâat cenâzesinde bulundu.
Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî hazretleri, son zamanlarına doğru, yanlarında bulunan emânet kitapları sâhiplerine vermek için ayırmaya başladılar. Bir ara talebelerinden birini gönderip, Şeyh İsmâil Enârenî’yi çağırttı. Ona; “Buradan hiç bir yere çıkmam. Ancak oğlum Behâüddîn’in yanına gitmeyi isterim.” buyurdu. Şeyh İsmâil; “Efendim güneşin harâretinden oraya gitmek ve orada oturmak mümkün olmaz.” deyince Mevlânâ Hâlid hazretleri; “Güneşin harâreti bize zarar vermez.” buyurdu. Sonra kütüphânesinin önünde oturdu ve; “Ey İsmâil! Beni dinle, aslâ muhâlefet etme. Vefâtımdan sonra, çoluk-çocuğum, fıkıh kitaplarım, diğer hukûkî işlerim için yerime vasî olarak, İsmâil Enârenî’yi tâyin ettim. Ondan sonra Muhammed Nâsih, sonraAbdülfettâh, ondan sonra da seni seçtim. Malımın üçte birini namaz borcumun iskâtı için ayırın. Bir su sarnıcı inşâ edin. Ben zannederim ki, ümmetin iyi zâtlarından bâzı ihlâs sâhipleri, bu makâmda, sevdiklerimiz için dergâh binâ ederler. Malımın üçte birinden geri kalanı da, kapımızdaki fakir ve yoksullara verilsin. Ölümümden daha büyük bir musîbet size gelmez. Ona karşı sabır ve tahammül gösteriniz. İnsanlarla münâkaşa etmeyiniz.” buyurdu.
Şeyh İsmâil de; “Efendim, bugün kalblerimizi hüzün ve kederle doldurdunuz. İnşâallah bu emir gelmez de ömrünüz uzun olur.” dedi. Mevlânâ Hâlid hazretleri; “Ey İsmâil! Biz Şam’a ancak ölmek için geldik. Buraya geliş gâyemiz bundan başka bir şey değildir. Cenâb-ı Hak, Beyt-i mukaddesi ve Nebiyy-i zîşânı ziyâreti ve Hâcc-ı ekberi, bize geçmiş senelerde nasîb etti. İnşâallah saâdet-i ebediyyeye nâil oluruz. Başka bir şey istemiyoruz. Bâzı inkârcıların size yapacağı ezâ ve cefâdan korkuyoruz. Bilhassa falan kimsenin ezâ ve cefâsından korkuyoruz. Hak teâlâya yalvararak duâ ediyoruz ki, size eziyet verecek olan o kimse fazla yaşamasın. Çünkü sevdiklerimize iftirâ ederek zahmet verir.” buyurdu. Buyurdukları gibi, kendilerinden kısa bir müddet sonra o kimse öldü.
Bir gün Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî hazretleri, Şeyh İsmâil Gazzî’ye buyurdular ki: “Bütün kitaplarımı vakfettim.” O esnâda içeriye Şeyh Muhammed Nâsih Efendi girdi ve; “Efendim Seyyid Hüseyin Efendi ve berâberinde bâzı âlim zâtlar, size tâziyeye geldiler.” dedi. Daha sonra onları karşılayıp, oturmalarına müsâade ettiler. Oğlu Abdurrahmân için tâziyelerini kabûl etti. Ziyâretçiler gidince, Şeyh İsmâil Efendi de izin alıp ayrılmak istedi. Mevlânâ hazretleri: “Bugün burada kalınız.” buyurdu. Sonra da; “İnsanların; “Mevlânâ Hâlid kerâmet izhar ediyor.” demelerinden korkmasaydım, bütün arkadaş ve dostlarımla vedâlaşırdım. Bu Cumâ gecesi gideceğimizi zannediyorum.” buyurdu. Daha sonra kendisine yemek getirildiğinde; “Bu ve bundan başka yemeklerden yiyemeyeceğim, ölümü isteyen hem de yemek yiyen hiç bir kimse gördünüz mü?” buyurdu. Uzun bir müddet dünyâ yemeklerinden yemedi. Sonra; “Dünyâ yemeklerine doymuş olduğum hâlde, Rabbime kavuşmayı arzu etmem.” diyerek, evlâdı ile şakalaşan bir baba gibi, ayaklarını evin içinde yere vurdu. Bundan önce böyle bir hâl kendilerinden görülmemişti. Sonra kitapların bulunduğu yere gitti. Emânet aldığı kitapları sâhiplerine göndermeye başladı. Çoluk-çocuğuna teker teker nasîhat ve vasiyet ederek vedâlaştıktan sonra; “Biz bu Cumâ gidiyoruz.” buyurdu.Sonra mescide vardı. İkindi namazını kıldıktan sonra, medresenin olduğu tarafa yöneldi. Kapısına geldiklerinde, sevdiklerinden İsmâil Gazzî’yi yanına çağırıp iltifât etti.Kütüphânesinin önünde oturdu. Önceki vasiyetini ve nasîhatı tekrar etti. Çoluk-çocuğuma hoş nazarla bakınız. Seçtiğim vasîm Şeyh İsmâil Enârenî’dir. Benden sonra irşâd vazifesinde bulunacak seçtiğim talebemdir. Bu husûsu hiç kimse hatırından çıkarmasın.” buyurup, İsmâil Gazzî’ye: “Bana kalemi ver, vakıf şartlarını yazayım.” buyurdu ve mübârek ellerine kalem alıp; “Bu kitapları Allah için vakfettim. Vakfımın şartları şunlardır.” diyerek şartlarını yazdı. Sonunda da; “Bu yazılan şartlarla vakfettiğim kitaplarımın küçük bir tânesini de olsa değiştiren, noksanlaştıran kimseler üzerine; Allah’ın, meleklerinin ve bütün insanların lâneti yağsın.” buyurdular. O esnâda talebelerinden olan Hanefî mezhebi fıkıh âlimlerinin büyüklerinden Seyyid Muhammed Emîn ibni Âbidîn içeri girdi ve bâzı sorular sordu. Mevlânâ Hâlid hazretleri, her soruya cevap verdikten sonra da, hangi kitaplarda olduğunu söyledi ve bu arada; “Şu kitabı getirin.” buyurdu. O kitaptaki delîllerini de gösterdi. O zaman İbn-i Âbidîn hazretleri; “Efendim! Dün gece rüyâmda hazret-i Osman’ın vefât etmiş olduğunu gördüm. Çok büyük bir kalabalık oldu. Cenâze namazını ben kıldırdım.” diyerek rüyâsını anlattı. Mevlânâ Hâlid hazretleri de; “Ey İbn-i Abidîn! Yakında ben vefât ederim. Sen de kalabalık bir cemâat ile cenâze namazımızı kıldırırsın, çünkü ben, hazret-i Osman’ın evlâdındanım.” buyurdu. İbn-i Âbidîn bunu duyunca çok üzüldü ve rüyâsını anlattığına çok pişmân oldu.
Daha sonra Mevlânâ Hâlid-i Bağdadî hazretleri, sevdiklerine şöyle vasiyette bulundu: “Muhammed aleyhisselâmın sünnetine uyunuz. Üzerinde bulunduğumuz doğru yol üzere olunuz. Karşılaşacağınız güçlüklere sabr ve tahammül gösteriniz. Bizim vefâtımızdan daha büyük musîbet size ulaşmaz. Şekil ve şemâilimi sayarak, bağırıp çağırarak ağlamak sûreti ile, rûhuma zahmet vermeyiniz. Etrafa mektuplar yazarak, vefâtıma hiçbir kimsenin üzülmemesini ve ağlamamasını tenbih ediniz. Beni seven ve bana muhabbet eden, Allah rızâsı için kurban kesip sevâbını benim rûhuma göndersin. Rûhuma Kur’ân-ı kerîm ve Fâtihalar, kıymetli duâlar göndersin. Dünyâ sevgisi ile gönülleri dolanlar gibi sakın siz de; “Sadakaya muhtaç değilim. Ancak Fâtiha ve İhlâs-ı şerîflere muhtâcım.” demeyiniz. Benim için iyiliklerde bulununuz. Sadaka veriniz. Sizi bize yaklaştıracak işler işleyiniz. Ömrümüz elliye ulaşmıştır. Otuz beş senelik farzları iskat edersiniz. Ömrümüzde kuşluk ve teheccüd namazlarını diğer beş vakit farz namazlar gibi hiç terk etmedik. Ey İsmâil, talebe ve arkadaşlarımın kıymetini biliyorsun. Onlara sıkıntı verecek şeylerden sakın. Zannederim ki, yakın zamanda talebelerim için bir dergâh inşâ edilir.”
Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî hazretleri bu nasîhatleri yaptığında, sıhhatleri ve âfiyetleri yerindeydi. Sonra evlerine girdiler. Uzun zaman evden çıkmadıkları görülünce, talebeler, evinin hizmetçisinden haber sorup, içeri girmek ve mübârek cemâlini görmek arzularını bildirdiler. İçeri girmemeleri hakkında haber gelince, talebeleri bir hüzün ve elem kapladı. Bir daha yanlarına girmemek şartı ile tekrar izin istediler. O zaman içeri girilmesine müsâade ettiler. İsmâil Efendi berâberlerinde olduğu hâlde, yirmi kişi huzurlarına girip, ziyârette bulundular. Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî hazretleri, sağ yanlarına yatmış bir vaziyette murâkabe hâlindeydi. Hâl ve hatırları sorulunca, teşekkür ve iltifât olarak gözlerini açıp, fazla kalmamalarını ve fazla konuşmamalarını işâret ettiler. Talebelerinden İsmâil Efendi; “Efendim zât-ı âlileriniz su isterler mi?” dedi. Mevlânâ Hâlid hazretleri hâl ile; “Dünyâ ve içindekilerden vazgeçtim. Şu anda Hak ile meşgûlüm.” demek istediler. Bu hâllere şâhid olanların hepsi, mübârek ellerini öpüp, titreyerek ve büyük bir şaşkınlık içinde dışarı çıktılar. Dışarıda başka talebeler ve sevenleri, Mevlânâ Hâlid hazretlerinin hâlinin nasıl olduğunu haber almak için bekleşiyorlardı. Onlara gördüklerini anlattılar.
Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî hazretleri, o gece yatsıdan sonra çoluk-çocuğunu yanlarına çağırdılar. Onlara hitâben; “Hepinize hakkımı helâl ettim. Birbirinizden ayrılmayınız. Vefâtınıza kadar bu evde kalınız.” buyurdular. Abdest alıp bir mikdâr namaz kıldıktan sonra; “Şu anda tâuna tutuldum.” buyurdular. Mübârek yüzleri sarardı. Sabahleyin de çoluk-çocuğuna dönerek tekrar; “Bundan sonra beni meşgûl edip benden bir şey istemeyiniz. Bir şey isterseniz vekîlimden isteyiniz. Beni Hak’la meşgûl olmaktan alıkoymayınız. Hiçbir kimse ile sohbet etmek istemiyorum. Rabbim ile meşgûlüm. Yanımda hiç kimse bulunmasın.”Göz uçları ile kıbleye yönelip sağ yanı üzere yatarak, murâkabe ve Allahü teâlânın kudretini tefekkürle meşgûl olmaya başladı. Hastalığının şiddetinden; “Ah! vah!” gibi sesler aslâ duyulmayıp, her azâsından, hattâ mübârek saçlarından Hakk’ın zikrinin belirtileri görülüyordu. 1826 (H. 1242) senesi Şevvâl ayının yirmi altıncı günü müezzin ezân okumağa başladığında, Mevlânâ Hâlid hazretleri Fecr sûresinin son âyetlerini okudu. Meâlen; “(Sonra Allah mümin kimselere şöyle buyurur):”Ey (îmânda sebât gösteren Allah’ı anmakta huzûra kavuşan) mutmainne olan nefs, dön rabbine(Cennet’le sana hazırladığı nîmetlere) sen O’ndan (sana verdiklerinden ötürü) râzı, O da senden(îmânın sebebiyle) râzı olarak. Haydi gir (sâlih) kullarımın içine. Gir Cennet’ime.” Bu âyet-i kerîmeleri okuyup bitirdikten sonra, mübârek rûhları Cennet-i âlâya uçtu ve Allahü teâlâya kavuştu.
Kapısında bulunan âbidler, talebeleri, sevdikleri, vefâtlarını işitince, müteessir olarak kendilerinden geçtiler. Talebelerinden İsmâil Efendi, oradakilere; “Evliyânın vefâtı, bir evden öteki eve gidişi gibidir.” hadîs-i şerifini naklederek, nasîhatte bulundu. Talebelerinin önde gelenlerinden İsmâil Efendi, Muhammed Nâsih, Ahmed Efendi,Ahmed Mekkî Efendi, Muhammed Sâlih Efendi ve Şeyh Abdülkâdir Efendi berâberce Mevlânâ Hâlid hazretlerinin vefât ettiği odasına girdiler. Onu sâf ve temiz, ebedî istirahata çekilmiş bir şekilde görünce, mübârek ayaklarından öpüp göz yaşı döktüler. Daha sonra Şeyh İsmâil Efendi; “Kendimi, öldükten sonra dirileceğimiz yer olan haşr meydanında sanmıştım. Mevlânâ Hâlid Efendimizin yüzleri, gözleri kamaştıracak derecede nûrluydu. Her hâli ile nûr saçışları, velîliğine işâret ediyordu.” dedi. Şeyh İsmâil sözlerine devamla; “Elini öptüğüm zaman, mübârek terlerinin misk gibi koktuğuna şâhid oldum. Böyle hoş koku şimdiye kadar koklamış değildim. O güzel kokuyu yüzüme ve gözüme sürmeye başlamıştım. Cân ve gönlüm, şeker lezzeti bularak hayat buldu.” diyerek o günkü hâllerini anlattı.
Cenâze namazını, talebesi olmakla şereflenen ve; “Beş vakit namazda Ettehiyyâtü okurken Resûlullah efendimizi baş gözüyle görmezsem, o namazımı iâde ederim.” diyen, Hanefî mezhebinde büyük fıkıh âlimi Seyyid Muhammed Emîn İbn-i Âbidîn kıldırdı.
Mevlânâ Hâlid hazretleri; uzuna yakın boylu, iri yapılı, buğday tenli, burnunun ortası yüksekçe, gözleri iri ve siyah, sakalı sünnete uygun olup, siyahı beyazından fazlaydı. Güleryüzlü, kolları uzunca, geniş göğüslü, vakarlı ve çok heybetliydi.
Birçok peygamberin, âlim ve evliyânın kabrinin bulunduğu Kâsiyûn Dağı eteğindeki kabristana defnedilen Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî hazretlerinin kabri üzerine daha sonra türbe yaptırıldı. Bu türbesi sevenleri tarafından ziyâret edilmektedir.
Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî hazretlerinin dört oğlu vardı. Bunlardan Şihâbüddîn Efendi babasının sağlığında ikenBağdât dönüşü sırasında Urfa’da vefât etti. Muhammed Behâüddîn ve Abdurrahmân Efendi ismindeki iki oğlu da babalarının vefât ettiği sene tâun hastalığından Şam’da vefât ettiler. Dördüncü oğlu Necmeddîn Efendi babasının vefâtından sonra dünyâya geldi. Uzun müddet yaşadı. Onun da iki oğlu olup, Mevlânâ Hâlid hazretlerinin nesli bunlardan devâm etti.
Ömrünü İslâmiyeti öğrenmek ve öğretmekle geçiren Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî hazretleri pekçok talebe yetiştirip, İslâm memleketlerine gönderdi. Onun sohbetlerinde ve ilim meclislerinde yetişen âlim ve velîlerden bâzıları şunlardır: Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî hazretlerinin medrese arkadaşı Seyyid Abdullah-ı Şemdînî, Şeyh Muhammed Hâfız Urfalı, Şeyh Ahmed Eğribozî, FeyzullahErzurûmî, Kuzey Afrika’dan gelip feyzlerine kavuşan Şeyh MuhammedMağribî, Şeyh Seyyid EsadSadrüddîn, Müftî Hayderî Bağdâdî, Şeyh Abdurrahmân Rûzbehânî, AbdullahCeselî, Şeyh MuhammedKudsî Bozkırî, Osman-ı Kürdî Tavîlî, Ubeydullah Hayderî, İbrâhim Fasih Hayderî, Muhammed-iCedîd, Seyyid Abdülgafûr Efendi, Mûsâ Cûbûrî, İsmâil Enârenî, Abdullah-ı Herâtî, Abdülfettâh-ı Akrî, Abdullah Erzincânî Mekkî, İsmâil Şirvânî, İsmâil Berzencî, MollaEbû Bekr-i Bağdâdî, Abdülgafûr Kürdî, Muhammed Meczûb İmâdî, Şeyh Hasan HâfızKozânî, Şeyh Hâlid-i Cezîrî, Seyyid Tâhâ-yıHakkârî, Ahmed Hatîb Erbilî, İsmâil-i Basrî, Şeyh Yûsuf-i İslâmbolî, Muhammed Hânî Şeyh Fırakî, Tâhir-i Akrî, Şeyh Tekrîtî, Mûsâ Bendenîhî, Âşık-ı Mısrî, Hasan-ı Kudsî, Hüseyin Vâiz Malâtî, Ahmed Hicâr Halebî, Sâlih Kazzâz-ı Dımeşkî, Ahmed Bikâî, Ahmed bin Süleymân Trablûsî Ervâdî, Şeyh Ahmed Tevzeklî, ilim ve fazîlet sâhibi Mücâhid Şeyh Şâmil-i Dağıstânî, Abdurrahîm Bustânî Hamevî, Ahmed Kürdî Zemlikânî, Ahmed Kürdî, Şeyh Ali Palurî, Şeyh İsrâil Ezrâî.
Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî hazretlerinin icâzet ve hilâfet verdiği bu zâtlar Mekke, Medîne, Kudüs, Şam, Haleb, Irak, Bağdât, Basra, Kerkük, Erbil, İmâdiye,Cezîre, Şemzîn (Şemdinli), Mardin, Ayıntab, Urfa, Diyarbakır, Anadolu’nun birçok şehirleri, İstanbul, Hindistan, Afganistan, Dağıstan (Kafkasya), Mâverâünnehr, Mısır, Umman, Mağrib, Girit ve diğer İslâm memleketlerine gidip İslâmiyetin emir ve yasaklarını anlattılar. İnsanlar bu zâtların vesîle olmasıyla dünyâ ve âhiret saâdetine kavuştular.
Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî hazretleri, çeşitli ilimlerde eserler yazdı. Bilhassa İrâde-i Cüz’iyye Risâlesi’nin bir benzeri o zamâna kadar yazılmamıştı. Râbıta Risâlesi’nin bir çok şerh, tetimme ve tâlikleri vardır. Hele Fârisî dil ile yazdığı, ince rûhunun terennümlerini bildiren Dîvân’ı, bir şâheserdir. Okuyanlar, zekâsının kuvvetini, görüşünün keskinliğini, aklının üstünlüğünü, kalbinin temizliğini, sanatkârâne üslûbunu, evliyâlıktaki derecesini ve muhabbetinin çokluğunu görür. Eserlerinden biri deÎtikâdnâme olup bu kitap, İslâmın beş şartını ve îmânın altı şartını bildirmektedir. Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî hazretleri bu eserini Farsça olarak yazıp, Îtikâdnâme adını verdi. Mevlânâ Hâlid hazretlerinin kardeşi, büyük velî Mevlânâ Mahmûd Sâhib’in talebelerinden Kemahlı Hâcı Feyzullah Efendi de, bu kitabı Türkçe’ye tercüme ederek, Ferâid-ül-Fevâid ismini verdi. Her müslümanın okuması ve çoluk-çocuğuna okutması gerekli olan bu eser, İhlâs Holding A.Ş. yayınları arasında, Herkese Lazım Olan Îmân ismiyle neşredilmiştir. Ayrıca bunun Almanca, Fransızca, İngilizce ve Arapça tercümeleri de yapılarak bastırılmış, İhlâs Vakfı tarafından bütün dünyâya dağıtılmıştır.
Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî hazretlerinin bir de Câliyet-ül-Ekdâr adında, salevât-ı şerîfe kitabı vardır. Okunması, keder ve üzüntüleri giderir. Bundan başka; Cem’ul-Fevâid min Câmi’il-Usûl ve Mecmeu’z-Zevâid, Hayâlî Hâşiyesi, Şerh-ur-Remlî Hâşiyesi, Risâletün fil-İbâde, Arabî ve Fârisî Mektûbât, Risâletün fi Isbât-ır-Râbıta, Risâletün fî Âdâb-il-Mürîd Maaşşeyhihî, Risâletün fit-Tarîk, Makâmât-ı Harîrî Hâşiyesi (tam değil), Zemahşerî’nin Etbâk-üz-Zeheb’i üzerine Fârisî bir şerh, Siyâlkûtî Hâşiyesi, Şerh-i Akâid-i Adudiyye, El-Ikd-ül-Cevherî fil-Farkı Beyne Kesbey il-Mâtürîdî vel-Eş’arî vb.dir.
KERÂMET VE MENKÎBELERİ
İNCE MESELELER
Süleymâniye’nin meşhûr âlimlerinden bâzısı, Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî hazretlerini, aklî ve naklî ilimlerin en zor ve ince meseleleri ile mağlub etmek istediler ise de, kendileri yenildiler. Yanlarında câhil gibi kaldılar. Çâresiz kalıp, Irak’ın her bakımdan en büyük âlimi olan ve hüccet-ül-İslâm denen Şeyh Yahyâ Mazûrî İmâdî’ye mektup yazıp; “Süleymâniye âlimleri tarafından, din ve dünyâ ilimlerinin allâmesi, müslümanların hücceti, efendimiz, üstâdımız Yahyâ Mazûrî İmâdî hazretlerinedir. Hak teâlâ müslümanları uzun hayâtınızla bereketlendirsin. Şehrimizde,Hâlid isminde bir zât zuhûr eyledi. Hindistan’a gidip geldikten sonra, vilâyet-i kübrâ ve insanları irşâd dâvâsında bulunuyor. Bu zât, din ilimlerini mükemmel bir sûrette tahsîl ettikten sonra, terk eyledi. Yanlış yollara saptı. Bizler onu ilimde yenemedik. Büyüğümüz sizsiniz! Bu tarafa gelip, yanlışlığını ve zararlarını def edip, onu yenmeniz, üzerinize vâcibdir. Gelmeyecek olursanız, bu fikirleri bütün insanlara ve diğer şehirlere yayılacaktır.” dediler.
Bu mektup, Şeyh Yahyâ’nın eline geçince, bâzı talebesi ile birlikte, Süleymâniye yolunu tuttu. Şehre yaklaşınca, bütün âlimler, karşılamağa çıkıp, eline yüz sürüp, herbiri kendi evine dâvet ettiyse de, kabûl etmedi ve; “Bu saatte o zâtla görüşmem lâzımdır.” deyip, Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî’nin hânekâhına gitti. O devlethâneye girince, Mevlânâ Hâlid hazretleri kalkıp kapıda karşıladı ve müsâfeha ettikten sonra, yanlarına oturttu. Şeyh Yahyâ’nın kalbinde, bir takım ince ve zor meseleler vardı. Bunları sorup imtihan edecekti. Daha ağzını açmadan, hazret-i Mevlânâ, Şeyh’e hitâben; “Din ilimlerinde çok müşkil meseleler vardır. İşte biri şudur ve cevâbı budur; diğeri şudur, cevâbı budur.” buyurup, Şeyh’in kalbindeki bütün suâlleri ve cevaplarını söyledi.
Şeyh Yahyâ bu mübârek zâtın evliyânın büyüklerinden olduğunu anladı. Tövbe edip talebelerinden oldu. İftirâcılar bunu duyunca perişân oldular. Mevlânâ hazretleri, Şeyh Yahyâ’yı çok severdi.
EMÂNETİMİZİ VERİN
Hacı Halîl Efendi, Sultan Mahmûd Hanın saray hizmetçisiydi. Halil Efendi hacca gitmeye niyet etti. İstanbul’dan Üsküdar’a geçtiğinde, Üsküdar mezârlıklarının içinden bir zât, elinde bir mektup olduğu hâlde hızlı adımlarla ona doğru koşarak geldi ve:
“Aman Hacı Halîl Efendi şu mektubumu al! Lütfen Şam’a vardığınızda, velîlerin önderi, âriflerin büyüğü Mevlânâ Hâlid-iBağdâdî hazretlerine ver. Buyurduklarını ve mektubu verdiğiniz târihi de unutmayınız. Döndüğünüzde cevâbı alırız.” dedi ve yine kabristanlığa doğru yürüyüp uzaklaştı.
Halîl Efendi Şam’a gidip, vâlinin konağına misâfir oldu. O akşam Mevlânâ Hâlid hazretleri, hizmetçisine feneri hazırlamasını emredip, vâlinin konağına gideceklerini bildirdi.Konağı teşriflerinde vâli hürmetle karşılayıp; “Efendim, teşrifinizden çok memnun olduk. Bunun bu gecede olmasının bir hikmeti olsa gerek.” dedi. Halîl Efendi de orada idi. Mevlânâ Hâlid hazretleri bir müddet oturup sonra ayağa kalktılar ve; “Gidelim.” buyurdular. Vâli ve HacıHalîl Efendi de saygıyla kalktı. Mevlânâ Hâlid hazretleri gitmekten vazgeçip durdu. Az sonra tekrar kalktılar. Bu hâl üç defâ tekrar etti. Mevlânâ Hâlid hazretleri son defâ kalktıklarında, Hacı Halîl Efendiye dönerek; “Hacı Halîl Efendi! Bizim sizde bir emânetimiz vardır.” buyurdu. Halîl Efendi de; “Efendim böyle bir emânet yoktur.” dedi.Mevlânâ Hâlid hazretleri tekrar; “Elbet olacak. Cebinize ve eşyânıza baksanız.” buyurdu. Halîl Efendinin hatırına mektup gelmeyince; “Halîl Efendi! Üsküdar kabristanlığından geçerken, şöyle şöyle bir zât size bir mektup vermişti.” buyurdu. Hacı Halîl Efendi hatırladı ve derhal mektubu çıkarıp verdi. O zaman Mevlânâ Hâlid hazretleri buyurdu ki: “Hacı Halîl Efendi bizimdir (bizim misâfirimizdir).” Vâli de; “Biz köleniz de Efendimindir.” dedi. Mevlânâ Hâlid hazretleri; “O başka.” buyurdular ve birkaç defâ; “Hâcı Halîl Efendi bizimdir.” buyurunca, Hacı Halîl Efendi: “İnşâallahü teâlâ hacdan sonra efendimizin ayaklarının toprağına yüz sürerim (ziyâret edip misâfir olurum).” dedi. O zaman Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî hazretleri; “Hacdan sonra gelirseniz bizi bulamazsınız.” buyurdu. Hacı Halîl Efendi de; “İnşâallah buluruz.” dedi. Mevlânâ Hâlid hazretleri; “Nasîb!” buyurdu. Daha sonra mektubu açıp okudu ve; “Bize hüsn-i zan etmişler. Zannettikleri gibi olsun.” buyurdu.
Halîl Efendi hacdan sonra bizi bulamazsınız buyurmasının hikmetini anlayamayıp Hicaz yoluna koyuldu. Mekke-i mükerremeye geldi. Kalabalık bir topluluğun cenâze namazı kıldığını gördü. Onlara; “Ortada cenâze yok. Kimin namazını kılıyorsunuz?” diye sordu. Onlar da: “Şam-ı şerîfte Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî hazretleri vefât etti. Onun namazını kılıyoruz.” cevâbını verdiler. Bu vefât haberini alınca, Halîl Efendi kendine geldi. Mevlânâ Hâlid-iBağdâdî hazretlerinin kerâmetini anladı. Haccı edâdan sonra, Şam’a oradan da İstanbul’a gitti. Üsküdar’a geldiğinde kabristanlığın kenarında mektubu veren zâtı gördü. O zât Halîl Efendiye; “Efendim! Siz mektubu verdiniz, bizim de işimiz oldu.” deyip, kabristanlığa doğru uzaklaştı.
EN SEVGİLİ OLANINIZ
Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî, bir sohbeti sırasında talebelerine ve sevenlerine buyurdu ki:
“Size önemle sünnet-i seniyyeye yapışmanızı; câhiliye âdetlerinden ve pek aşağı olan bid’atlerden sakınmanızı; gösterişe kapılmamanızı; halktan, bedeni beslemeye çok ehemmiyet verenlere, kendilerinden bir şey beklemek sûretiyle makam ve mevkî sâhipleri ile görüşmeyi terk etmenizi tavsiye ederim. Çünkü bu şekilde onlarla görüşmek, onların lekelendiği şeylerle sizin de lekelenmenize sebeb olur. Yapmak mecburiyetinde olduğunuz iki bozuk işle karşılaştığınızda en hafif olanını yapmak lâzımdır. Devlet reislerine dil uzatmayınız, onların iyilikleri için duâ ediniz. Çünkü onların iyiliği, sizin iyiliğinize vesîle olur. Şunu iyi biliniz ki, sizin bana en sevgiliniz; dünyâ ehline alâkası en az olanınız, başkasına yük olmayanınız, fıkıh ve hadîsle meşgûl olanınızdır.”
BEYİTLER
DERGÂHI TEMİZLERDİ
Bir sene yolculuktan, sonra Mevlânâ Hâlid,
Delhi’ye geldiğinde, ikindiydi tam vakit.
Delhi’nin toprağına, ilk ayak bastığında,
Dağıttı sevincinden, her ne varsa yanında.
Sonra varıp elini, öperek o büyüğün,
Talebesi olmakla, şereflendi aynı gün.
O da, ilk iş olarak, ezmek için nefsini,
Verdi ona dergâhın, günlük temizliğini.
Her zâhirî ilimde, çok büyük âlim iken,
Başladı vazîfeye, hiç îtirâz etmeden.
Kova ve süpürgeyi, her gün alıp eline,
Aylarca devam etti, dergâh temizliğine.
Kovasını kuyudan, su ile doldurarak,
Taşırdı omuzunda, bir sopaya takarak.
Dergâhtan o kuyuya, o kuyudan dergâha,
Gidip gidip gelirdi, bir günde, pekçok defa.
Hem dergâhın temizlik, işiyle uğraşırdı,
Ve hem de abdest için, depoya su taşırdı.
Üstâdının verdiği, bu temizlik işinden,
Eğer az bir gevşeklik, gelse idi içinden,
En şiddetli cezâyı, verip hemen nefsine.
Yine devam ederdi, aynı vazîfesine.
Bir gün nasıl olduysa, yaparken bu işini,
Az hissetti nefsinin, işe gayretini.
Derhâl kendi kendine, söylendi ki: “Ey nefsim,
Sana bu, çok şerefli, vazîfeyi veren kim?
Yapmak istemez isen, bu işi eğer ki sen,
Atarım elimdeki, süpürgeyi ve hemen,
Yerleri, sakalımla, süpürtürüm vallahi,
Vazîfene severek, devam et, durma haydi.”
Nefsini bu şekilde, paylayınca o biraz,
Ondan sonra nefsinden, gelmedi bir îtirâz.
Üstâdının verdiği, bu işi yapmak için,
Çalıştı canla başla, gevşeklik etmeksizin.
Su taşıya taşıya, aylarca omuzunda,
İki omuzu dahî, yara oldu sonunda.
Bir gün yine dergâha, omuzda su taşırken,
Mübârek üstâdıyla, karşılaştı âniden.
Abdullah-ı Dehlevî, şâhid oldu ki o an,
Hâlid-i Bağdâdî’nin, mübârek omuzundan,
Çıkıyor Arş’a doğru, muazzam büyük nûrlar,
Melekler hayranlıkla, onu seyrediyorlar.
Ne zaman ki üstâdı, vâkıf oldu bu hâle,
Anladı artık onun, geldiğini kemâle.
O’nu o vazîfeden, alarak en sonunda,
Emretti ki dâima, bulunsun huzûrumda.
Bâdemâ üstâdına, yaparak çok hizmetler.
Çekti çok mücâhede, ve çetin riyâzetler.
Beş ay da bulunarak, üstâdının yanında,
Olgunlaştı iyice, nazarları altında.
Bereketli sohbet ve, teveccühleri ile,
Bu vilâyet yolunda, kavuştu tam kemâle.
Abdullah Dehlevî’nin, kalbinde sır ve esrar,
Ne varsa üstünlükten, hepsine oldu mazhar.
Yâni onda bulunan, o şerefli emânet,
Hâlid-i Bağdâdî’ye, geçmiş oldu nihâyet.
KAYNAKLAR
1) Reşehât Aynü’l-Hayât; s.160
2) Hadâikü’l-Verdiyye; s.223
3) İrgâmü’l-Merîd; s.78
4) Şemsü’ş-Şümûs Tercümesi
5) Mecd-i Tâlid Tercümesi
6) Tam İlmihâl Seâdet-i Ebediyye; (49. Baskı) s.1081
7) Hadîkatü’l-Evliyâ; s.155
8) Sefînetü’l-Evliyâ; c.2, s.162
9) Eshâb-ı Kirâm; (14. Baskı) s.165
10) Herkese Lâzım Olan Îmân
11) Osmanlı Müellifleri; c.1, s.66
12) İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; c.18, s.77-125
13) Rehber Ansiklopedisi; c.7, s.54
14) Esâvirü’l-Ascediyye fil-Meâsiri’l-Hâlidiyye; Süleymâniye Kütüphânesi, Bağdatlı VehbiKısmı, 1659; Esad Efendi Kısmı, 2516
15) Asfa’l-Mevarid min Selsâl-i Ahvâl-i İmâm-ı Hâlid; Süleymâniye Kütüphânesi,Abülganî Ağa Kısmı
MUHYİDDÎN-İ ARABÎ
On ikinci ve on üçüncü yüzyıllarda Endülüs’te ve Şam taraflarında yaşamış büyük velîlerden. İsmi, Ebû Bekir Muhammed bin Ali olup, künyesi Ebû Abdullah’tır. İbn-i Arabî ve Şeyh-i Ekber diye meşhûr olmuştur. Âilesi meşhûr Tayy kabîlesine mensuptur. Cömertliğiyle meşhûr Adiy bin Hâtem’in kardeşi Abdullah bin Hâtem’in neslindendir. 1165 (H.560) senesinde Endülüs’teki Mürsiyye kasabasında doğdu. 1240 (H.638) senesinde Şam’da vefât etti. KabriŞam’da olup sevenleri tarafından ziyâret edilmektedir.
Küçük yaşında ilim tahsîl etmeye başlayan Muhyiddîn-i Arabî, sekiz yaşındayken babasıyla birlikte İşbiliyye’ye gitti. Pekçok âlimin ilim meclislerinde bulunup, ilim öğrendi. Keskin zekâsı, kuvvetli hâfızası ile dikkatleri çekti.
Bir gün Muhyiddîn-i Arabî hastalandı. Hastalığın tesirinden bayıldı, hattâ öldü zannettiler. Muhyiddîn-i Arabî baygın hâldeyken, kendisine, çirkin yüzlü bâzı kimselerin eziyet ve sıkıntı vermek istediklerini gördü. Ayrıca bu çirkin yüzlüleri kovalamaya çalışan nûrânî yüzlü, hoş kokulu bir kimse kendisine yardım ediyordu. Nihâyet bu güzel zât, ötekileri dağıttı. Onların şerrinden kendisini kurtardı. O şahsa kim olduğunu sorduğunda; “Yâsîn sûresi” cevâbını aldı. Kendisine gelip gözlerini açtığında, başında bekleyen, gözleri yaşla dolu halde Yâsîn-i şerîf okuyan babasını gördü.
Muhyiddîn-i Arabî pekçok ilimleri tahsîl etti. Filozof İbn-i Rüşd’le görüştü. 1194 (H.590) senesinde Endülüs’ten ayrılarak Tunus’a, 1195’de Fas’a gitti. Karşılaştığı birçok âlimle sohbet edip, ilim meclislerinde bulundu. 1199 senesinde tekrar Endülüs’e dönüp Kurtuba’ya geldi. 1201 senesinde tekrar Endülüs’ten ayrılıp doğuya gitmek üzere Tunus’a geçti. Hacca giderken Mısır’a uğradı. Oradan Mekke-i mükerremeye giderek hac farîzasını yerine getirdi. İki yıl kadar Mekke’de kalıp, Medîne-i münevvereye geldi ve sevgili Peygamberimizin kabr-i şerîfini ziyâret etti.
Endülüs’te, Fas’ta, Tunus’ta, Mısır ve Mekke-i mükerremede kaldığı zamanlarda hadîs ilmini ve diğer ilimlerden bir kısmını; İbn-i Asâkir ve Ebü’l-Ferec ibn-il-Cevzî, İbn-i Sekîne, İbn-i Ülvan, Câbir bin Ebû Eyyûb gibi büyük âlimlerden öğrendi. Gittiği yerlerde büyük âlimler ile görüşüp, onlardan ilim öğrenmek sûretiyle, fen ve din ilimlerinde en iyi şekilde yetişti.
Tefsîr, hadîs, fıkıh, kırâat gibi pekçok ilimlerde büyük âlim oldu. Tasavvufta, Ebû Midyen Magribî, Cemâleddîn Yûnus bin Yahyâ, Ebû Abdullah Temim, Ebü’l-Hasan ve Seyyid Abdülkâdir-i Geylânî hazretlerinin rûhâniyetinden feyz aldı, yüksek derecelere kavuşup, meşhûr oldu. Mekke’de bulunduğu sırada Fütûhât-ı Mekkiyye adlı eserini yazdı.
Gavs-ül-a’zam Seyyid Abdülkâdir Geylânî hazretleri, bir gün en önde gelen talebelerinden Cemâleddîn Yûnus bin Yahyâ’yı yanına çağırarak; “Benden sonra, benim künyem olan Muhyiddîn isminde, Allahü teâlânın çok sevdiği evliyâsından bir kimse gelecektir. Bu hırkamı ona teslim edersin.” buyurdu. Yûnus bin Yahyâ, uzun yıllar sonra talebesi olan Muhyiddîn-iArabî’ye, hocasının vasiyeti olan o hırkayı teslim etti. Muhyiddîn-i Arabî hazretleri, zamânında, ilminden ve feyzinden istifâde etmek için kendisine mürâcaat edilen belli başlı büyük âlimlerden oldu. Şam, Irak, Cezîre ve Anadolu taraflarına seyâhat etti. Konya’ya gelip, Selçuklu Sultanı tarafından çok ikrâm ve hürmet gördü. Sultanlardan kendisine birçok tahsisat tâyin olunduğu ve hediyeler gönderildiği halde, hepsini fakirlere dağıtırdı. Sofiyye-i âliyyeden ve kelâm âlimlerinden olan Sadreddîn-i Konevî’nin hocası ve üvey babası oldu.
Hocasının üstâdı olan Abdülkâdir-i Geylânî hazretlerinin hırkasını üvey oğlu ve talebesi olan Sadreddîn-i Konevî’ye giydirdi.
Konya’da bir müddet kaldıktan sonra Haleb’e giden Muhyiddîn-i Arabî hazretleri, 1215 senesinde tekrar Konya’ya döndü. Aynı sene içinde Sivas’a, oradan da Malatya’ya gitti. 1230 senesinde Şam’a giderek oraya yerleşti.
Büyük âlimler, Muhyiddîn-i Arâbî’nin hâl, makam ve ilim bakımından pek yüksek olduğunu kabûl ettiler. Evliyânın büyüklerinden Ebû Midyen Magribî ona; “Âriflerin Sultânı” demişdir. Şeyh Safiyyüddîn bin Ebû Mensûr onun hakkında; “O, şeyhdir, imâmdır. Hem de tam kâmil ve hakîkatı bulanlardandır. Onu üstün irfan sâhiplerinin başında saymak lâzımdır. Öyle açık gönül âlemi vardı ki, özüne erip, bulduğu her şeyi oradan geçirir ve bulurdu. Keşf âlemi açık ve aydınlıktı. Kavuştuğu hâllere gelince, ancak “Hârika” diye vasıflandırmak mümkündür. En tatlı feyizler onun gönlüne akardı. Hak âlemine yaklaştıran merdivenlerin en üst basamağında onun da yeri vardı. Bilhassa velâyet ahkâmına dâir tasavvuf deryâsında pek uzun kulaçlar atardı. O ummânın da süratli bir yüzücüsü idi. Ve nihâyet o, bu yolda vaz geçilmez bir zât idi. Böyle kabûl edip, onun şânını bu şekilde yüceltmek ona lâyıktır.” derdi.
Talebelerinden Sadreddîn-i Konevî şöyle anlatmıştır: “Hocam İbn-i Arâbî, geçmiş peygamberlerin ve velîlerin ruhlarından istediği ile rüyâsında veya uyanık iken görüşürdü.”
Muhyiddîn-i Arabî hazretleri şöyle anlatır:
“Bir gün Tunus Limanında idim. Vakit geceydi. Kıyıya yanaşmış gemilerden birisinin güvertesine çıktım. Etrâfı seyretmeye başladım. Denizin üzerinde ay doğmuş, fevkalâde güzel bir manzara teşkil ediyordu. Bu manzarayı, cenâb-ı Hakk’ın her şeyi ne kadar güzel ve yerli yerinde yarattığını tefekkür ederken dalmıştım. Birden ürperdim. Uzaktan, uzun boylu, beyaz sakallı bir kimsenin suyun üzerinde yürüyerek geldiğini gördüm. Nihâyet yanıma geldi. Selâm verip bâzı şeyler söyledi. Bu arada ayaklarına dikkatle baktım, ıslak değildi. Konuşmamız bittikten sonra, uzakta bir tepe üzerindeki Menare şehrine doğru yürüdü. Her adımında uzun bir mesâfe katediyordu. Hem yürüyor, hem de Allahü teâlânın ismini zikrediyordu. O kadar güzel, kalbe işleyen bir zikri vardı ki, kendimden geçmiştim. Ertesi gün şehirde bir kimse yanıma yaklaşarak selâm verdi ve; “Gece gemide Hızır aleyhisselâm ile neler konuştunuz? O neler sordu, sen ne cevap verdin?” dedi. Böylece gece gemiye gelenin Hızır aleyhisselâm olduğunu anladım. Daha sonra Hızır aleyhisselâm ile zaman zaman görüşüp sohbet ettik, ondan edeb öğrendim.
“Bir defâsında deniz yolu ile uzak memleketlere seyahate çıkmıştım. Gemimiz bir şehirde mola verdi. Vakit öğle üzeriydi. Namaz kılmak için harâb olmuş bir mescide gittim. Oraya gayr-i müslim bir kimse de gelmiş etrâfı seyrediyordu. Onunla biraz konuştuk. Peygamberlerden meydana gelen mûcizelerle, evliyâdan hâsıl olan kerâmetlere inanmıyordu. Biz konuşurken, mescide birkaç seyyah geldi. Namaza durdular. İçlerinden biri, yerdeki seccâdeyi alıp, havaya doğru kaldırıp yere paralel durdurdu. Sonra üzerine çıkıp namazını kıldı. Dikkatlice baktığımda, onun Hızır aleyhisselâm olduğunu anladım. Namazdan sonra bana dönerek; “Bunu, şu münkir kimse için yaptım” dedi. Mûcize ve kerâmete inanmıyan o gayr-i müslim, bu sözleri işitince insâf edip müslüman oldu.”
Zenginlerden biri, Muhyiddîn-i Arabî hazretlerine kıymetli bir ev bağışlamıştı. İbn-i Arabî hazretleri bu evde oturuyordu. Bir gün bir fakir gelip dedi ki: “Allah rızâsı için bana bir şey ver.” Muhyiddîn-i Arabî hazretleri de buyurdu ki: “Bu evden başka bir şeyim yoktur. Al onu sana vereyim. Senin olsun.” Böyle söyleyip, evi o fakire verip terketti.
Muhyiddîn-i Arabî hazretleri, İmâm-ı Gazâlî’ye muhabbet ve bağlılığından, Şam’da Gazâliye Medresesinde çok oturur, İmâm-ı Gazâlî hazretlerinin eserlerini okurdu. Bir gün müderris derse gelmedi. Muhyiddîn-i Arabî orada idi. Fakîhler kendisine; “Efendim, bugün bize dersi siz veriniz.” deyip ısrâr ettiler. O da; “Ben Mâlikî mezhebindenim. Mâdem ki çok ısrâr ediyorsunuz akşamki dersinizi söyleyiniz” buyurdu. İmâm-ı Gazâlî’nin fıkha dâir Vesît kitabından bir yer gösterdiler. Muhyiddîn-i Arabî onlara ders verdi, uzun uzun îzâh ve açıklamalar yaptı. Öyle ki, onlar; “Biz böyle bir üstâd görmedik.” dediler.
Horasan’da Muhyiddîn-i Arabî hazretlerine çok dil uzatan, ona ve onu sevenlere eziyet eden bir adam vardı. Çok eziyet görenler, Muhyiddîn-i Arabî’ye bunu şikâyet edip, sabra tahammülümüz kalmadı, cezâsını veriniz dediler. O da; “Bana şöyle şöyle bir bıçak getirin.” buyurdu. Bir kâğıdı insan şeklinde yapıp, bıçakla kesti ve; “Ey cemâat, şu anda, Horasan’daki o inatçı adamı boğazladım. Evindeki duvarın çatısındaki köprü şeklindeki kalası kaldırdım ve bıçağı onun altına koydum. Onu yirmi kişiden az insan kaldıramaz. Bıçağın üzerine, onun kanı ile, bunu Muhyiddîn-i Arabî boğazladı diye yazdım.” buyurdu.Şikâyet edenlerden biri Horasan’a gitti. O evi buldu. Filân kimse, falan günde, falan saatte onu kesti dediler. Hâdise, hocalarının buyurduğu şekildeydi. Onlara vâkıayı anlattı. Birçokları töhmetten kurtuldu. Bildirilen kalası kaldırdılar. Bıçağı ve yazıyı, Muhyiddîn-i Arabî’nin buyurduğu hâlde buldular.
Bir kimse, Muhyiddîn-i Arabî hazretlerinin büyüklüğüne inanmaz, ona buğzederdi. Her namazının sonunda da, ona on defâ lânet etmeyi kendisine büyük bir vazife kabûl ederdi. Aradan aylar geçti, adam öldü. Cenâzesinde Muhyiddîn-i Arabî de bulundu. Cenâzenin affedilmesi için cenâb-ı Hakk’a yalvardı. Definden sonra arkadaşlarından biri, Muhyiddîn-iArabî’yi evine dâvet etti. O evde bir müddet murâkabe hâlinde bekledi. Bu arada yemekler gelmiş, soğumuştu. Ancak saatler sonra murâkabeden gülümseyerek ayrıldı ve yemeğin başına gelip buyurdu ki: “Bana her gün namazlarının sonunda on defâ lânet okuyan bu kimse, af ve magfiret edilinceye kadar Allahü teâlâya hiçbir şey yememek ve içmemek üzere ahdetmiştim. Onun için bu hâlde bekledim. Yetmiş bin Kelime-i tevhîd okuyarak rûhuna bağışladım. Elhamdülillah, Rabbim dileğimi kabûl buyurdu. Artık yemek yiyebilirim.”
Muhibbüddîn-i Taberî, vâlidesinden şu hâdiseyi rivâyet etti: “Şeyh-i Ekber Muhyiddîn-i Arabî hazretleri, bir gün Kâbe-i muazzamada, Kâbe’nin mânâsı hakkında bir vâz veriyordu. İçimden onun söylediklerini inkâr ettim. O gece, mânevî mânâda Kâbe’nin Muhyiddîn-iArabî’nin etrâfında dönerek, onu tavaf ettiğini gördüm.”
Şihâbüddîn Sühreverdî ile Muhyiddîn ibni Arabî yolda karşılaştılar. Bir saat kadar sonra bir şey konuşmadan ayrıldılar. Daha sonra Sühreverdî’ye denildi ki: “İbn-i Arabî hakkında ne dersin?” buyurdu ki: “Hakîkatler deryâsı, kutb-i kebîr ve gavs’dır.”
İbn-i Arabî’ye Sühreverdî’den sorulunca buyurdu ki: “Baştan ayağa kadar sünnet-i seniyye ile doludur.”
“Ruhlar ile nasıl görüşüyorsunuz?” diye sordular. Onlara verdiği cevapta; “Üç şekilde: 1) Rüyâ yoluyla, 2) Onların rûhâniyetlerini dâvet edip görüşerek, 3) Bedenimden rûhumu ayırıp, rûhumla onların yanına giderek” buyurdu.
Muhyiddîn-i Arabî hazretleri kendinden nasîhat isteyen bir kimseye buyurdu ki:
“Ey nefsinin kurtuluşunu isteyen kimse! Herşeyden önce sana lâzım olan, sana kendi ayıb ve kusûrlarını gösterecek, seni nefsine itâattan kurtaracak bir üstâd, hoca lâzımdır. Şâyet böyle bir zâtı aramak için uzak memleketlere gideceksen, sana bâzı nasîhatlerde bulunayım. O zâtı bulduğun zaman, huzûrunda, yıkayıcının elindeki meyyit, ölü gibi ol. Çünkü meyyit, yıkayıcının irâdesine göre hareket eder. Yıkayıcı onu istediği tarafa çevirir. Meyyit, yıkayıcıya aslâ îtirâz etmez.
Sakın hatırına o zâta karşı îtirâz gelmesin. Hâlini ondan gizleme ve onun yerine oturma. Elbisesini giyme. Onun huzûrunda, kölenin, efendisinin huzûrunda oturuşu gibi otur. Sana emrettiği şeyi yap. Sana emrettiği şeyi iyice anla ve iyi öğrenmeden o işin peşinde koşma. Ona bir rüyânı veya başka bir hâlini arz ettiğin zaman, ona cevâbını sorma, ona düşman olandan Allah için uzak dur. O düşman ile berâber olma. Arkadaşlık etme. Hocanı seveni sev ve ona yardımcı ol.
O zâta, hiçbir işinde îtiraz etme. Bunu niçin böyle yaptın? deme. Sana ne iş vermişse yap. Oturduğunda onun senin oturuşundan haberdâr olduğunu unutma. Edebi aslâ terketme. Yolda giderken onun önünde yürüme. Devamlı ona bakma. Çünkü böyle yapmak, hayâyı azaltır, ona karşı hürmeti kalbten çıkarır. Ona olan sevgini, onun emirlerine uyup, yasak ettiklerinden sakınmak sûretiyle göster. O zâta yemek ve yiyecek takdîm ettiğin zaman, diğer lâzım olan şeyler ile berâber önüne bırak, kapının yanında edeble dur. Eğer sana seslenirse cevap ver. Yoksa yemeğini yiyinceye kadar bekle. Yemeğini yiyip sana sofrayı kaldırmanı söylediği zaman hemen kaldır. Sofrada bir şeyler kalıp, senin yemeni emrettiği zaman, îtiraz etmeden ye. Başkasına verme.
O zâtın denemesinden çok sakın ve kork. Çünkü bâzan onlar, talebelerini denerler. Onunla berâber olduğunda pek dikkatli ol. Eğer senden o zâta karşı edebe uymayan bir husus meydana gelip, onun bundan haberi olduğu hâlde, sana müsâmaha gösterdiğini, seni cezâlandırmadığını görürsen, bilki o seni denemektedir. O zât, bulunduğu yerden çıkıp gitmek istediği zaman, gittiği yeri sorma. Ona, işleri hususunda sana görüşünü sormadan, görüş beyân etme. Şâyet seninle istişâre ederse, ona uygun şekilde sana göre de muvâfık olduğunu söyle. Haddizâtında onun seninle meşveret etmesi, senin görüşüne muhtac olduğundan değil, sana olan sevgisindendir.
Böyle bir zâtı aradığın müddet içerisinde, şunlara dikkat et: İlk yapacağın şey; tövbe etmek, üzdüğün kimseleri râzı etmek, üzerinde hakkı bulunanlara haklarını geri vermek, günah ve isyân içerisinde geçen ömrün için ağlamak, ilim ile meşgûl olmaktır. Abdestsiz olma. Abdestini şartlarına uygun al. Abdestin bozulunca, hemen abdest al. Abdest aldığın zaman iki rekat namaz kıl. Cemâatle beş vakit namaza ve evinde nâfile namaza devâm et.
Abdesti en güzel ve şartlarına uygun olarak al. Her hareket ve işine Besmele ile başladığın gibi, abdest almaya da Besmele ile başla. Ellerini, dünyâyı terk etme niyeti ile yıka. Ağzına gelince, ağzı yıkarken okunan duâları oku. Tevâzu ve huşû içerisinde, kibir hâlinden sıyrılmış bir vaziyette burnuna su al. Yüzünü hayâ ederek yıka. Ellerini, dirseklere kadar tevekkül hâli üzere yıka. Başını, kendini alçaltarak, muhtaç kabûl eden kimsenin tavrı ile mesh et. Kulaklarını, en güzel ve doğru sözleri dinlemek için mesh et. Ayağını da Rabbinin nîmetlerini müşâhede etmek için yıka. Sonra Allahü teâlâya hamd ü senâda bulun. Resûlullah’a salâtü selâm oku. Sonra, namaz kılarken, Allahü teâlânın huzûrunda durur gibi dur. Yüzün ile Kâbe-i muazzamaya döndüğün gibi, kalbin ile de Allahü teâlâya dön. Kul olduğunu, Rabbine ibâdet ettiğini düşünerek, hürmetle tekbîr al. Rükû’dan kalkınca, secdede ve diğer bütün hareketlerinde, Allahü teâlânın kudreti ile yaşadığını düşün. Selâm verinceye kadar ve selâm verdikten sonra bu düşünce üzere kal. Evine girdiğin zaman da iki rekat namaz kıl.
Acıkmadıkça yeme. Yemeği doymadan bırak. Fazla su içme. Yemeği ihtiyâcın kadar ye. Yemek yerken, lokmayı ne büyük ne de küçük al. Orta derecede al. Lokmayı ağzına koymadan önce Besmele-i şerîfeyi oku. Lokmayı iyice çiğne, sonra yut. Yemekten sonra Allahü teâlâya hamd ü senâda bulun.”
Muhyiddîn-i Arabî hazretleri velîlik yolundaki yüksek derecesini ifâde ederek buyurdu ki:
“Allahü teâlâ bana öyle nîmetler ihsân etti, bildirdi ki, istersem kıyâmete kadar gelecek bütün velîleri, kutubları, isim ve nesebleriyle bildirebilirim. Fakat bâzıları inkâr ederler de, mânevî kazançlarından kaybederler diye korkuyorum.”
Muhyiddîn-i Arabî hazretleri kendisinden yüzlerce sene sonra ortaya çıkacak olan telgrafın çalışma tekniğini bildirdi.Edison’u (1847-1931) dahi “Üstâdım” demek mecbûriyetinde bıraktı. Fâtih Sultan Mehmed Hanın İstanbul’u fethedeceğini, Yavuz SultanSelîm Hanın Şam’a geleceğini keşf yoluyla haber verdi.
Şeceret-ün-Nu’mâniyye fî Devlet-il-Osmâniyye isimli eserinde; “Sin, Şın’a gelince, Muhyiddîn’in kabri meydana çıkar.” buyurdu. Muhyiddîn-i Arabî hazretleri, Şam’da, kalbi para sevgisiyle dolu bir grup kimseye; “Sizin taptığınız, benim ayağımın altındadır.” dedi. Orada bulunanlar bu sözü anlayamadılar. 1240 (H.638) Rabî’ul-âhir ayının 28. Cumâ günü, yetmiş sekiz yaşında iken Şam’da fânî dünyâdan âhirete irtihâl etti. Sâlihiyye’de defnolundu. Şam halkı, onun büyüklüğünü anlayamadıkları için kabrinin üzerine çöp döktüler. Osmanlı SultânıYavuz Selîm Hân Şam’a geldiğinde; “Sin, Şın’a gelince, Muhyiddîn’in kabri meydana çıkar.” sözünün ne demek olduğunu anladı. Kabrini araştırıp buldurdu. Çöpleri temizleterek, kabrin üzerine güzel bir türbe, yanına bir câmi ve imâret yaptırdı. Ayrıca Muhyiddîn-i Arâbî’nin vefâtından önce ayağını yere vurarak, “Sizin taptığınız, benim ayağımın altındadır” buyurduğu yeri tesbit ettirip, orayı kazdırdı. Orada küp içinde altın çıktı. Bundan, “Siz, Allahü teâlâya değil de, paraya tapıyorsunuz” demek istediği anlaşıldı.
Muhyiddîn-i Arabî hazretlerinin, onu çok seven bir hizmetçisi vardı. Onun vefâtından sonra gece gündüz ağlardı. Bir gece hizmetçinin kapısı açıldı. İçeriye Muhyiddîn-i Arabî sağlığındaki hâliyle girdi. Hizmetçisine; “Ağlamayınız.” diyerek onu teselli etti.
Büyük âlimlerden birisi Kâbe-i muazzamaya gelmiş tavâf ediyordu. O esnâda ihrâmını giymiş bir kimsenin ayağa kalkmadığını gördü ve kendi kendine; “Benim gibi bir âlime hürmet etmemek ne ayıp şey.” dedi. Biraz sonra büyük bir câmide vâz verecekti. Câmi çok kalabalıktı. Bütün cemâat onun vâzını dinlemek için bekliyorlardı. Büyük âlim ağır ağır kürsüye çıktı. Fakat hiçbir şey söyleyemedi. Aklındaki bilgiler o anda silinmişti. Bir an aklı durur gibi oldu. Ter içinde kaldı. “Bugün biraz rahatsızım, konuşamayacağım.” dedi ve kürsüden indi. Evine gidip; “Yâ Rabbî! Ne gibi bir hatâ ettim, ne gibi bir kusûr işledim de bunlar başıma geldi.” diye Allahü teâlâya yalvarıp ağladı. O gece rüyâsında Muhyiddîn-i Arabî’yi gördü. Hatâsının ona karşı olan düşüncesi olduğunu anlayıp pişman oldu. Muhyiddîn-i Arabî’yi aradı fakat bulamadı. Ümitsiz bir halde otururken kapısı çalındı. Gördü ki, Muhyiddîn-i Arabî hazretleri karşısında durmaktadır. “Buyurun.” deyip içeri aldı ve af diledi. Muhyiddîn-i Arabî onun özrünü kabûl etti. Allahü teâlâya onun için duâ etti. O âlim kimsenin ilmi, kendisine iâde olundu.
Muhyiddîn-i Arabî hazretleri her işini Allahü teâlânın rızâsına kavuşmak için yapardı. Allahü teâlânın rızâsına ve mârifet-i İlâhiyyeye kavuşmak için İslâmiyete tam uymak gerektiğini belirtirdi.
“İslâmiyetin emirlerinden bir emri yapmayanın mârifeti sahîh değildir.” buyururdu.
Muhyiddîn-i Arabî; “Ârifin niyeti, maksadı olmaz” buyuruyor. İslâm âlimleri bu cümleyi şöyle açıklamaktadırlar: “Allahü teâlâyı tanıyan kimse, belâdan kurtulmak için bir şeye başvurmaz demektir. Çünkü, derd ve belâların sevgiliden geldiğini, O’nun dileği olduğunu bilmektedir. Dostun gönderdiği şeyden ayrılmak ister mi ve o şeyin geri gitmesini özler mi? Evet duâ ederek, gitmesini söyler. Fakat, duâ etmeğe emr olunduğu için, bu emre uymakdadır. Yoksa, gitmesini hiç istemez. O’ndan gelen her şeyi de sever, hepsi kendine tatlı gelir. Evet, çünkü sevgilinin düşmanlığı, düşmanlar içindir. Dostlarına düşmanlığı, görünüştedir. Bu ise merhametini, acımasını bildirmektedir. Böyle düşman görünmesinin, sevene nice faydaları vardır, bu anlatılmakla bitmez. Bundan başka, dostlarına düşmanlık gibi görünen işler yapması, bunlara inanmıyanları harâb etmekte, onların belâlarına sebeb olmaktadır.”
Şeyh-i Ekber Muhyiddîn-i Arabî hazretleri hadîs ilminde sâhib-i isnâd ve fıkıh ilminde ictihâd makâmında idi. Buyururdu ki: “Peygamber efendimiz; “Hesâba çekilmeden evvel, hesâbınızı görünüz.” emri ile, bâzı meşâyıh, her gün ve her gece yaptıkları işlerden kendilerini hesâba çekiyor. Ben, hesâbda onları geçtim ve işlediklerimle berâber, düşündüklerimde de hesâbımı görüyorum.”
Dört mezhebin âlim ve ârifleri, Muhyiddîn-i Arabî’yi hep medhetmişlerdir. İmâm-ı Şa’rânî El-Yevâkit vel-Cevâhir’inde ondan uzun uzun bahsetmekte, Şeyh Abdülganî Nablüsî ve Ârif-i billah Seyyid Mustafa Bekrî, onun için ayrı birer kitap yazmışlardır. Abdülganî Nablüsî’nin eseri Er-Redd-ül-Metîn alâ Müntakıs-il-Ârif Muhyiddîn, Seyyid Mustafa Bekrî’nin eseri, Es-Süyûf-ül-Haddâd fî A’nâki Ehl-iz-Zendeka vel-İlhâd’dır. Şihâbüddîn Sühreverdî, Şeyhülislâm Zekeriyyâ, İbn-i Hacer Heytemî, Hâfız Süyûtî, Ali bin Meymûn, Celâlüddîn Devânî, Seyyid Abdülkâdir Ayderûsî, İbn-i Kemâl Paşa, Kâmûs sâhibi Necmüddîn Fîrûzâbâdî hep onu medh etmişlerdir.
Osmanlı Devletinin yetiştirdiği âlimlerin en büyüklerinden olan İbn-i Kemâl Paşa hazretleri, İbn-i Arabî hakkında sorulan bir suâle şöyle cevap vermiştir: “Kullarından sâlih âlimler yaratan, bu âlimleri peygamberlerine vâris kılan Allahü teâlâya hamd olsun. Dalâlette olanlara doğru yolu göstermek için gönderilen Muhammed Mustafâ’ya, O’nun Ehl-i beytine ve dînimizin emirlerini tatbikte gayretli olan Eshâbına salât ve selâm olsun. Ey insanlar, biliniz ki; Şeyh-i âzam âriflerin kutbu, muvahhidlerin imâmı, Muhammed bin Ali ibniArabî et-Tâî el-Endülüsî, kâmil bir müctehid, fâzıl bir mürşîd, hayret verici menkıbeler, garip hârikalar sâhibi bir âlimdir. Çok talebesi olup, âlimler, fâzıllar indinde makbûldür. İbn-i Arabî’yi inkâr eden hatâ etmiştir. Hatâsında ısrâr eden sapıtmıştır. Sultânın onu edeblendirmesi ve bu bozuk îtikâddan sakındırması lâzımdır. Zîrâ, Sultan iyiliği emredip, kötülükten sakındırmak ile memurdur ve vazifelidir.
İbn-i Arabî’nin birçok eseri vardır. Füsûs-i Hikem ve Fütûhât-ı Mekkiyye adlı eserlerinin bâzı meseleleri lafz ve mânâ bakımından mâlûm olup, emr-i ilâhîye ve şer’i Nebevî’ye uygun, bâzı meseleleri ise, zâhir ehlinin idrâkinden hafîdir (gizlidir). Bunu ancak ehl-i keşf ve bâtın (gönül ehilleri) bilirler. Meram olan mânâyı anlayamayan kimsenin, bu makamda susması gerekir. Zîrâ Allahü teâlâ, Kur’ân-ı kerîmde meâlen buyuruyor ki: “Hakkında bilgi sâhibi olmadığın bir şeyin ardınca gitme, çünkü kulak, göz ve kalb, bunların hepsi ondan sorumludur” (İsrâ sûresi: 36). Allahü teâlâ doğru yola götürendir.”
İmâm-ı Süyûtî, Tenbîh-ül-Gabî kitabında, Muhyiddin-i Arabî hazretlerinin büyüklüğünü vesîkalarla isbât etmektedir. Ebüssü’ûd Efendi fetvâlarında da, ona dil uzatılamayacağı yazılıdır.
Bununla berâber, îmân, îtikâd ve ibâdet bilgilerine tam vâkıf olmayanların ve tasavvufun inceliklerini iyi bilmeyenlerin, Muhyîddîn-i Arabî’nin kitaplarını okumaları ve sözleri üzerinde düşünmeleri, çok defâ zararlı olmaktadır. Geçmiş asırlardaki velîlerin ve âlimlerin bâzıları da, onun sözlerini anlamakta acze düşmüşler ve yanlış yollar tutmuşlardır. Ayrıca tasavvufta vahdet-i vücûd bilgisi ve mertebesi çok yüksek ve kıymetli olmakla berâber, nihâyetin nihâyeti değildir. Asıl maksad yanında, bu mertebe çok gerilerde kalmaktadır. (Vahdet-i Vücûd ve Muhyiddîn-i Arabî hakkında, İhlâs Holding A.Ş. tarafından yayınlanan Müjdeci Mektuplar ve Seâdet-i Ebediyye kitaplarında geniş bilgiler vardır.)
Muhyiddîn-i Arabî hazretleri, 1230 (H.627) senesinde Şam’da iken, bir gece mânâ âleminde Peygamber efendimizi gördü. Peygamber efendimiz elinde bir kitap tutarak; “Bu Füsûs-ül-Hikemkitabıdır. Bunu al ve insanların faydalanması için muhteviyâtını açıkla.” buyurdu. Muhyiddîn-i Arabî de Sevgili Peygamberimizin mânevî işâretine uyarak, emir ve ilhâm ile, kitabın ihtivâ ettiği hususları ne eksik, ne de fazla yazdı. Bu kitapta kısa bir başlangıç vardır. Ve ismi bildirilen her Peygambere aleyhimüsselâm, bir hikmet verildiği bildirilmiştir. Çok kıymetli bir kitaptır. Sonra gelen âlimler, bu kitabın kırktan fazla şerhini yapmışlardır.
Muhyiddîn-i Arabî hazretleri, evliyâ-i ârifînin en büyüklerinden olduğu gibi, zâhir âlimlerin de büyük imâmlarındandır. Sultan Melik Muzaffer Behâüddîn Gâzî’ye icâzet (diploma) verdiği, Câmiu Kerâmât isimli kitapta bildirilmektedir. Yine aynı kitapta, üstâdlarının isimleri uzun uzun yazılıdır. Bu kitapta, yazdığı eserlerden iki yüz otuz dört tânesinin ismi bildirilmekte, hepsi bu icâzette yazılmış bulunmaktadır. Eserlerinden bâzıları şunlardır: Fütûhât-ı Mekkiyye, Et-Tedbîrât-ül-İlâhiyye, Et-Tenezzülât-ül-Mevsûliyye. El-Ecvibet-ül-Müsekkite an Süâlât-il-Hakîm Tirmizî, Füsûs-ül-Hikem, El-İsrâ ilâ Makâmil Esrâ, Şerhü Hal’in-Na’leyn, Tâc-ür-Resâil, Minhâc-ül-Vesâil, Kitâb-ül-Azamet, Kitâb-ül-Beyân, Kitâb-üt-Tecelliyât, Mefâtîh-ül-Gayb, Kitâb-ül-Hak, Merâtibü Ulûm-il-Vehb, El-İ’lâm bi-İşâreti Ehl-il-İlhâm, El-İbâdet vel-Halvet, El-Medhal ilâ Ma’rifetil-Esmâ, Künhü mâ lâ Büdde Minh, En-Nükabâ, Hilyet-ül-Ebdâl, Esrâr-ül-Halvet, Akîde-i Ehl-i Sünnet, İşârât-ül-Kavleyn, Kitâb-ül-Hüve vel-Ehâdiyyet, El-Celâlet, El-Ezel, Anka-i Mugrib, Hatm-ül-Evliyâ, Eş-Şevâhid, El-Yakîn, Tâc-üt-Terâcim, El-Kutb, Risâlet-ül-İntisâr, El-Hucb, Tercümân-ül-Eşvâk, Ez-Zehâir, Mevâkı-un-Nücûm, Mevâiz-ül-Hasene, Mübeşşirât, El-Celâl vel-Cemâl, Muhâdarât-ül-Ahrâr ve Müsâmerât-ül-Ahyâr. Buhârî, Müslim, Tirmizî’nin eserlerini muhtasar hâle getirmiştir. Sırrü Esmâillah-il-Husnâ, Şifâ-ül-Alîl fî Îzâh-üs-Sebîl, Cilâ-ül-Kulûb, Et-Tahkîk fil-Keşfi an Sırr-is-Sıddîk. El-Vahy, El-Ma’rifet, El-Kadr, El-Vücûd, El-Cennet, El-Kasem, En-Nâr, El-A’râf, Mü’min, Müslim ve Muhsin, El-Arş, El-Vesâil, İ’câz-ül-Lisân fî Tercemetin an-il-Kur’ân”.
KERÂMET VE MENKÎBELERİ
SÖZLERİ DOĞRUDUR
Şeyh-i Ekber Muhyiddîn-i Arabî hazretleri, Hızır aleyhisselâm ile karşılaşmasını şöyle anlatır: “Hocalarımdan Ebü’l-Abbâs hazretleri bir zâtı anlatıyordu. Ben, hocamın bu zât hakkında beslediği hüsn-i zanna hayret etim. O kimsenin bâzı uygun olmayan hareketlerinin olduğunu söyledim. O gün evime giderken, yolda bir kimse ile karşılaştım. O zâtın yüzü nûr ile dolu olup, ayın on dördü gibi parlıyordu. Bana selâm verdikten sonra; “Ey Muhyiddîn! Üstâdın Ebü’l-Abbâs’ın o zât hakkındaki sözleri doğrudur. Onu tasdîk et.” buyurdu. Ben hayret etmiştim. Geriye dönüp hocama durumu anlattım. Bana; “Sana söylediğim sözün doğru olduğunu isbât etmek için Hızır aleyhisselâmdan yardım istedim” buyurdu. Bunun üzerine hocama îtirâz şeklinde hiçbir sözde bulunmayacağıma söz verdim ve tövbe ettim.”
ALLAHÜ TEÂLÂ EMRETMEDİKÇE YAKMAZ
Bir gün sohbetine inkârcı bir felsefeci gelmişti. Bu felsefeci, Peygamberlerin mûcizelerini inkâr ediyor, filozof olduğu için her şeyi felsefe ile çözmeye kalkışıyordu. Soğuk bir kış günüydü. Ortada, içinde ateş bulunan büyük bir mangal vardı. Filozof dedi ki: “Avâmdan insanlar, İbrâhim aleyhisselâmın ateşe atıldığı ve yanmadığı kanâatindedirler. Bu nasıl olur? Zîrâ ateş herşeyi yakar kavurur. Çünkü yakma özelliği vardır.” Devâm edip bir takım sözler söyleyince, Muhyiddîn-i Arabî hazretleri; “Allahü teâlâ, Enbiyâ sûresinin 69. âyet-i kerîmesinde meâlen: “Biz de: Ey ateş İbrâhim’e karşı serin ve selâmet ol! dedik” buyurmaktadır.” dedi. Ortada bulunan mangalı alıp, içindeki ateşi filozofun eteğine döktü ve eliyle iyice karıştırdı. Bu hâli gören filozof donup kalmıştı. Ateşin, elbisesini ve Muhyiddîn-i Arabî hazretlerinin elini yakmadığını ve tekrar mangala doldurduğunu görünce iyice şaşırmıştı. Ateşi tekrar mangalı doldurup, filozofa; “Yaklaş ve ellerini ateşe sok!” deyince, filozof ellerini uzatır uzatmaz, ateşin tesirinden hemen geri çekti. Muhyiddîn-i Arabî bunun üzerine; “Ateşin yakıp yakmaması, Allahü teâlânın dilemesiyledir.” buyurdu. Filozof onun bu kerâmetini görünce, Kelime-i şehâdet getirerek müslüman oldu.
KAZDIĞI KUYUYA DÜŞTÜ
Evi, Muhyiddîn-i Arabî hazretlerinin türbesine çok yakın olan Ahmed Halebî, bizzat gözleriyle gördüğü şu kerâmeti anlattı: “Bir gece yatsı namazından sonraydı. Muhyiddîn-i Arabî hazretlerini kötüleyenlerden biri, elinde bir ateşle türbeye doğru yaklaştı. Maksadı sandukasını yakmaktı. Hemen ateşi atacağı zaman, ateş söndü ve kabr-i şerîfinin yanıbaşında, ayaklarının altında bir çukur açıldı ve adam âniden çukurun içinde kayboldu. Hâne halkı, onun kaybolduğunu anlayınca aramağa çıktılar. Ben durumu kendilerine haber verdim. Gelip gömüldüğü yeri kazmaya başladılar ve başını buldular. Çekip çıkarmak istediler. Fakat bütün uğraşmaları boşuna oldu. Zîrâ, onlar çıkarmağa çalıştıkça, o, durmadan aşağı doğru indi. Kazıldıkça indi ve çıkarmaları mümkün olmadı. Nihâyet kurtaramayacaklarını anladılar. Kazdıkları yeri tekrar toprakla doldurup, yorgun ve perişân bir hâlde, elleri boş olarak bırakıp gittiler.”
BEYİTLER
YAKMAYAN ATEŞ
Muhyiddîn-i Arabî, zamânında bir kişi,
Felsefeyle îzâha, çalışırdı her işi.
Açık mûcizeleri, ederdi o hep inkâr,
Derdi ki: “Bu şeylere, câhiller inanırlar.”
Geldi bir gün bu kişi, Muhyiddîn-i Arabî’ye,
Kapıdan izin alıp ve girdi içeriye,
Soğuk bir kış günüydü, mangal vardı odada,
Şöyle söze başladı, bu filozof orada.
“Bâzı câhil insanlar, şuna inanırlarmış,
Nemrud Halîlullah’ı, bir gün ateşe atmış.
Ve lâkin Halîlullah, yanmamış o ateşte,
Bu işi akıl mantık, kabûl etmiyor işte.
Ateşin özelliği, yakıcıdır muhakkak
Böyle hurâfelere, câhil inanır ancak.”
Üzüldü o velî zât onun bu sözlerinden
Ona cevap olarak, kalktı hemen yerinden,
Ateş dolu mangalı, alarak ellerine,
Boşalttı tamamını, kilimin üzerine.
Karıştırdı eliyle, hem de o ateşleri,
Sonra da avuç avuç, mangala döktü geri.
Bunu gören filozof, şaşırdı hayretinden,
Dedi ki: “Bu gördüğüm, gerçek mi hakîkaten.”
Peşinden buyurdu ki, Muhyiddîn-i Arabî:
“Sok sen de şu ateşe, elini, benim gibi.”
O dahî bir elini, uzatınca ateşe
Ateşin şiddetinden, geri çekti acele.
Çok hayret etmiş idi, o kişi olanlardan,
Muhyiddîn-i Arabî, buyurdu ki o zaman:
“Ateşin özelliği, yakıcıdır ve fakat,
İbrahîm peygamberi, yakmadı, bu hakîkat,
Bıçak da kesicidir, mantığa bakar isek,
Ve fakat İsmâil’i, kesmedi, bu da gerçek.
Sen yanlış biliyorsun, hakîkat işte budur,
Her şey Hak teâlânın, dilemesiyle olur.”
Pişman oldu o kişi, önceki sözlerine,
Şehâdeti söyleyip, girdi İslâm dînine.
KAYNAKLAR
1) Tenbîh-ul-Gabî
2) El-A’lâm; c.6, s.281
3) Mu’cem-ül-Müellifîn; c.11, s.40
4) Lisân-ül-Mizân; c.5, s.311
5) Şezerât-üz-Zeheb; c.5, s.190
6) Kâmûs-ül-A’lâm; c.5, s.4, 233
7) Fevât-ül-Vefeyât; c.3, s.435
8) Zeyl-i Ravdateyn; s.170
9) Câmiu Kerâmât-il-Evliyâ; c.1, s.118
10) Mîzân-ül-İ’tidâl; c.3, s.659
11) Nefehât-ül-Üns; s.621
12) Tabakât-ül-Kübrâ; c.1, s.188
13) Tabakât-ül-Müfessirîn; c.2, s.202
14) Et-Tefsîr vel-Müfessirûn; c.2, s.407
15) Tam İlmihâl Seâdet-i Ebediyye (49. Baskı) s.1122
16) Müjdeci Mektublar-Mektûb; No:100, 131, 200, 220, 234
17) Tabakât-ı Evliyâ; s.469
18) İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; c.9, s.153
NABLÜSÎ
Meşhur Osmanlı âlimi ve kerâmetler sâhibi velî. İsmi, Abdülganî bin İsmâil bin Abdülganî en-Nablüsî ed-Dımeşkî’dir. 1640 (H.1050) senesinde Şam’da doğdu. 1731 (H.1143) senesinde Şam’da vefât etti. Kabri Şamda’dır.
Abdülganî Nablüsî’nin annesi ona hâmile iken, babası İsmâil binAbdülganî İstanbul’a gitmişti. O zaman, Şam’da bulunan evliyâdan Şeyh Mahmûd adında bir zât, İsmâil bin Abdülganî’nin hanımına bir dirhem gümüş hediye gönderip, bir erkek çocuğu olacağını müjdeledi ve; “Bu çocuğun ismini Abdülganî koysun. Çünkü o, Allahü teâlânın ihsânına ve iltifâtına kavuşacaktır.” diye haber verdi.
Şeyh Mahmûd, bu çocuğun doğumundan önce vefât etti. Doğduktan sonra, ona bu zâtın söylediği isim kondu. Babası, küçük yaşta iken ona Kur’ân-ı kerîmi okutup öğretti. 1652 senesinde babası vefât etti. On iki yaşında yetim kaldı. İlim tahsîline ara vermedi. Fıkıh ve usûl-i fıkıh ilimlerini; Hanefî âlimi Şeyh Ahmed-i Ka’îden; nahiv, meânî, beyân ve sarf ilimlerini, Şam’da Şeyh Mahmûd-i Kürdî’den; hadîs ve ona âit ıstılahları, Hanbelî mezhebi âlimlerinden Abdülbâki’den; tefsîr ve nahvi, Şeyh Mahmûd-ı Mehâsinî’den okudu. Bütün bu hocaları, ona icâzet (diploma) verdiler. Ayrıca Necmüddîn-i Gazzî’nin dersine de devâm edip, ondan da icâzet aldı. Bunlardan başka, Şeyh Muhammed bin Ahmed el-Üstüvânî, Şeyh İbrâhim bin Mensûr el-Fettâl, Şeyh Abdülkâdir bin Mustafa es-Safîrî, Şam’daNakîb-ül-eşrâf Seyyid Muhammed bin Kemâleddîn el-Hüseynî el-Hasenî bin Hamza, Şeyh Muhammed el-Aysâvî, Hüseyin bin İskender er-Rûmî, Şerh-ut-Tenvîr kitabının müellifi Şeyh Kemâleddîn-i Arabî ve Muhammed bin Berekât el-Kevâfî gibi pek çok âlimden ders alıp, ilim tahsîl etti. Mısır’daŞeyh Ali Şebrâmelisî de ona icâzet vermişti. Tasavvufta, Kâdiriyye yolunu Seyyid Abdürrezzâk el-Hamevî el-Geylânî’den, Nakşibendiyye yolunu da, Şeyh Ahmed-iYekdest hazretlerinin halîfesi olan Şeyh Saîd el-Belhî’den tâlîm eyledi. Bu iki yolun feyz ve mârifetlerine kavuştu. Evliyâlıkta yüksek derecelere erişti.
Resûlullah efendimizi sallallahü aleyhi ve sellem medheden, öven çok güzel bir şiir yazdığında, bâzıları bu şiirin kendisinin olmadığını iddiâ edip, ona şerh yazmasını teklif ettiler. O da bu teklifi kabûl edip, bir ay içinde bu şiirine bir cild hâlinde çok güzel şerh yazdı. Bundan başka bir şiir daha yazdı. Böyle olan meşgûliyeti bir müddet devâm etti.
Abdülganî Nablüsî hazretleri sabahleyin erkenden Câmi-i Emevî’ye gidip, çeşitli dersler okutur ve ikindiden sonra da Câmi-i Sağîr’de devâm ederdi. Sonra da,İmâm-ı Nevevî’nin, Hadîs-i Erba’în, Ezkârve baŞka eserleri okuturdu. Sonradan bu hâlini terk ederek yedi sene müddetle, Şam’daki Emeviyye Câmii yakınında bulunan evinden dışarı çıkmadı. Evinde, Muhyiddîn-i Arabî’nin veAfifüddîn-i Tilmsânî’nin tasavvufla ilgili eserlerini tetkîk ve mütâlaa etti. Bu yüksek zâtların feyz ve bereketlerine kavuştu. Devamlı ibâdet ve istiğfâr ile meşgûl olunca, kendisini yüksek haller kapladı. Şaşılacak haller içinde kaldı.Zâhirî ve bâtınî ilimlerde çok yükseldi.Rabbinin ihsânları, yağmur gibi üzerine saçıldı.Kalb gözü açıldı, Şamlılardan onun bu hâlini çekemeyenler, aleyhinde uygunsuz sözler söylemeye başlayınca, tekrar ortaya çıkıp, kendisine mürâcaat edenlere kapısını açtı. Yeniden ilim öğretmeye, vâz ve nasîhata, insanlara hak yolu anlatmaya başladı. İkbâli ve şöhreti o kadar yükseldi ki, evi, feyz ve bereketlerine kavuşmak isteyenlerle dolup taştı. Uzaktan ve yakından, bölük bölük insanlar ona geldiler. Herkes ondan ilim öğrenmeye ve makbûl olan duâsından istifâde etmeye çalışıyordu. İlim talebeleri ve tasavvuf yolcuları, onun evini sığınak yapmışlardı.
Abdülganî Nablüsî, 1664 senesinde İstanbul’a gelip, bir müddet burada kaldı ve ders okuttu. 25 yaşlarında iken Bağdât’a gittiği ve orada da kaldığı Kaynaklarda zikredilmektedir. Daha bu yaşlarında, tasavvufta yüksek derecelere kavuşması, onu çok meşhûr etti. Zamânının meşhûr evliyâsını tanımak ve sohbetlerinde bulunmak, bir de önceki evliyânın kabirleri ile mukaddes makamları bulup ziyâret etmek niyeti üzerine birçok yerlere gidip, bilhassa kendi memleketi dâhilinde seyahatler yaptı. 1688 senesinde Bikâ’ya, bir sene sonra Lübnan’a, Kudüs’e ve Halîlurrahmân’a, 1693 senesinde Mısır’a, 1696’da Hicaz ve 1700 senesinde Trablus’a gitti. 1702 senesinde yeniden Şam’a gelerek, eski yeri olan Sâlihiyye’ye yerleşti. Bu ziyâretlerini ve seyahatlerini kitap hâlinde yazdı.
Nablüsî, 1707 senesinde, Şam’daki Selimiyye Câmi-i şerifinde, Şeyh-i Ekber Muhyiddîn-iArabî hazretlerinin mezârİ yanİnda,Beydâvî Tefsîri’ni okutmaya baŞlamİŞtİ. O, kendisini güzel ahlâk, be?enilen sİfatlar ve huylar ile süslemiŞti. Herkese iyilik etmek için elinden geleni yapardı. Torunlarından Kemâlüddîn Muhammed el-Gazzî el-Âmirî, tercüme-i hâlini anlatan müstakil bir kitap yazmıştır.
Ömrü ilim öğrenmek, öğretmek, kitap yazmak, irşad, doğru yolu göstermek ve ibâdetle geçmiştir. 1143 senesinin Şâban ayının on altısında Cumartesi günü ikindi vakti vefât etti. Cenâzesindeki cemâat otuz bin kişiden fazlaydı.
Dedelerinden Şeyh Ebû Ömer, İbn-i Kudâme hazretlerinin Sâlihiyye’de yaptırdığı Medrese-i Ömeriyye yanındaki kütüphânede bir kabir kazılıp oraya defnedildi.
Daha sonra burası torunu Şeyh Mustafa tarafından türbe hâline getirildi.
Yûsuf-i Nebhânî Câmiu Kerâmât-il-Evliyâ adındaki eserinde diyor ki: “Abdülganî Nablüsî hazretleri, Hanefî mezhebi âlimlerinin büyüklerinden, mârifet sâhibi evliyânın meşhurlarındandır. Hârika ve kerâmetler sâhibidir. Sayılamayacak kadar çok kitap yazması en büyük kerâmetidir. Eserlerinin hepsi de güzeldir.”
Abdülganî Nablüsî hazretleri İslâm âleminde en çok kitap yazanlardandİr. Kitaplarİndan yüz seksenden ziyâdesinin ismi, Kâmûs-ül-A’lâm’ın dördüncü cildinin 3081-3083’üncü sahifelerinde,Silk-üd-Dürer, Câmiu Kerâmât, Esmâ-ül- Müellifîn ve Îzâh-ul-Meknûn kitaplarında yazılıdır. Başlıcaları şunlardır: 1) Tahrîr-ul-Hâvî bi-Şerh-i Tefsîr-il-Beydâvî: Üç cildlik bir eserdir. 2) Bevâtın-ül- Kur’ân ve Mevâtın-ül-İrfân: Manzum bir tefsîrdir. 5000 beyt kadardır. 3) Kenz-ül-Hakk-ıl-Mübîn fî Ehâdîs-il-Mürselîn, 4) El-Hadîkat-ün-Nediyye Şerh-ut-Tarîkat-il-Muhammediyye: Birinci cildi İstanbul’da İhlâs Holding A.Ş. tarafından neşredilmiştir. 5) Cevâhir-un-Nüsûs fî Hall-i Kelimât-il-Füsûs liş- Şeyh Muhyiddîn İbn-il-Arabî, 6) Keşf-us-Sirr-ıl-Gâmid fî Şerh-i Dîvân-ı İbn-i Fârıd, 7) Zehr-ul-Hadîka fî Tercemet-i Ricâl-it-Tarîka, 8) Ez-Zıll-ül-Memdûd fî Ma’nâ Vahdet-il-Vücûd, 9) Râihat-ül-Cennet, 10) Miftâh-ul-Ma’iyye fî Şerhir-Risâlet-in-Nakşibendiyye, 11) El-Cevâb-üt-Tam an Hakîkat-il-Kelâm, 12) Envâr-üs-Sülûk fî Esrâr-il-Mülûk, 13) El-Fütûhât-ül-Medeniyye-fil- Hadarât-il-Muhammediyye, 14) El-Feth-ul-Mekkî vel-Lemh-ul-Melîki, 15) El-Hâmil fil-Mülk vel-Mahmûl fil-Felek fil Ahlâk-ın Nübüvveti ver-Risâleti vel-Hilâfeti vel-Mülk. Şam matbaasında ilk basılan eserdir. 16) Keşf-ün-Nûr an Eshâb-il-Kubûr; İstanbul’da İhlâs Holding A.Ş. tarafından neşredilmiştir. 17) El-Kavl-ül-Âsım fî Kırâet-i Hafs, Bu eserini, “Kaf” kâfiyesi üzerine nazm hâlinde yazmış ve bu nazmı şerh etmiştir. 18) Ta’tîr-ul-Enâm fî Ta’bîr-il-Menâm, 19) Kitâb-ül-Metâlib-il-Vefiyye Şerh-ül-Ferâid-is-Seniyye, 20) Cevâbü Sü’âlin Verede min Taraf-i Batrik-in-Nasârâ, 21) Vesâil-üt-Tahkîk fî Fedâil-it- Tedkîk; İlmî mektuplardır. 22) Hülâsat-üt-Tahkîk fî Beyâni Hükm-it-Taklîd vet-Telfik İhlâs Holding A.Ş. tarafından neşredilmiştir. Mezheblerin birleştirilmeyeceğini ve bir mezhebe uymanın lâzım olduğunu bildirmektedir. 23) Es-Sulhü Beyn-el-İhvân fî Hükmi İbâheti Şürb-id-Duhân; Bu eserinde tütünün mübah olduğunu delîllerle isbât etmektedir. Bu kitap, Süleymâniye ve Nûr-ı Osmâniye kütüphânelerinde mevcuttur.
KERÂMET VE MENKÎBELERİ
İLK LÂZIM OLAN ŞEY
Abdülganî Nablüsî hazretleri buyurdu ki: “Ehl-i sünnet îtikâdını, farzları ve haramları öğrenmek farzdır. Bunları öğretmek, kendine lâzım olandan başka fıkıh bilgilerini öğrenmek ve Kur’ân-ı kerîmin tefsîrini ve hadîs ilmini öğrenmek farz-ı kifâyedir. Fıkıh bilgileri, Kur’ân-ı kerîmden ve hadîs-i şerîflerden öğrenilmesi farz olan bilgilerdir. Fıkıh kitabı okuyan mukallidler, âyetten ve hadîsden hüküm çıkarmak ihtiyâcından kurtulur. Farz-ı kifâye olanları bilen, yapan var iken, bunları öğrenmek müstehâb olur. Bunları yapmak nâfile ibâdet olur. Namaz kılacak kadar Kur’ân-ı kerîm ezberleyen kimsenin, boş zamanlarında daha çok ezberlemesi, nâfile namaz kılmasından daha çok sevâb olur. İbâdetlerinde ve günlük işlerinde lâzım olan fıkıh bilgilerini öğrenmesi ise, bundan daha çok sevâb olur. Lüzûmundan fazla fıkıh bilgilerini öğrenmek de, nâfile ibâdetlerden daha sevâbdır. Lüzûmundan fazla fıkıh bilgisi öğrenirken, tasavvuf bilgilerini ve hakîmlerin yâni Allahü teâlâya ârif olanların sözlerini ve hayatlarını öğrenmesi de müstehâb olur. Bunları okumak, kalbde ihlâsı arttırır. Derin âlimler, fıkıh bilgilerini, âyet-i kerîmelerden ve hadîs-i şerîflerden çıkarmışlardır. Bunlar, ancak fıkıh kitaplarından ve fıkıh âlimlerinden öğrenilir.”
KAYNAKLAR
1) Mu’cem-ül-Müellifîn; c.5, s.271
2) Silk-üd-Dürer; c.3, s.30-38
3) Acâib-ül-Âsâr; c.1, s.154
4) Esmâ-ül-Müellifîn; c.1, s.590
5) Târihu Âdâb-ıLügat-il-Arab; c.3, s.348
6) El-A’lâm; c.4, s.32
7) Sefînet-ül-Evliyâ; c.1, s.94
8) Câmiu Kerâmât-il-Evliyâ; c.2, s.85
9) Kâmûs-ul-A’lâm; c.4, s.3080, 3083
10) Tabakât-ül-Usûliyyîn; c.3, s.125
11) Tam İlmihâl Seâdet-iEbediyye; (49. Baskı) s.1040
12) Rehber Ansiklopedisi; c.1, s.24
13) Îzâh-ul-Meknûn; c.1, s.8, 9, 13, 19, 20
14) Fâideli Bilgiler; (6. Baskı) s.163
15) Kıyâmet ve Âhiret; (5. Baskı) s.191
16) Herkese Lâzım Olan Îmân; (10. Baskı) s.48
17) Brockelmann Sup-2, s.473
18) İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; c.17, s.146
NEVEVÎ
Şâfiî âlimlerinin büyüklerinden. İsmi Yahyâ bin Şeref, lakabı Muhyiddîn, künyesi Ebû Zekeriyyâ’dır. 1233 (H.631)de Muharrem ayında, Şam’ın güneyindeki Nevâ kasabasında doğdu. Doğduğu yere nisbetle Nevevî denmiştir. 1277 (H.676) yılının Receb ayında vefât etti.
Babası anlattı: “Oğlum yedi yaşına basmıştı. Ramazân-ı şerîfin yirmi yedinci gecesi yatağında uyuyordu. Biz bu geceyi ihyâ etmek için Kur’ân-ı kerîm okuyorduk. Oğlum gece yarısına doğru uyandı ve; “Babacığım! Evimizi dolduran bu nûr nedir?” diye sordu. Biz hiçbir şey göremiyorduk. O zaman anladım ki, bu gece Kadir gecesidir, oğlum ileride Allahü teâlânın sevdiği kullarından olacaktır.”
Muhyiddîn Ebû Zekeriyyâ Yahyâ’yı, babası küçük yaşta Kur’ân-ı kerîm öğrenmesi için mektebe gönderdi. Kısa zamanda Kur’ân-ı kerîmi ezberledi.
Büyük âlimlerden Muhammed Zerkeşî anlatır: “Nevevî’ye Kur’ân-ı kerîm öğreten zâta gittim. Ona tavsiyelerde bulundum ve; “Bu çocuğun ileride zamânın en büyük âlimi ve dünyâya hiç gönül bağlamayan bir zâhid olacağını, bunun sebebiyle pekçok kimselerin hidâyete, doğru yola kavuşacağını ümid ediyorum.” dedim. Bunun üzerine hocası bana; “Nereden biliyorsun, sen müneccim misin?” diye sordu. Ben de; “Hayır. Ancak Allahü teâlâ beni böyle konuşturuyor. Konuşana değil, konuşturana ve söylenilene bak.” dedim. Bunu babasına da söyledim ki, iyi yetiştirsin.”
Tasavvuf yolundaki hocası Yâsîn bin Yûsuf anlatır: “Yahyâ bin Şeref’i, on yaşında iken Nevâ’da gördüm. Çocuklar onu, kendileriyle berâber oyun oynamaya zorluyordu. O ise çocuklardan kaçıyor ve ağlıyordu. Bu hâlde Kur’ân-ı kerîm okumaya devâm ediyordu. Onun bu hâlini görünce, kalbime sevgisi düştü, onu çok sevdim. Babasının bir dükkanı vardı. Nevevî de dükkanda dururdu. Alış-veriş onu Kur’ân-ı kerîm okumaktan hiçbir zaman alıkoymazdı.”
Nevevî on dokuz yaşına gelince, babası onu Şam’daki Revâhiyye Medresesine tahsîle gönderdi. Önce tıp dersleri gördü, sonra tamâmiyle din dersleri üzerinde çalıştı. Şâfiî mezhebinin temel kitaplarından olan El-Tenbîh’i ve Mühezzeb’in dörtte birini dört buçuk ayda ezberledi. Kemâleddîn Sellâr Erbilî, İzzeddîn Ömer Erbilî, Kemâleddîn İshâk bin Ahmed hazretlerinin derslerine devâm etti. Onlardan fıkıh ilmini öğrendi. İzzeddîn Ömer Erbilî’ye çok hizmet etti. Onun abdest ibriğinin suyunu doldururdu. Her gün hocalarından on iki ayrı ilim okurdu.
Usûl, nahiv, lügat ve benzeri ilimlerin inceliklerine vâkıf oldu. Hadîs ilmini; Hâfız Zeyn Hâlid Nablûsî, Radî bin Bürkân, İbn-i Abdüddâim, Ebû Muhammed İsmâil bin Ebî Yusr ve birçok âlimden öğrendi. Kısa zamanda ilimde devrinin en büyük âlimlerinden oldu. Kısa süren ömründe, insanlığın saâdeti için pekçok kitap yazdı. Şâfiî mezhebini kayda geçirdi. Kendisinden; Şeyh el-Mizzî, Ebü’l-Hasan Attâr ve pekçok âlim ilim tahsîl ettiler.
İmâm-ı Nevevî hazretleri, geçinmede kanâat üzere olup, nefsî ve dünyevî arzu ve isteklerden vaz geçmişti. Allahü teâlâdan çok korkardı. Doğru konuşur, yerinde söyler, geceleri ibâdet ve tâat ile geçirirdi. İlim tahsîlinde gayretli olup, sâlih ameller yapmakta sabrı çoktu. Şam halkının yediği şeylerden yemez, memleketinden, anne babasının yanından getirdiği, tam helâl olduğunu bildiği şeyleri yemekle kanâat ederdi. Yirmi dört saatte bir defâ, yatsıdan sonra yemek yerdi. Yine günde bir defâ, sahur vaktinde su içerdi. O diyârın âdeti olan kar suyu içme âdetini yapmazdı. Bekârdı. Hiç evlenmedi. Geceleri uyumaz, ibâdet eder ve kitap yazardı. Devlet reislerine, vâlilere ve diğerlerine emr-i mârûf ve nehy-i münker ederdi. Allahü teâlânın emirlerini bildirir, yasaklarından sakınmak lâzım olduğunu anlatırdı. Bu işte hiç müdâhene etmez, gevşeklik göstermezdi. İki kere hacca gitti. 1266 senesinde, Dâr-i Hadîs-i Eşrefiyye’de ders verdi. Vefâtına kadar bu vazîfesinin karşılığında oradan hiç para almadı. Mübârek sakalında birkaç tâne beyaz kıl vardı. Üzerinde sekîne ve vakar hâli herkes tarafından görünürdü.
Aynı zamanda evliyâ-i kirâmın büyüklerindendir. Çok kerâmetleri görülmüştür.
Bâzı keşf sâhipleri, İmâm-ı Nevevî için; “Kutb olmayınca, ölmedi.” demişlerdir. Gâibden ses işitmek, kilitli kapıyı açmak ve benzeri çok kerâmetleri görülmüştür. Bir defâsında duvar yarılmış, çok güzel bir şahıs içeri girmiş, dünyâ ve âhiret işleri, evliyâ ile birlikte bulunması hakkında ona çok şeyler söylemiştir.
Bir gün İbn-i Nakîb, Nevevî’ye geldi. İmâm-ı Nevevî; “Ey Kâdı’l-kudât, otur!” dedi. Biraz sonra İbn-i Nakîb’i Kâdı’l-kudât tâyin ettiler.
Bârizî, Nevevî’yi rüyâda görüp; “Dâimî oruç için ne dersiniz?” diye sordu. İmâm-ı Nevevî; “Âlimlerin bunda on iki kavli vardır.” buyurdu. Uyanınca, bir sene bu meseleyi inceledi. Nevevî’nin dediği gibi buldu.
Ebü’l-Hasan Şam’da nekris hastalığından yatıyordu. Nevevî ziyâretine gitti. Yanına oturup, sabırdan konuşmaya başladı. Konuştukça hastanın ağrıları azar azar geçti. Yanından kalkınca hiçbir şeyi kalmadı.
Ömrünün sonlarına doğru, üzerinde olan emânetleri sâhiplerine verdi, borçlarını ödedi. Kitaplarını kütüphâneye verdi. Nevâ’da doğduğu evde günlerce hasta yattı. 1277 (H.676) yılının Receb ayında vefât etti. Türbesi ziyâret edilmekte, âşıkları mübârek rûhundan feyz almaktadır.
Pekçok âlim, İmâm-ı Nevevî hakkında; “Asrının kutublarından idi. Haramlardan şiddetle kaçar, şüpheli korkusuyla mübahların çoğunu terk eder, dünyâya hiç meyletmezdi. İlimde her sözü birer vesîka, senetti. Eshâb-ı kirâmın yoluna tam olarak uyan, Ehl-i sünnet îtikâdını yaymak için hayâtı boyunca çalışan mübârek bir zâttı.” dediler.
İmâm-ı Sübkî anlatır: Babam 1341 yılında Dâr-i Hadîs-i Eşrefiyye’de ders okutuyordu. Geceleri salona çıkar, teheccüd namazı kılardı. Zaman zaman yüzünü halılara sürer; “Buraya İmâm-ı Nevevî hazretlerinin mübârek ayakları değmiştir. Bu halılara âşık olmamın, hayran kalmamın ve yüzümün en şerefli yerlerini bu yaygılara sürmemin sebebi budur.” derdi.
Yazdığı eserlerin sayısı çoktur. Okuyanlar pekçok istifâde etmektedirler. Eserlerinden bâzİlarİ Şunlardİr: Ravda, fıkıh ile ilgilidir. Riyâz-üs-Sâlihîn, hadîs üzerinedir. Hadîs-i şerîflerin şerhi hakkında, Şerh-i Sahîh-i Müslim’i vardır. Hadîs ricâlinin isimlerini harf sırası ile bildiren Tehzîb-ül-Esmâ adlı büyük bir kitabı vardır. Lügat-üt-Tenbîh, Tıbyân, Minhâc gibi eserleri de vardır.
KERÂMET VE MENKÎBELERİ
DİŞLERİNİ GÖSTERDİLER
Şam vâlisi, Câmi-i Emevî Kütüphânesindeki kitapları, İran’a nakletmek istediği zaman, Nevevî hazretleri ona mâni oldu. Vâli, onu iknâ etmek istedi. Vâlinin evinde halı olarak kullanılan kaplan ve yırtıcı hayvan derileri vardı. Nevevî onlara işâret etti. Allah’ın kudreti ile dirilip, vâliye dişlerini gösterdiler. Vâli ve yanındakiler oradan kaçtılar. Sonra vâli, İmâm-ı Nevevî hazretlerinden özür diledi ve elini öptü.
SULTANA NASÎHAT
İmâm-ı Nevevî, Baybars’a yazdığı bir mektupta şöyle buyurdu:
“Bismillâhirrahmânirrahîm. Allahü teâlâya hamdolsun. Efendimiz Muhammed aleyhisselâma ve âline salât ve selâm olsun. Abdullah Muhyiddîn Nevevî’den Sultan Zâhir’e. Dînin hizmetçileri olan ulemâ daha önce size bir mektup yazmışlardı. Cevâbınız sert oldu. Gelen mektupta cihâd, dînî hükmünden ayrı olarak bildirilmektedir. Allahü teâlâ ihtiyaç hâsıl olunca, emir sâhiplerinin yanında lüzumlu îzâhlarda bulunmayı vâcib kıldı ve Âl-i İmrân sûresi yüz seksen yedinci âyet-i kerîmesinde meâlen Şöylebuyurdu: “Vaktiyle Allahü teâlâ, kendilerine kitâb verilenlerden şöyle temînât almıştı; “Celâlim hakkı için, kitâblarımda olanı, muhakkak insanlara açıklayıp anlatacaksınız, onu gizlemeyeceksiniz.” Onlar ise söz ve temînâtı sırtlarının arkasına attılar. Böylece karşılığında biraz para aldılar. Bu ne kötü alış veriştir!..” Bu sebeple bize bu hususta bir açıklamada bulunmak vâcib olup, susmak haramdır.
Mektûbunuzda, cihâdın askere mahsus olmadığı ifâde edilmektedir. Evet öyledir. Fakat cihâd farz-ı kifâyedir. Sultanın ordusu vardır. Onların beytülmâldan muayyen bir yiyecek tahsîsâtı vardır. Bu sebeple savaştan geri kalan halk ise, gerek kendilerinin, gerek sultanın, gerekse asker ve diğerlerinin faydasına olan, herkesin muhtaç olduğu zirâat, sanat ve başka işlerle meşgûl olmaktadır.
İşte askerin ihtiyâcı beytülmâldan ayrılan tahsîsât ile temin edilmektedir. Beytülmalda kâfi miktarda para ve mal varken, halktan bir şey almak helâl değildir. Böyle olduğunda bütün İslâm âlemindeki ulemâ ittifak hâlindedir. Hamdolsun beytülmâlın para ve mala ihtiyâcı yoktur. Durum böyle olunca, cihâd ve başka zamanlarda Allahü teâlâdan yardım istenir. Resûlullah’ın sünnet-i seniyyesine ve dînin emirlerine uyulur.
Önceki ve bu mektupta yazdıklarımızın hepsi, hem size, hem de halka nasîhattır. Bu nasîhatlerde kınanacak hiçbir şey yoktur. Halka yumuşak muâmelede bulunmayı, şefkat göstermeyi, Ehl-i sünnet yolunu ve Resûlullah’a tâbi olmayı sevdiğinizi bildiğimiz için, size bu nasîhatleri yaptık.
Bizim nasîhatimiz sebebiyle, halkı ve ulemâyı tehdit etmenize gelince, böyle şeyler sizin adâlet ve hilminize muvâfık değildir. Müslümanların zayıfları ve güçsüzleri, sultana nasîhatten başka ne yapabilir. Halbuki, onlar nasıl nasîhat edileceğini de bilmemektedirler.
Şahsıma gelince, gerek tehdid ve gerekse tehdidin de ötesinde her hangi bir durum, Allahü teâlânın izni ile, bana zarar vermez ve nasîhatten alıkoymaz. Çünkü ben ve benim durumumda olanlar, sultana nasîhat etmemizin vâcib olduğuna inanıyoruz. Bir vâcibi îfâ ederken, başıma gelecek şey, Allahü teâlânın katında benim için hayırlıdır. Resûlulah sallallahü aleyhi ve sellem nerede olursak olalım, hakkı söylememizi, Allahü teâlânın rızâsı yolunda kınayanın kınamasından korkmamamızı emretmiştir. Biz, dünyâ ve âhirette size faydalı olacak işleri yaparak devamlı hayırlara vesîle olup, kıyâmete kadar hayırla yâdedilmenizi, bu sebeple ebediyyen Cennet’te kalmanızı istiyoruz. Allahü teâlânın selâmı, rahmeti ve bereketleri Peygamber efendimiz üzerine olsun!..”
KAYNAKLAR
1) Tabakât-üş-Şâfiîyye; c.8, s.395
2) El-A’lâm; c.8, s.145
3) Tabakât-ül-Huffâz; s.510
4) Tezkiret-ül-Huffâz; c.4, s.1470
5) El-Bidâye ven-Nihâye; c.13, s.278
6) Şezerât-üz-Zeheb; c.5, s.354
7) Miftâh-üs-Se’âde; c.2, s.146
8) Mu’cem-ül-Müellifîn; c.13, s.202
9) Esmâ-ül-Müellifîn; c.2, s.524
10) Tam İlmihâl Seâdet-i Ebediyye; (49. Baskı) s.1129
11) İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; c.9, s.200
12) İslâm Târihi Ansiklopedisi; c.8, s.130
ÖMER BİN ABDÜLAZÎZ
Tâbiînin büyüklerinden. Adâleti, insâfı ve güzel ahlâkı ile meşhur sekizinci Emevî halîfesi. Hazret-i Ömer’in oğlunun torunu. İsmi Ömer bin Abdülazîz, künyesi Ebû Hafs’tır. 679 (H.60) târihinde Medîne’de doğdu. 720 (H.101) târihinde kölesi tarafından zehirlenerek şehîd edildi. Cenâzesi Şam yakınlarındaki Hunasi’den alınıp Humus yakınlarındaki Deyr es-Sim’an denilen yere defnedildi. Kabr-i şerîfi ziyâret mahallidir.
Hazret-i Ömer, halîfeliği zamânında bir gece Medîne’de kol gezerken sabaha karşı bir evden, bir kadının kızına; “Süte su koy!” dediğini işitti. Kızın da; “Emîr-ül-Müminîn hazret-i Ömer süte su katmayı yasak etti.” cevâbını verdiğini ve annesinin; “Emîr-ül-Müminîn nereden bilecek.” demesi üzerine de; “O görmüyorsa Allahü teâlâ görüyor.” dediğini işitti. Hazret-i Ömer bu hâdise üzerine o kızı araştırıp, oğlu Âsım’a nikâh etti. Âsım’ın bundan bir kızı oldu, bundan da Ömer bin Abdülazîz hazretleri dünyâya geldi.
Babası Abdülazîz bin Mervân, adâlet, insâf ve diyânet sâhibi biriydi. Mısır vâliliğine tâyin edilince, oğlunu da berâberinde götürdü. Ömer bin Abdülazîz, orada mükemmel bir İslâm terbiyesi ile büyütülüp, yetiştirildi. İlim tahsîli için Medîne’ye gönderildi. Enes bin Mâlik, Abdullah bin Câfer-i Tayyâr, Saîd bin Müseyyib ile devrin başka âlim ve büyüklerinden ders aldı. Onların sohbetinde bulunup, kendilerinden hadîs-i şerîf dinledi.
Babası Abdülazîz bin Mervân 705 târihinde vefât edince amcası halife Abdülmelik onu Şam’a getirdi ve kızı Fâtıma’yı ona nikâhladı. Ömer bin Abdülazîz çok nîmet ve servete sâhipti. Yaratılışındaki cömertlik ve mürüvvetini bütün insanlara saçıyordu. Gâyet fazîletli, âlim, âdil ve eşine pek az rastlanan bir insandı. Halife Velîd bin Abdülmelik devrinde 706 Rebîulevvel ayında Haremeyn, Mekke ve Medîne vâliliğine tâyin edildi. Bu vazifesini yürütmek üzere Medîne’ye gidip, oranın büyük âlimlerinden on kişi topladı. Meclisteki âlimlere; “Ey kardeşlerim. Ben Haremeyn’in vâliliğine değil, hizmetçiliğine tâyin olundum. Asıl mesleğimin adâlet yolundan ayrılmamak olduğunu bilmenizi isterim. Bunun için söz veririm. Gerek zorbalık yapanın, gerekse buna sebep olanın, yolsuzluk yapanın ve doğru yoldan ayrılanın yaptıklarını bana haber vermezseniz bunun mesûliyyeti size âittir. Sizi ancak bana müşâvir ve muâvin olmak üzere çağırdım. Kendi reyimle bir iş görmek istemem. Her hususta sizinle müşâvere yapacağım. Ayrıca memurlarımın da ahâliye iyi hizmet etmeleri için onları teftiş ederek, bana yardımcı olacaksınız.” dedi. Bu âlimler de onun bu isteklerinden memnun olup, dâimâ yardımcı oldular. Hicazlılar; idâresinden, adâletinden çok memnundular.
Enes bin Mâlik hazretleri onun hakkında: “İmâmlık yapmakta Resûlullah efendimize, Ömer bin Abdülazîz’den daha çok benzeyen kimse görmedim.” buyurdu.
Ünü her tarafa yayıldı. Pek çok kimse, kendi memleketini terk edip, Hicaz’a geldi. Mescid-i Nebî’yi genişletmeye ve esaslı bir tâmiratını yaptırmaya başladı. Genişletmede Mescid-i Nebî’nin dört duvarı da yıkılıp, doğu tarafındaki zevcât-ı tâhirât odaları mescide katıldı. Hücre-i seâdetin dört duvarı yıkılıp, temelden yontma taşlarla yeniden yapıldı. Temel açılırken hazreti Ömer’in bir ayağı görüldü. Hiç çürümemişti. Hücrenin etrafına ikinci bir duvar daha yapıldı. Hiç kapısı olmayan bu duvar beş köşeliydi. Duvarlar, direkler ve tavan altın ile süslendi. İlk olarak mihrâb ve dört minâre yaptırdı. Bu iş üç sene sürdü. Ömer bin Abdülazîz 711 senesine kadar Haremeyn vâliliği yaptı. Halîfe Süleyman bin Abdülmelik iki oğlu olmasına rağmen ahidnâme yazıp, mühürleterek Ömer bin Abdülazîz’i kendisine halef gösterdi. Bunu veziri Recâ’ya verdi.
Halîfe Abdülmelik’in 717 târihinde vefâtı ile vezîri Recâ emirleri toplayıp mühürlü ahidnâmeyi açarak okudu. Ömer bin Abdülazîz hazretleri ahidnâmede kendi ismi okunduğu zaman şaşırıp kaldı. İstifâ isteğinde bulunduysa da kabûl edilmedi. Emirler, Ömer bin Abdülazîz’in İslâm halîfeliğine bîat ettiler. Vezir Recâ, halîfenin koluna girip, mimbere çıkardı. Ömer bin Abdülazîz cenâb-ı Hakk’a hamd ve senâdan sonra; “Ey insanlar! Bizimle berâber olacak kimsede şu beş şartı istiyorum. Bunlar: Bize hâlini bildiremeyecek olan halkımın hâlini anlatmak, hayırlı işlerde bize yardım ve hayra delâlet eylemek, kimse hakkında gıybet etmemek ve boş şeyler ile meşgûl olmamak. Bunlar yoksa bize yaklaşmasın.” dedi. Böylece ikinci halîfe hazret-i Ömer bin Hattâb’ın yolunda olarak işe başladı. Ömer bin Abdülazîz’in hâllerini anlatmak için şâirler ve hatîbler hutbeler okudular. Onun medh ve senâsını dillerde dolaştırdılar. Zâhidler ve fakihler dahi; “Biz bu zâtın sözüne aykırı fiilini görmedikçe ondan ayrılmayız.” dediler.
Reyyâh bin Ubeyde anlatır: “Ömer bin Abdülazîz hazretleri Medîne’de vâli iken bir gün koluna girdiği zayıf bir ihtiyarla birlikte gördüm. Bu ihtiyarın onun yanında böyle durmasına hayret ettim. Sonra Ömer bin Abdülazîz’in yanına gidip ona; “Allahü teâlâ sana iyilikler versin. Yanınızdaki elinizden tutan ihtiyar kimdi?” dedim. Bunun üzerine bana; “Ey Reyyâh! Bu kardeşim Hızır aleyhisselâmdır. Bana ileride âdil bir idâreci olacağımı haber vermeye gelmiş.” diye cevap verdi.”
Ömer bin Abdülazîz halîfe olduktan sonra hilâfet konağına götürülmek üzere alay atları getirdiklerinde; “Bunlar ne?” dedi. “Hilâfete mahsus bineklerdir.” cevâbını işitince; “Kendi atım, benim hâlime daha muvâfıktır.” diyerek saltanat bineklerini geri çevirip, kendi hayvanına bindi. Hilâfet otağına gitmeyip; “Hilâfet otağında Süleyman’ın âilesi var. Ben onların rahatsız olmalarını uygun görmem. Onlar yerleşinceye kadar, benim kıl çadırım bana yeter!” buyurdu. Bu sözleri, insafı ve ahlâkî büyüklüğünü ne güzel ifâde etmektedir. Evine gitti. Âzâdlı kölesi, onun pek kederli ve düşünceli olduğunu görünce: Bu hâlinizin sebebi nedir? diye sordu. Cevâbında buyurdu ki: “Doğudan batıya kadar olan Ümmet-i Muhammed’in hukukunu yerine getirme vazifesi bana verildi. Bundan büyük endişe edecek şey olur mu?” Daha sonra hanımı ve amcasının kızı olan Fâtıma binti Abdülmelik’i yanına çağırıp, buyurdu ki: “Eğer benimle birlikte yaşamak istersen ziynet ve mücevherlerini beytülmâle bırak. Zirâ onlar senin yanında iken ben seninle berâber olamam.” Fâtıma, bütün ziynet ve mücevherlerini beytülmale verdi. Fâtıma’nın bu davranışı, Peygamber efendimizin kızı hazreti Fâtıma gibi mânevî süsler ve rûhî meziyetler ile yaşamaya karar verdiğini göstermekteydi. Ömer bin Abdülazîz’in elli bin altını vardı, hepsini dağıttı. Bir elbisesi kaldı. Câriyelerine de; “Serbestsiniz. İsteyeniniz olursa, âzâd ederim. Benden bir talepte bulunmamak şartı ile kalmak isteyen varsa kalabilir. Çünkü verilen vazife beni sizinle meşgûl olmaktan alıkoyuyor.” buyurdu. Hepsi ağladılar, üzüldüler. Hanımı Fâtıma’yı dahi serbest bıraktı. O da üzülüp ağladı. Efendisinden ayrılmadı.
Ömer bin Abdülazîz halîfe olduğu sene Medîne-i münevverede bulunan, oğlu Abdülmelik’e şöyle yazdı: “Şahsımdan sonra kendisine nasîhatte bulunup, gözetip, muhafaza etmek mecbûriyetinde olduğum, ilk insan sensin. Hamd, Allahü teâlâya mahsustur. Allahü teâlâ bize çok lütuf ve ihsânda bulundu. O’ndan, ihsân ettiği nîmetlere karşı şükür yapabilme kuvveti vermesini dileriz. Allahü teâlânın babana ve sana olan lütfunu hatırla. Kendine, gençliğine ve sıhhatine dikkat et. Eğer hamd (Elhamdülillah), tesbîh (Sübhânallah), tehlil (Lâ ilâhe illallah) diyerek, dilini zikirle meşgûl edebilirsen bunu yap.”
Ömer bin Abdülazîz hazretleri hilâfet makâmına geçtiği gün, zamanının tanınmış fıkıh âlimlerinden Sâlim bin Abdullah, Recâ bin Hayve ve Muhammed bin Ka’b Kurazî’yi dâvet edip, onlara; “Halk her ne kadar bir nîmet olarak görüyorsa da ben bu halîfelik makâmını; taşıyamayacağım bir yük ve çok ağır bir mesûliyet olarak görüyorum. Bu yükün altına girdim. Benim için çâre ve tedbir olarak nasîhatleriniz nedir?” diye sordu. Onlardan biri dedi ki: “Yârın kıyâmet günü kurtulmak istersen müslümanların ihtiyarlarını baban, gençlerini kardeşin ve küçüklerini evlâdın bil. O zaman bütün müslümanlara, kendi evindeki, ana-baba, kardeş ve evlâdın gibi muâmele etmiş olursun.” Ömer bin Abdülazîz, halîfe olunca, üzerine aldığı mesûliyetin ağırlığından dolayı iki ay müddetle üzüntü ve keder içinde kaldı. Millet ve memleket işlerini adâletle idâre etmekte ve hak sâhiplerine haklarını iâde etmekte çok hassas davranıyor, kendisini hiç düşünmüyordu.
Ömer bin Abdülazîz, yakın dostu hazret-i Sâlim’e; “Kardeşim Sâlim! Allahü teâlâ beni halîfelik ile imtihan ediyor. Yemin ederim ki, kurtulamıyacağımdan korkuyorum. Bana, dedem hazret-i Ömer’in mektuplarını, hayâtı hakkında bilinenleri, müslümanlara ve gayr-i müslimlere olan hükümlerini bildir. Hazret-i Ömer’i kendime nümûne kabûl ettim. Ona göre hareket edeceğim.” dedi.
Halîfeliği zamanında yaptığı bütün işlerde gözleri önüne kıyâmet gününü getirirdi; halkının haklarını lâyıkıyla yerine getirememekten çok korkuyordu. Halîfeliğini adâlet ile yürütüp, Hulefâ-i Râşidîn’in (Dört büyük halîfe) yolundan ayrılmadı. Önemli memuriyetlere dirâyetli ve âdil bildiklerini tâyin etti.
Müslim ve gayr-i müslim tebeasına çok âdil davranıp, yaptığı işlerde adâleti yaygınlaştırdı. Ehl-i Beyte dil uzatanların çirkin hareket ve sözlerine mâni olup, son verdi. Ehl-i Beyte çok saygı gösterir ve yardım ederdi. Hazret-i Muâviye’nin vefâtından sonra, hutbelerde Ehl-i Beyte lânet okumak âdet olmuştu. Halîfe olunca, ilk iş olarak bu âdeti kaldırdı. Ehl-i Beyte karşı çok saygılıydı. Onlara devamlı yardım ederdi. Peygamberimizin vakıf ettiklerinden, Fedek bahçesini tekrar Ehl-i Beytten Muhammed Bâkır’a iâde etti. Toprak hukûku ve mâliye alanlarında Peygamber efendimizin emirlerini yerine getirdi. Müslüman olan gayr-i müslimlerden cizye vergisini kaldırdı. Her tarafta müslüman olanların sayısı arttı. Doğuda ve batıda milyonlarca gayr-i müslim, müslüman oldu. İslâm orduları doğu ve batıda fetihlere girişti. Malatya şehri, Rumlar’dan yüz bin esir karşılığı satın alındı. Preneler aşılıp Fransa’ya girildi. Narbonne ele geçirildi. Burada güçlü üsler kuruldu. Afrika’da bütün Berberîler onun zamanında müslüman oldu. Mûsevî, hıristiyan ve ateşperestlere gösterdiği yapıcı siyâset karşısında, onların arasında İslâmiyet geniş ölçüde yayıldı. Müslüman ve gayr-i müslim bütün tebeası tarafından sevildi. Hak ve adâletin yayılmasında ve zulmün kalkmasında çok hizmet etti. Zamanında kurt ile kuzu berâber yaşadı.
Devrinin âlim ve velîlerinden Mâlik bin Dinâr hazretleri anlatır: “Ömer bin Abdülazîz halîfe olduğunda bir çobanın şöyle dediği işitildi: “Acaba bu temiz, âdil halîfe kimdir?” Çobana; “Böyle olduğunu nereden anladın?” diye sorulduğunda; vazîfesi dağ bayır demeyip koyun otlatan, çeşitli yırtıcı hayvanların tehlikesini pek iyi bilen çoban, sâfiyetle bulduğu teşhisiyle şu cevâbı verdi: “Âdil bir halîfe başa geçince, kurtlar kuzulara saldırmaz. Oradan anladım.”
Halîfe Ömer bin Abdülazîz hazretleri her gün âlimleri çağırır, onlarla ölüm ve kıyâmet hâllerinden konuşurlardı. Konuşmalar onlara o kadar tesir ederdi ki, sanki içlerinden biri vefât etmiş gibi ağlarlardı.
Ömer bin Abdülazîz hazretleri Allahü teâlânın emir ve yasaklarını yerine getirmede ve halka bildirmede çok dikkatliydi. Onun devrinde halk dahi ibâdet ve tâat yoluna girdi. Meclislerinde: Bu gece ne okudun? Kur’ân-ı kerîmden kaç âyet ezberledin? Bu ay kaç gün oruç tuttun? gibi sözler söylenmeye başlandı.
Ömer bin Abdülazîz hazretleri dîne sokulan bid’atleri ortadan kaldırıp, unutulmuş sünnetleri meydana çıkarmaya çalıştı.
Hadîs-i şerîfleri toplatıp, kitap hâline getirdi. Mezhepler hakkında; “Eshâb-ı kirâmın ictihadları farklı olmasaydı, dinde ruhsat, kolaylık olmazdı.” buyurdu. Hazret-i Ali ile ictihad ayrılığından muharebe edenler için buyurdu ki: “Allahü teâlâ, ellerimizi bu kanlara bulaşmaktan koruduğu gibi, biz de dilimizi tutup, bulaştırmayalım!” İmâm-ı Şâfiî hazretleri de böyle söylemiştir.
Ömer bin Abdülazîz hazretleri Evzâî’ye yazdığı bir mektubunda; “Biliniz ki, ölümü çok hatırlayan kimse, az bir dünyâlık ile iktifâ eder, konuştuğu kelimelerin hesâbını vereceğini düşünen çok az konuşur, ancak lüzumlu sözleri söyler.” buyurdu. Yine buyurdu ki: “Kendimi överim korkusu ile bir çok sözleri söylemekten kaçınırım.”
Meymûn bin Mihran anlatır: “Ömer bin Abdülazîz ile berâber bir kabristana uğradık. O, kabirleri görünce ağladı. “Ey Meymûn! Şu gördüğün kabristanda yatanlar, babalarım Emevîlerdir. Bunların hepsi gelip geçtiler. Lâkin şimdi sanki dünyâya hiç gelmemişler, dünyâ lezzetlerini hiç tatmamışlardır. Şu anda toprak altında yatıyorlar ve cesetlerini kurtlar yemektedir…” Hem böyle söylüyor, hem de ağlamaya devam ediyordu. Sonra buyurdu ki: “Vallahi burada, kimin azâbda olduğunu, kimin Allahü teâlânın azâbından emin olduğunu bilemiyorum.”
Ömer bin Abdülazîz hazretleri yine buyurdu ki: “Geçen gece ölüleri düşündüm. En samîmi bir dostun ölse, onu üç gün sonra mezarında görsen, oradan kaçarsın. Orada dolaşan kurt ve böcekleri, akan irinleri, pis kokular arasında kurtların kendisini nasıl parçaladığını, kefeninin bozulduğunu, vücûdunun pis hâle geldiğini görüp kendisinden nefret ederdin.” Bunları söyledikten sonra bayılıp düştü.
Âlimlerden birisi Ömer bin Abdülazîz’i ziyâret etti. Çok ibâdet etmekten yüzünde ve rengindeki değişikliği görerek; “Bu ne hâldir?” dedi. Ömer bin Abdülazîz “Sen beni ölümümden bir kaç gün sonra mezarımda ziyâret etsen, gözlerimin çıkıp, yanaklarımın üzerine akdığını, dudaklarımın dişlerimi kapayamadığını, ağzımın açık kalıp oradan irin ve cerahatin akmakta olduğunu, karnımın şişip göğsümün üzerine geldiğini, bağırsaklarımın döküldüğünü, burun deliklerinden irin ve kurtların çıktığını görmekle şimdi gördüğünden çok daha feci bir manzara ile karşılaşırdın.” dedi.
Halîfeliğinde, yanına bir heyet gelmişti. Heyetten bir genç nutuk söylemeye başladı. Bunun üzerine; “Sen dur, yaşlınız konuşsun.” diyerek genci uyarmak istedi. Genç: “Ey Emir-ül-müminîn! İş yaşa göre ise, müslümanların içinde senden daha yaşlı olanlar yok mu?” deyince; “Konuş bakalım.” diyerek gence söz verdi. Genç; “Biz senden bir şey isteyen ve senden korkan bir heyet değiliz. Bir şey istemiyoruz. Çünkü lütuf ve ihsânınız o kadar çok ki, bu bize kadar ulaşmıştır. Senden korkmuyoruz. Çünkü adâletin bizi korkmaktan emin kılmıştır.” dedi. “Siz kimsiniz?” deyince, “Teşekkür heyetiyiz. Teşekkür edip geri dönmek için geldik.” dedi.
Yezîd-i Rakkâşî, Ömer bin Abdülazîz’in huzûruna geldi. Ömer bin Abdülazîz, Rakkâşi’ye; “Bana nasîhat et.” dedi. O da “Ey müslümanların emîri! Senden önceki halîfeler öldüğü gibi sen de öleceksin.” dedi. Ömer bin Abdülazîz bunu duyunca ağladı ve “Devam et.” dedi. Yezîd-i Rakkâşî: “Âdem aleyhisselâmdan sana gelinceye kadar hiç bir baban hayatta değildir. Hepsi vefât ettiler.” dedi. Ömer bin Abdülazîz ağlıyarak, yine “Devam et” dedi. Yezîd-i Rakkaşî; “Öldükten sonra Cennet ile Cehennem’den başka gidilecek yer yoktur.” dedi. Halîfe Ömer, bunu duyunca düşüp bayıldı.
Ömer bin Abdülazîz hazretlerinin yanına birisi gelerek; “Falanca kimse, sizin için şöyle, şöyle söylüyor.” dedi. Ömer bin Abdülazîz; “İstersen bu işi araştıralım. Eğer yalancı isen, Hucurât sûresinin altıncı âyet-i kerîmesinin hükmüne göre; söylediğin yanlış ise, Kalem sûresi on birinci âyet-i kerîmesinin hükmüne göre mesûl olursun. Her iki hâlde de mesûl olursun. İstersen üçüncü hâli tercih edip, seni affedelim ve bu meseleyi kapatalım.” dedi. Bunun üzerine o kimse tövbe edip, bir daha böyle bir şey yapmam dedi.
Bir kimse, Ömer bin Abdülazîz hazretlerine gelip, birinin kendisine zulmettiğini söyledi. Gelen kimseye; “O kimseden hakkını almış olarak, Allahü teâlânın huzûruna gitmektense, o kimsede hakkın olarak Allahü teâlânın huzûruna gitmen daha iyidir.” buyurdu.
Bir Cuma namazını kıldırdıktan sonra, insanların arasında oturdu. Sırtındaki elbisenin iki tarafı da yamalı idi. Birisi kendisine; “Ey müminlerin emîri! İmkânlarınız var. Daha kıymetli elbise giyseniz olmaz mı?” dedi. Ömer bin Abdülazîz hazretleri bir müddet düşündü ve başını kaldırıp; “Varlıklı halde iken iktisad etmek ve hakkını almaya gücü yettiği halde affetmek, hakkını helâl etmek çok makbûl ve çok fazîletlidir” buyurdu.
Ömer bin Abdülazîz hazretleri bir sarhoşu gördü. Onu yakalayıp cezâlandırmak istedi. Ama sarhoş, ona hakâret etti. O da sarhoşu bıraktı. Cezâlandırmaktan vaz geçti. “Niçin, size hakâret edince bıraktınız?” dediler. Buna cevâben; “O hakâret etmekle beni öfkelendirdi. Eğer ona cezâ verseydim, kendim için cezâ vermiş olurdum, kendi şahsım için bir müslümanı cezâlandıramam.” buyurdu.
Kendisine Allahü teâlâ kimleri çok sever diye sordukta o; “Allahü teâlâ şu üç kimseyi çok sever: 1) Gücü yettiği halde affedeni, 2) Hiddetli ânında öfkesine hâkim olanı, 3) Allahü teâlânın kullarına şefkatli olanı.” buyurdu.
İnsanlara olduğu gibi hayvanlara da merhametliydi. Bir katırı vardı. Bunu pazarda çalıştırır, gelen parayla da ihtiyaçlarını temin ederdi. Katırı çalıştıran işçisi, bir gün normalden fazla para getirince: “Neden böyle fazla para geldi?” dedi. “Pazar kalabalık ve bereketliydi.” cevâbına karşılık; “Hayır, böyle değil. Sen katırı çok çalıştırıp, yordun. Katırı, üç gün dinlendir.” emrini verdi.
Bir gün hanımına; “Bir dirhemin var mı? Biraz üzüm alalım.” dedi. Hanımı; “Senin gibi bir Sultanın bir dirhemi olmazsa, benim olur mu.” deyince, hanımına; “Doğru söylüyorsun ey Fâtıma! Fakat böyle olması, Cehennem’de kızgın zincirleri boğazımda taşımaktan iyidir.” dedi.
Ömer bin Abdülazîz hazretleri, oğlunun bin dirheme bir yüzük taşı satın aldığını haber aldı. Hemen bir mektup yazarak, o yüzük taşını satmasını ve bin kişinin karnını doyurmasını emretti. Ayrıca iki dirhemlik bir yüzük kullanmasını ve yüzüğün üzerine; “Allahü teâlâ haddini bilene merhamet eylesin.” diye yazmasını istedi.
Bir gün etrafındakiler Ömer bin Abdülazîz’e; “İnsanların en ahmağı kimdir.” diye sorunca; “Âhiretini dünyâ için satan, ahmaktır, âhiretini başkasının dünyâsı için satan daha da ahmaktır.” buyurdu.
Ömer bin Abdülazîz hazretleri, hutbe okurken kalbine ucb (kendini beğenmek) hâli gelirse hutbeyi yarıda keser, yazı yazarken olursa o kâğıdı yırtardı ve; “Allah’ım nefsimin şerrinden sana sığınırım.” derdi.
Ömer bin Abdülazîz hazretleri bir gece namaz kİldİ. Namazda; “Boyunlarİnda demirden halkalar ve zincirler bulundu?u zaman, bu vaziyette sİcak suyun içinde sürüklenecekler, sonra ateŞte yakİlacaklar.” meâlindeki (Mü’min sûresi: 71-72) âyet-i kerîmelerini okudu. Namazdan sonra bu âyet-i kerîmeyi tekrar tekrar okudu ve çok a?ladİ.
Yer altında bir mahzeni vardı. Gece olunca oraya iner, boynuna demir bağlardı. Sabaha kadar böylece, Allahü teâlânın korkusuyla göz yaşı döker ve O’na yalvarırdı.
Ömer bin Abdülazîz hazretleri akrabâlarından birisine gönderdiği bir mektupta şunları yazdı: “Eğer gece ve gündüzünde ölümü hatırlamağı şiâr edinmek istersen fânî ve geçici olana rağbet etmeyip, bâkî ve devamlı olana yönel. Vesselâm.”
Ömer bin Abdülazîz, Şam’da, bir mimber üzerinde hutbe okudu. Allahü teâlâya hamd ve senâdan sonra üç şey söyledi. “Ey insanlar! İçinizi, kalblerinizi düzeltirseniz, zâhiriniz, dışınız da iyi olur. Âzâlarınız, gözünüz, kulağınız, elleriniz, ayaklarınız, hayır işler, Allahü teâlânın beğendiği şeylerle meşgûl olur. Âhiretiniz için sâlih ameller işleyiniz. Böylece dünyânızı da korumuş olursunuz. Hazret-i Âdem’den îtibâren, kendisine kadar bütün dedeleri ölüp gitmiş olan kimse de bir gün ölecektir.”
Ömer bin Abdülazîz başka birisine yazdığı mektubunda; “İmdi, sana Allahü teâlâdan korkmayı, Allahü teâlânın sana ihsân ettiği şeylerle, âhirete hazırlanmayı tavsiye ederim. Sen sanki ölümü tatmış, ölümden sonra olan şeyleri görür gibi amel yap. Günler ve geceler, süratle gidiyorlar. Ömür her gün noksanlaşıyor. Ecel ise yaklaşıyor. Kötü amellerimizden dolayı Allahü teâlâdan af ve magfiret dileriz. Günahlarımızdan ve bu yüzden bize gazab etmesinden O’na sığınırız.”
Ömer bin Abdülazîz hazretleri, veliahd Yezîd bin Abdülmelik’e şöyle yazdı: “Bismillâhirrahmânirrahîm. Müminlerin emîri Ömer bin Abdülazîz’den, Yezîd bin Abdülmelik’e. Sana selâm eder ve sana kendisinden başka ilâh olmayan Allahü teâlâya hamdimi bildiririm. Ben hastayım. Ağrı ve sızıya tutuldum. Buna rağmen üzerime aldığım işlerden mesûlüm. Allahü teâlâ yarın beni bunlardan hesâba çekecek, orada yaptıklarımı gizleyemeyeceğim. Eğer Rabbim, benden râzı olursa, ancak orada zelîl ve hakîr olmaktan kurtulurum. Bir de râzı olmazsa, yazık bana. O zaman benim hâlim nasıl olur. Allahü teâlâ bizi, yüce rahmetiyle Cehennem’den muhafaza buyurup, rızâsına kavuştursun. Bu bakımdan sana Allahü teâlâdan korkmanı, haram kıldığı şeylerden sakınmayı tavsiye ederim. İnsanlar hakkında Allahü teâlâdan kork, zulüm ve haksızlıktan uzak dur.
En güzel söz, Allahü teâlâya hamdetmek (Elhamdülillah demek) ve O’nu anmaktır. Kim Cennet’i seviyorsa, Cehennem’den kaçar. Şimdi ecel gelmeden, ameller sona ermeden, Allahü teâlâ insanları ve cinleri hesâba çekmek için huzûruna getirmeden önce, tövbeyi fırsat bilmeli ve af ve magfirete kavuşmayı kazanç bilmelidir. Kıyâmette, hesap gününde, mâzeret kabûl edilmez. O zaman bütün gizli şeyler ortaya çıkarılır. Herkes kendi başının çâresini arar. İnsanlar, amelleriyle gelirler. Herkesin amellerine göre durumu ayrı ayrıdır. O gün, dünyâda Allahü teâlâ ve Resûlünün emirlerine uyup, yasaklarından uzak kalmış olanlara ne mutlu! Dünyâda Allahü teâlâya isyân ederek âhirete göçenlere o gün çok yazık! Onların o gün çok acınacak hâlleri var. Allahü teâlâ seni, zenginliklerle imtihan ederse, onda orta yolu tut. Onu Allahü teâlânın rızâsına uygun yerlere sarfet, ondan fakirleri de faydalandır. Allahü teâlânın emri olan zekâtını ver. Sakın övünme! Kendini beğenme! Kendini başkalarından üstün görme!” dedi.
Bir vâlisine şöyle yazdı: “Ellerini müslümanların kanından, mideni malından, dilini ırzından uzak tut! Böyle yaparsan sana zeval yoktur.”
“Namaz, seni yolun yarısına getirir, oruç, tam Melik’in kapısına iletir. Sadaka da, Melik’in huzûruna çıkarır.”
“Allahü teâlâ bir kuluna verdiği nîmeti alıp da karşılığında sabrı nasîb ederse, nîmete mukabil verdiği (sabır), o nîmetten daha efdaldir (kıymetlidir).”
“Ölümü çok hatırla. Eğer geçim rahatlığı içindeysen bu sana darlık, ürperti getirecek; geçim darlığı içindeysen genişlik, ferahlık kazandıracak.”
“Siz seferdesiniz. Yüklerinizin bağlarını bu diyârın dışında bir yerde çözeceksiniz. Siz, üzerinden çağlar geçmiş bir kökün dallarısınız. Kökleri yok olup gitmiş bir dalın hayâtından ne çıkar?”
“Ey insanlar! Allahü teâlâ mahlûkları yarattı ve onları uyuttu. Sonra onları uykularından uyandırıp, diriltecek. Her biri ya Cennet’e, ya Cehennem’e sevk edilecek. Allah’a yemîn ederim ki, biz eğer bu hakîkati tasdik etmiş isek, buna uygun yaşamadığımız için ahmağız. Eğer bu gerçeği inkâr ediyor isek, o takdirde hepimiz helâkteyiz.”
“Her yolculuğun kendine has bir azığı, hazırlığı vardır. Âhiret yolculuğu için de takvâyı azık edinin. Allahü teâlânın vereceği nîmetleri görmüş gibi sevinin ve vereceği cezâyı, azâbı da görmüş gibi korkunuz. Tûl-i emele kapılmayın, zîrâ tûl-i emel, bitmeyen istek, hiç ölmeyecekmiş gibi dünyâya dalmak kalbinizi katılaştırır, düşmanınız olan şeytanın eline düşersiniz… Dünyâya aldanmış nice insanlar gördük. Huzur ve saâdet, ancak Allah’ın azâbından emin olanlar içindir. Neşe ve sevinç de kıyâmetin zorluğunu anlatanlar içindir. Kıyâmet günü zengin, fakir herkesin ameli meydana çıkar ve hesap verirken öyle bir müşkilât ile karşılaşırsınız ki, eğer yıldızlar bununla karşılaşsa kararıp dökülür, dağlar, dayanmaz erirdi. Cennet ve Cehennem’den başka bir yer bulunmadığını ve bunlardan birine mutlâka gideceğinizi de biliyorsunuz. O halde ona göre hazırlanın…”
“Allah’tan korkun ve aşırı şakadan kaçının; zîrâ aşırı şaka, kin tutmağa, kin de kötülüklere sebeb olur.”
Ömer bin Abdülazîz yanındaki toplulukla berâber bir cenâzeyi defnetmişlerdi. Herkes gitmiş, fakat Ömer bin Abdülazîz bâzı yakınları ile berâber orada kalmıştı. Yanındakiler ona: “Ey müminlerin emîri! Sen bu cenâzenin sâhibi misin de, burada kaldın. Halbuki falanca cenâzeleri için böyle beklememiştin” dediler. Ömer bin Abdülazîz onlara şöyle cevap verdi: “Kabir bana arkamdan şöyle seslendi: “Ey Ömer bin Abdülazîz! Dostlarını ne yaptığımı hiç sormuyorsun.” dedi. Ben de; “Söyle ne yaptın.” dedim. Bana; “Onların kefenlerini yırttım, vücutlarını parçaladım. Kanlarını emdim. Etlerini yedim.” dedi. Tekrâr şöyle seslendi: “Ey Ömer bin Abdülazîz! Bana o dostlarının mafsallarını ne yaptığımı hiç sormuyorsun.” deyince, ona, “Ne yaptın?” diye sordum. Bana, “Onların ellerini kollarından ayırdım. Kollarını, pazularından, pazularını omuzlarından, kalçalarını uyluklarından, uyluklarını dizlerinden, dizlerini ökçelerinden, ökçelerini ayaklarından ayırdım.” dedi. Kabirden bu sözleri naklettikten sonra, Ömer bin Abdülazîz ağlamaya başladı ve şöyle buyurdu: “Dünyâ ne kadar aldatıcı. Dünyâda üstün ve kıymetli, makam ve mevki sâhibi olmak, hiç fayda vermiyor. Genç olan ihtiyarlıyor. Her canlı sonunda ölüyor. Geçici ve aldatıcı olduğunu bildiğiniz halde sakın dünyâ lezzetleri ve zevkleri sizi aldatmasın. Birkaç günlük dünyâ hayatındaki geçici lezzetlere sarılıp, âhireti unutan, aldanmıştır. Hani, nerede bizden önce bu dünyâda yaşıyanlar. Hani onlar, büyük ve modern şehirler kurmuşlardı. Büyük ve derin kanallar kazmışlar ve barajlar yapmışlardı. Onlar, bir göz açıp kapama denecek kadar, az bir müddet dünyâda kaldılar. Burada, sıhhatlerine güç ve kuvvetlerine aldandılar. Bu yüzden günahlar işlediler. Halbuki, herkes onlara mallarının çokluğundan dolayı, keşke, onun serveti gibi bizim de olsa diyorlardı. Şimdi onların hâli ne oldu. Toprak onların bedenlerini yedi. Kemikleri kurtlara azık oldu. Fakat onlar, dünyâda iken, kuvvetli bir âile içerisinde idi. Evleri, güzel eşyâlarla döşeli ve hizmetçileri vardı. Herkes kendisine ikrâmda bulunuyor, âciz kaldığı işlerde kendisine yardımcı oluyorlardı.”
Kabir yine Ömer bin Abdülazîz’e şöyle dedi: “Sen, kabirlere uğradığın zaman, dünyâda iken zengin olanlara, zenginliğinizden ne kaldı, fakirlere de fakirliğinizden ne kaldı diye sor. Yine onlara, dünyâda kendileriyle güzel güzel konuştukları dillerini sor. Ne oldu o konuşan dillere? Niçin susuyorlar? O dünyâ güzelliklerini kendileriyle seyrettikleri gözlerine de sor. Niçin şimdi bakmıyorlar? Hani nerede o nâzik tenleri, nerede o güzel yüzleri. Bu çukurun kurtları onlara ne yaptı. Hani burada yatanların o güzelim renkleri. Etlerine ne oldu. Niçin o yüzler toprak olmuş. Nerede o güzellikler. İşte onların uzuvları tamamen ortaya çıkmış, paramparça olmuş. Halbuki dünyâda güzel bir hayatları vardı. Dünyâya dalıp, sâlih amel yapmadılar. Âhireti unuttular. Onun için hazırlık yapmadılar. Fakat, ölüm kendilerini yakalayıverdi. Dostlarından ayrıldılar. Buraya şu sessiz sedâsız, yere geldiler. Vücûdları çürüdü. Başları boyunlarından ayrıldı, âzâları parça parça oldu. Gözbebekleri yanaklarına akıp gitti. Ağızları kan ve irinle doldu. Haşereler, kurtlar, böcekler, bedenleri üzerinde gezer oldu. Bir müddet sonra, kemikleri de çürüdü. Onlar, dünyâdaki rahatlıklarını bırakıp, bu dar yere geldiler. Arkalarında bıraktıkları hanımları başkalarıyla evlendi. Çocukları yetim kaldı. Yollarda, şurada burada kimsesiz, sâhipsiz dolaşır oldu.
Öyleyse, ey yarın bu kabirlerin sâkini olacak insan! Seni şu fânî dünyâda aldatan nedir? Sen dünyâda devamlı kalacağını mı sanıyorsun? Elinde bir senedin var mı? Görmüyor musun, ölüm her gün birisine geliyor! Yoksa susuzluktan, terlere boğan o korkudan sana rahatlık ve teselli veren bir şey mi var? Keşke sen o sert toprak üzerindeki hâlini bilseydin!
Ey insan! Rüyâda çeşit çeşit lezzetlere ve zevklere kavuşan bir insan gibi, dünyânın şu geçici faydalarıyla seviniyor, küçük ve basit işlerle uğraşıyorsun. Ey aldanma içerisinde bulunan insan! Gündüzün yanılma ve gaflet, gecen uyku içinde geçiyor. Sonunda pişman olacağın işleri yapıyorsun. Hayvanlar da dünyâda böyle yaşar.”
Ömer bin Abdülazîz hazretleri oradan ayrılıp gitti. Aradan bir Cumâ geçti ve vefât etti.
Ömer bin Abdülazîz’in sulh, sükûn idâresini çekemeyenler vardı. Bunlar, ehl-i bid’atten Hâricîler ve menfaatı zedelenenlerdi. Halîfenin hayâtına kıymak için çâreler aradılar. Nihâyet hizmetçi kölesini bin altınla kandırarak, bu mübârek zâtı zehirlettiler. Ömer bin Abdülazîz zehirlendiğini anlayınca kölesini çağırdı. “Ben sana bir fenâlık yapmadığım hâlde bu ihâneti bana niçin yaptın. Doğru söyle, seni affedeyim.” deyince; köle, yaptığı bu çirkin harekete pek pişman olup, üzüldü. Ağlayarak yerlere kapandı, yalvararak: “Yâ Emir-el-müminîn! Bana bin altın vermek sûretiyle bu ihâneti yaptırdılar.” dedi. Halîfe altınları getirterek, devlet hazînesine gönderdi. Köleyi affetti. Hasta hâlindeyken, kayın birâderi Mesleme ibni Abdülmelik ziyâretine geldi. Ömer bin Abdülazîz’in üzerinde bir gömlek vardı. Kızkardeşi Fâtıma’ya; “Emir-ül-müminînin elbisesini yıkayınız.” dedi. Tekrar geldiğinde gömleğin yıkanmamış olduğunu görüp kardeşi Fâtıma’ya; “Ben size gömleği yıkayınız, demedim mi?” deyince, bütün tebeasının hayat seviyesini yükseltip, iki buçuk yıl bile sürmeyen hilâfetinin sonunda yirmi beş yıl zekât verilecek kimse bulunamamış olmasına rağmen, aldığı cevap hayret vericidir: O zaman kendisine; “Vallahi başka gömleği yok ki, onu giydirelim de, bunu yıkayalım.” cevâbı verildi.
Yine yakınları; “Beytülmâldan âilene bir şeyler vasiyet et, senden sonra onlar sıkıntıya düşmemeli.” dediler. Cevâbı akıllara durgunluk verecek ve tüyleri ürpertecek kadar müthiş oldu: “Çocuklarım şu iki tip insanlardan birisi olacaktır: İyi, sâlih insan veya kötü şerîr insan. Sâlih insan olurlarsa, Kur’ân-ı kerîmin A’raf sûresi, yüz doksan altıncı âyet-i kerîmesinde meâlen; “Ey Resûlüm! MüŞriklere de ki; size karŞİ benim yardİmcİm, Kur’ân-İ kerîmi indiren Allah’tİr ve O bütün sâlihlere de yardİmcİdİr.” buyurulan âyeti yetişir. Kötü insan olurlarsa, o takdirde ben onları, günah işlemeleri için güçlendiremem. Çocuklarına dönerek: “Evlatlarım! İki ihtimâl var. Ya sizi zengin edeceğim; o takdirde babanız Cehennem’i boylayacak. Yâhut da fakir kalacaksınız; babanız Cennet’e gidecek. Babanızın Cennet’e girmesi şartıyla fakir kalmayı yâhud da, onun Cehennem’i boylaması şartıyla zengin olmayı tercih edin. Şimdi yanımdan ayrılın ve benden sonra sakın beytülmâl mesûllerini tâciz etmeyin. Şunu iyi bilin ki, size verilmesini vasiyet ettiğim para mikdârı sadece yirmi bir dinârdır.”
Ömer bin Abdülazîz hazretlerinin hastalığı ağırlaşınca tabib çağırdılar. Tabib; “Bu zehir içmiştir. Hayâtı hakkında teminât veremem.” dedi. Halîfe; “Sâde bana değil, zehir içmemiş olanların hayatı hakkında da teminat verme!” buyurdu. Tabib; “Zehir içtiğinin farkında mısın?” dedi. Halîfe; “Evet, mîdeme inince anladım.” buyurdu. Tabib; “Tedâviye hemen başlıyalım.” dedi. Ömer bin Abdülazîz; “Hayır. İlacı, kulağımın arkasında olsa uzanıp onu almam. Rabbime kavuşmam, benim için daha güzeldir.” buyurdu. Ölüm döşeğinde, bir ara ağlamaya başladı. “Niçin ağlıyorsun. Allahü teâlânın yardımı ile nice sünnetleri ihyâ ettin. Adâletin ise çok yüksekti.” dediler. Bunlara cevâben buyurdu ki: “Ben, Allahü teâlânın huzûruna bütün milletin hesâbını vermek üzere çıkacak değil miyim? Herkese âdil olarak davranabildiğimden emin değilim. Yaptığım kusurlar da ayrı. Tabiî ki ben bundan dolayı korkuyorum ve ağlıyorum.” Bir ara; “Beni oturtun.” buyurdu. Oturttular. “Allah’ım, ben o kimseyim ki, bana emirlik verdin. Ben kusur ettim. Yanlış işleri yapmaktan beni nehyettin. Ben ise isyân ettim.” diye üç defa söyledi. Sonra da:
“Lâ ilâhe illallah. İbâdete lâyık olan ancak Allahü teâlâdır” dedi ve başını göklere çevirip dikkatle baktı ve; “Ben öyle kimseleri görüyorum ki onlar ne insan ne de cindir.” dedi ve biraz sonra rûhunu teslim etti.
Vefâtından önce şöyle vasiyet etti: “Ey Meymûn bin Mihrân! Velid mezara konduğunda oradaydım. Yüzünü açıp baktım, yüzü simsiyahtı. Ben de mezara konduğum zaman yüzümü açıp bakınız.” Vefât edince vasiyeti gereği yüzünü açıp baktılar, yüzü en genç günlerinden daha parlak, daha aydınlık ve güzeldi.
Ömer bin Abdülazîz beyaz, ince ve nâzik yüzlü, zaîf, güzel sakallı, tatlı ve sevimli idi. Halîfe olmadan önce çok gürbüz iken, halîfeliğinde çok zayıfladı.
Vefât edince, zamânın âlimleri tâziyede bulunmak için hanımının yanına gittiler. Halîfenin vefâtıyla müslümanların büyük kayba uğradığını ve bu sebeple üzüntülerinin çok fazla olduğunu bildirdiler ve hanımına; “Ömer bin Abdülazîz hazretleri hakkında bize mâlumât ver. Çünkü onu en fazla tanıyan sizsiniz.” dediler. O mübârek hâtun şöyle anlattı: “O da sizin gibi ibâdet ederdi. Lâkin bir hususiyeti vardı. O da, Allah korkusunun çok fazla olmasıydı. Öyle ki, Allah korkusundan onun kadar titreyen birini daha görmedim. O her şeyini, insanlara hizmette harcadı. Halkın ihtiyaçlarını karşılamak, sıkıntılarını gidermek için bütün gün vazîfesi başında kalırdı. Akşam olduğu halde, bâzı kimselerin işleri bitmezse, gece de devam ederdi. Eve girince, kendini namazgâhına atar, durmadan ağlardı. Gözleri şişerdi. Sonra baygın düşerdi. Her geceki hâli buydu. Bir gece, halkın ihtiyaçlarını, işlerini bitirdi. Sonra kendi şahsî malından olan kandili istedi. Sonra iki rekat namaz kıldı. Namazdan sonra elini çenesine dayayıp tefekküre daldı. Göz yaşları yanaklarından akıyordu. Sabaha kadar bu şekilde ağladı. Şafak sökünce oruca niyet etti. Kendisine; “Ey müminlerin emîri! Sizde bir hâl var. Sizi bu geceki gibi hiç görmemiştim.” dedim. Bana; “Ben düşünüyorum ki, bu milletin beyazına siyahına halîfe oldum. Fakir, garib, kanâatkâr kendi hâlindeki biçâreleri, muhtaçları, zorla tutulan esirleri, memleketin dört köşesindeki nice dertli ve kederlileri düşünüyorum ve anlıyorum ki, Allahü teâlâ onların hepsinin hesâbını benden soracak ve Muhammed aleyhisselâm da onların lehine ve benim aleyhime şâhidlik yapacak. Bu hâlde olan birinin sonunun ne olacağını düşünüyorum ve çok korkuyorum.” cevâbını verdi.
Ömer bin Abdülazîz hazretlerinin vefâtından sonra Halîfe Zeyd ibni Melik, Fâtıma binti Abdülmelik’in beytülmaldeki ziynet ve mücevherlerini iâde etmek isteyince, Fâtıma; “Vallahi kabûl etmem. Ben Ömer’e sağlığında itâat edip de, vefâtından sonra isyân etmem.” diyerek sadâkatini ifâde etti.
Ömer bin Abdülazîz’in vefâtına bütün tebeası üzüldü. Cenâzesi arkasında ağlayan bir râhibe; “Bu kimse senin dîninde değildi. Neden ağlıyorsun?” diye sordular. “Ben şunun için ağlıyorum: Yeryüzünde bir güneş vardı. Şimdi battı…” cevâbını verdi.
Mus’ab bin A’yun anlatır: “Ömer bin Abdülazîz halîfe iken Kirman’da koyun güderdim. Koyunlar ile kurtlar birlikte dolaşırlardı. Bir gece ansızın kurtlar koyunlara saldırdı. İçimden “Şu âdil halîfe ölmüş olmalı.” dedim. Araştırıldı. Ömer bin Abdülazîz’in o gece vefât ettiği anlaşıldı.” Vefâtını cinniler de haber verdi.
Ömer bin Abdülazîz’in vefâtıyla ilgili, şâirler mersiyeler söyliyerek onun kıymetini dile getirdiler.
O, büyük bir güneşti, doğmaz, gayri bir daha
Mâtemini tutarak saçamaz nûr ve ziyâ.
Sarardı güneş artık, karardı cihan bile.
Yûnus bin Ebû Şebib; “Ömer bin Abdülazîz hazretlerini, halîfeliğinden önce gördüm. Etli ve gürbüz bir kimseydi. Halîfe olduktan sonra da gördüm. Öyle zayıflamıştı ki uzaklardan kaburga kemiklerini saymak mümkündü.” dedi.
Ömer bin Abdülazîz, Ehl-i Beyt’e çok hürmet, izzet ve ikrâmda bulunduğundan, hazret-i Ali’nin torunu Fâtıma binti Hüseyin; “Ömer bin Abdülazîz kalsaydı biz bir şeye muhtaç olmazdık.” buyurdu.
Büyük velî ve âlimlerden Süfyân-ı Sevrî hazretleri ve İmâm-ı Şâfiî hazretleri; “Halîfeler beştir; Ebû Bekir, Ömer, Osman, Ali ve Ömer bin Abdülazîz’dir.” buyurdular.
Fıkıh âlimlerinden Meymûn bin Mihrân, Ömer bin Abdülazîz hakkında: “Âlimler, Ömer bin Abdülazîz’in yanında talebeydi.” buyurdu. Hocası meşhûr fıkıh âlimlerinden Mücâhid; “Biz, Ömer bin Abdülazîz’e öğretmek için geldik. Halbuki dâimâ ondan öğrenir olduk.” buyurdu.
Mâlik bin Dinâr buyurdu: “Dili dönen, zâhidim deyip duruyor. Zâhid, Ömer bin Abdülazîz gibi olur. Dünyâ onun ayağına geldiği halde hepsini reddeder.”
Ömer bin Abdülazîz’in insanlara rehber olan sözlerinden bâzıları şöyledir:
“Öfke ve hırstan korunmuş olan kurtulmuştur.”
“Takvâ sâhibinin ağzına gem vurulmuştur.”
“Ey insanlar! Allah’tan korkun. Çünkü Allah’tan korkmak her şeyin yerine geçer ve hiç bir şey onun yerine geçemez.”
“Bizden önce helâk olanlar, hakkı engellemek ve zulüm yapmak yüzünden mahvoldular. Hak onlardan satın alınırdı ve zulümden korunmak için de fidye verilirdi.”
“Müslümanlardan bir söz işittiğinde onu hayra yor, sakın şerre yorma!”
“Sizden öncekilerin kabul ettikleri bilgileri alınız. Onların söylediklerine muhâlif, zıt olanları almayın. Çünkü önce geçen büyükler, sizden daha hayırlıdır.”
KERÂMET ve MENKÎBELERİ
SIRAT KÖPRÜSÜ
Ömer bin Abdülazîz’in câriyesi yanına geldi. Selâm verdi ve namaz kılınan odaya geçti. İki rekat namaz kıldı. Sonra uyuya kaldı. Biraz sonra kalktı ve halîfeye; “Tuhaf bir rüyâ gördüm.” dedi. Halîfe; “Ne gördün anlat.” dedi. Câriye; “Rüyâda Cehennem’i gördüm. Cehennemlik olanların üzerine kükreyip duruyordu. Sonra Cehennem üzerinde Sırat köprüsü kuruldu. Abdülmelik bin Mervân geldi. Köprüye girdi. Bir kaç adım attı, sonra devam edemeyip Cehennem’e düştü. Sonra Velîd bin Abdülmelik geldi. O da devam edemeyip Cehennem’e düştü. Sonra Süleyman bin Abdülmelik geldi. O da aynı şekilde Cehennem’e düştü.” dedi. Halîfe; “Devam et.” dedi. Kadın; “Sonra da seni getirdiler.” der demez, Ömer bin Abdülazîz bir ah çekti, düştü ve kendinden geçti. Kadın, yüksek sesle; “Vallahi senin selâmetle Sırat köprüsünü geçtiğini gördüm.” dedi ise de halîfe bunu işitmiyor, yerde çırpınıp duruyordu.
MÜRÜVVET
Bir gece ona misâfir geldi. O bir şey yazıyordu. Misâfiri de yanında oturuyordu. Lâmbasının yağı azaldı. Sönecek gibi oldu. Misâfir; “Yâ Emir-el-müminîn! Kalkıp lambaya yağ koyayım mı?” deyince; “Misâfirine iş gördürmek, insanın mürüvvetine yakışmaz.” buyurdu. “O halde hizmetçiyi kaldırayım mı?” “O da olmaz; daha akşamın ilk uykusundadır.” Ömer bin Abdülazîz hazretleri kalkıp, lambaya yağ doldurdu. Misâfir bu hâli görünce hayretle: “Ama, bu işi kendin yaptın, neden.” deyince; “Bu işi yapmaya giderken, Ömer’dim. Yaptım, bitirdim; yine Ömer’im. İnsanların Allah katında hayırlısı tevâzu sâhibi olanlarıdır.” buyurdu.
DÜN GEÇTİ
Bir gün Ömer bin Abdülazîz hazretleri cemâate hitâben: Ey insanlar! Sizler, ölüm için hedefler durumundasınız. Ölüm sizden dilediğini seçer. Size yeni bir nîmet verildiği zaman, önceki nîmet orada sona erer. Ağıza bir lokma alınmasın, bir yudum su içilmesin ki, onunla berâber bir keder ve bir üzüntü olmasın. Dün geçti. O, sizin hakkınızda iyi bir şâhittir. Bugün mühim bir emânettir. Onun kıymetini bilmek ve iyi değerlendirmek lâzımdır. Yârın, içinde hâdiselerle berâber gelmektedir. Sizi almak için gelen ölümün elinden kaçış nereye olacak. Sizler şu dünyâda, eşyâlarını bineklerine yüklemiş, yolcularsınız. Yüklerinizi, buradan başka bir âlemde çözeceksiniz. Sizler, şu dünyâda sizden önce gelenlerin yerine geçtiniz. Fakat siz de yerinizi, sizden sonra gelenlere vereceksiniz. Sizin aslınız ve dünyâya gelmenize vesile olanlar kalmadı. Sizler, onlardan dünyâya gelen kimseler olarak, nasıl bâkî (devamlı) kalabilirsiniz. Sizler de bu dünyâdan göçeceksiniz.” dedi.
GELENLER DURMUYOR
Ömer bin Abdülazîz’in son Cumâ hutbesi şöyleydi:
“Ey muhterem müslümanlar!
Şunu iyi biliniz ki, lüzumsuz bir hiç olarak yaratılmadığınız gibi, yaptığınız işlerden de sorgu ve sorumsuz kalacak değilsiniz. Gelmiş ve nihâyete kadar gelecek insanların toplanacağı bir mahşer ve orada adâlet terâzilerinin kurulacağı bir mahkeme vardır. Onun tek hâkimi, azamet ve kibriyâ sâhibi yüce Allah’tır. Âhiret korkunç bir gündür. Yürekleri parçalayan, çocukları ihtiyar yapan, kişiyi kardeş, evlâd ve iyâlinden kaçıran, peygamberleri, melekleri titreten bir gündür. Cenâb-ı Hakk’ın celâl ve azametiyle tecellî edeceği o günde, kimde kuvvet ve tahammül kalır! Bununla berâber Allah’ın rahmetinden de ümid keserek hüsrâna düşmeyiniz.
Ey muhterem cemâat!
Muhakkak biliniz ki; mahşer gününde emniyet ve korkusuzluk, bugünden o günü düşünüp de Allah’tan korkan, küfür ve günahtan sakınan ve bu fânî âlemi bekâ âlemi olan âhirete üstün tutarak, şehvânî hislerinin esiri olmayanlar içindir. Bunun aksi harekette bulunanlar muhakkak aldanır. Hayat ve ömür sermâyesini haksızlık ve yolsuzluk arkasında tüketen eli boş ve nedâmet, pişmanlık içinde kalır. Bugün; siz, sizden öncekilerin yerini tutuyorsunuz. Fakat elbette sizin de yerinizi tutacaklar var. Görüyorsunuz ki, gelenler durmuyor, gidenler geri dönmüyor. İster istemez gideceğimiz bu mahal, her şeye sâhib olan cenâb-ı Hakk’ın huzûrudur.
Âhiret âlemine gidenleri her gün uğurluyor ve götürdüğünüz kabirlerde kara toprak altında yataksız, yastıksız, tek ve tenha bırakıp dönüyorsunuz. Ölümün acısını duyan o fânîlerin hâli ne kadar merhameti çeker ve ibrete değer. Tanımadıkları bir âleme sefer etmişler, sevdiklerinden ayrılmışlar. Gelip geçici emânet bir hayatın gaflet uykusundan uyanmışlar, ama iş işten geçmiş, telâfi imkânı elden çıkmış, naz ve nîmet içinde beslenmişlerken yatak ve yastıkları kuru toprak olmuş, terkettikleri dünyâ malından istifâdeleri yok. Yaptıkları incir çekirdeği kadar da olsa, bir hayrın imdâdını bekliyorlar. Düşünmeğe değer bu hâllerden ibret almaz mısınız?
Ey muhterem cemâat!
Zannetmeyin ki, kendimde bir büyüklük gördüğüm için size böyle nasîhat ediyorum. İçinizde belki benden daha ziyâde Allahü teâlânın rahmet ve magfiretine muhtaç kimse yoktur. Ben hem kendim, hem de sizin için rahmet ve magfiret diliyorum. Yüce Allah’ın kitabını, Peygamberinin güzel ahlâkını kendinize örnek yapınız, ancak selâmet bundadır.” buyurduktan sonra gözyaşlarını tutamadı. Bu onun son hutbesiydi. Aynı zamanda evine de son gidişiydi.
BEYİTLER
EN AHMAK KİMSE
Ömer bin Abdülazîz, bir sarhoş gördü yolda,
Yakalayıp bir cezâ, verecekti orada.
Lâkin tam o sırada, hakaret etti sarhoş,
O ise saldı onu, kaldı yine başıboş.
Dediler ki: “Siz ona, cezâ verecektiniz,
O hakâret edince, niçin salıverdiniz?”
Buyurdu: “Sarhoş hâlde, gördüm onu ilk defâ,
Dînin emri îcâbı, verecektim bir cezâ,
O hakâret edince, öfke geldi kendime,
Korktum nefsim karışır, bu hâlis niyetime.”
Buyurdu: “Hak teâlâ, üç kişiyi çok sever,
Birincisi odur ki, herkese şefkat eder.
İkincisi, haklıyken, suçluyu affedendir.
Üçüncüsü, kızgınken, öfkesini yenendir.”
Bir gece, hânesinde, misâfiri var iken,
Lâmbasının ışığı, azalmıştı âniden.
Misâfirler dedi ki: “Yâ Emîr-el müminîn!
Lâmbanın yağı bitmiş, koyalım, izin verin.”
Buyurdu: “İş gördürmem, kendi misâfirime,
Zîrâ bu, hiç yakışmaz, benim mürüvvetime.”
Dediler: “Hizmetçiyi, kaldıralım, o koysun”
Buyurdu: “Yeni yattı, bırakın da uyusun.”
Sonra kalktı kendisi, yağ koydu lâmbasına,
Şaştı herkes bu işi, kendinin yapmasına.
Buyurdu ki: “Bu işi, yapmadan da Ömer’dim,
Kalkıp yaptım, bakınız, yine aynı Ömer’im.
İnsanın hayırlısı, Hak teâlâ indinde
Tevâzu gösterendir, her bir hareketinde.”
Bir gün tanıdıkları, sordular kendisine:
“İnsanların içinde, en ahmak kimdir?” diye.
Buyurdu: “Dünya için, âhireti satandan,
Daha ahmak bir kişi, olamaz insanlardan.”
Ömer bin Abdülazîz, bir gün Hasan Basrî’ye,
Mektup yazdı “Bana bir, nasîhat eyle” diye.
Buyurdu: “Bilesin ki, bu dünyâ bir konaktır,
En büyük akıllılık, ona aldanmamaktır.
Zîrâ onun üstünde, yaşıyanlar ölürler,
Sonra yaptıklarının, hesâbını verirler.
Eğer ki bu dünyâyı, üstün tutsa bir kişi,
Zillet içinde yaşar, çetin olur her işi.
Dünya zehir gibidir, bilmiyenler onu yer,
O da o kimseleri, öldürür, helâk eder.
Diriler ölülerden, hiç mi ibret almıyor?
Ölmiyecekmiş gibi, dünyâya aldanıyor.
Her gün ayrı üzüntü, her gün ayrı bir keder,
Râhata kavuşmadan, âniden ölüp gider.
Zîrâ olmaz rahatlık, bu dünyada kat’iyyen,
Rahatlık âhirette, olacak ebediyyen.
İnsan düşünmez mi ki, bir gün elbet ölecek,
Ne yaptıysa, tek be tek, hesabını verecek.
Aklı olan yaşamaz, dünyâda gaflet ile,
Aksi hâlde ne kadar, üzülse azdır bile.
Dünyâya sarılanı, dünyâ hep aldatmıştır,
Üzüntüsü üstüne, hep üzüntü katmıştır.
Dünyâda Allah için, çalışmak dünyâ olmaz,
Müminin malı olur, lâkin kalbine koymaz.”
KAYNAKLAR
1) Tam İlmihâl Seâdet-i Ebediyye; (49. Baskı) s.1133
2) Fâideli Bilgiler; s.69, 76
3) Hilyet-ül-Evliyâ; c.5, s.253
4) Tehzîb-ül-Esmâ vel-Lüga; c.2, s.19
5) Tezkiret-ül-Huffâz; c.1, s.119
6) El-Kâmil fi’t Târih; c.5, s.60, 62
7) Fevât-ül Vefeyât; c.3, s.133
8) Tehzîb-üt-Tehzîb; c.7, s.475
9) Vefeyât-ül-A’yân; c.6, s.301
10) Şezerât-üz-Zeheb; c.1, s.119
11) Târîh-ül-Hamîs; c.2, s.315
12) Târih-i Taberî; c.8, s.137
13) İbni Haldun Târihi; c.3, s.76
14) Menâkıb-ı Ömer bin Abdülazîz (İbn-i Cevzî)
15) Sıfat-us-Safve; c.2, s.63
16) Sîret-i Ömer bin Abdülazîz (Menâvî)
17) Tabakât-ı İbn-i Sa’d; c.5, s.330
18) Târih-ül-Hulefâ; s.212
19) Rehber Ansiklopedisi; c.14, s.19
20) İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; c.2, s.334
UBEYDE BİN MUHÂCİR
Tâbiînin meşhûrlarından velî. İsmi, Kaynaklarda Abdülcebbâr bin Ubeyde bin Müsliman ve Abdürrahmân bin Ebî Abdullah şeklinde geçer. Künyesi Ebû Abdürrab’dır. Doğum târihi bilinmemektedir. 730 (H.112) senesinde vefât etti. Ebû Zür’a Dımeşkî, Ebû Misher’den şöyle nakletmiştir. “O aslen Rumdur, ismi Kostantin idi. Müslüman olduktan sonra ona Abdürrahmân ismi verildi.”
Ubeyde bin Muhâcir, hazret-i Muâviye’den, Fâzıle bin Ubeyd’den, Üveysi Karnî’den, Tebî’ el-Humeyrî’den, Ebû’l-Ahvas’dan hadîs-i şerîf işitip, rivâyet etmiştir. Kendisinden ise; Sâbit bin Sevbân, Abdurrahmân ibniYezîd, Abdullah bin Büceyr, Muhammed bin Ömer et-Tâî ve Saîd ibni Abdülazîz gibi âlimler hadîs-i şerîf rivâyet etmiştir. Ubeyde bin Muhâcir’in rivâyet ettiği hadîs-i şerîfler, hadîs kitablarından Sünen-i İbni Mâce’de yer almıştır.
İbn-i Câbir, bir arkadaşının şöyle anlattığını nakletmiştir: “Bir elbiseciden elbise satın almak istedim. Yedi dank (o zamanki para birimi) istedi, ben de “Altı dank olsun” dedim. Pazarlık uzayınca, elbiseci bana; “Sen nerelisin?” dedi. Ben de; “Dımaşk (Şam)tanım.” dedim. “Sen hiç Dımaşklılar gibi değilsin. Dün buraya Dımaşklı bir zât geldi. İsmi Ubeyde bin Muhâcir’dir. Benden herbiri yedi danka yedi yüz elbise satın aldı. Sonra “Onları yükle” dedi. İşçilerimi gönderip yüklettim. Benden aldığı bu elbiseleri tamamen fakirlere dağıttı, hattâ evine bir elbise bile götürmedi” dedi.
Ubeyde bin Muhâcir hazretleri çok zengindi. Bütün malını mülkünü satıp sadaka olarak dağıttı. Kendine sâdece oturacak bir ev kalmıştı. Şöyle derdi: “Ey Dımaşklılar, şu nehir altın ve gümüş dolu olarak aksa, herkes ondan kapışsa, ben dönüp bakmam.” Vefât ettiğinde sadece tekfin ve techizine yetecek kadar parası kalmıştı.
KERÂMET ve MENKÎBELERİ
MEĞER ANNESİ İMİŞ
Abdullah bin Yûsuf’dan şöyle nakledilmiştir: “Ebû Abdürrab Ubeyde bin Muhâcir, köleleri satın alır, sonra serbest bırakırdı. Bir gün Rum asıllı ihtiyar bir köle kadını satın aldı, serbest bıraktı. İhtiyar kadın, nereye gideceğim, nerede barınayım bilmiyorum dedi. Bunun üzerine o ihtiyar kadını kendi evinde kalması için evine gönderdi. Akşam evine gidince, o ihtiyar kadınla birlikte akşam yemeğini yediler. Sonra da kim olduğunu, nereden getirildiğini sormaya başladı. Kadın Rumca konuşuyordu. Sonunda o kadın annesi çıktı. Buna çok sevinip oralara çeşitli vesilelerle getirilen ve kendisine kavuşan annesine müslüman olmasını söyledi. Fakat kadın ilk anda kabûl etmedi. Ona çok iyilik ve ihsânlarda bulundu. Nihâyet bir Cumâ günü ikindi namazından sonra, annesinin müslüman olduğunu müjdelediler. Buna o kadar sevindi ki, şükür secdesine kapanıp, güneş batıncaya kadar secdede kaldı.
KAYNAKLAR
1) Hilyet-ül-Evliyâ; c.5, s.160
2) Tehzîb-üt-Tehzîb; c.12, s.152