Geçmişte her devlet adamının arkasında bir de manevî irşadcısı bulunurdu. Asırlar boyunca devam edegelen tatbikatta bu böyle görülmüş, millet idaresini omuzlarına yüklenmiş olan şahıslara birer mâneviyat adamı kılavuzluk etmiştir. Ama o devlet reisi onu dinlemiş, dinlememiş ayrı bir şey.
Tarihlerde okuduğumuza göre, Hârûn Reşid’in irşadcı mâneviyat adamı da Behlül’dü. O, her fırsatta kinâyeli ve mecazlı sözlerle Hârûn’u ikaz ediyor, adâ-letten ayrılmaması için tenbihlerde bulunuyordu.
Bir gün Behlül, ayaklarının üzeri tozlanmış olarak sarayın kapısında görünür. Halîfe Hârun Reşid, uzun yoldan geldiğini tahmin ettiği Behlül’e sorar: “Nereden geliyorsun böyle ey Behlül!”
“Cehennemden geliyorum ey Hârun!”
“Hayrola, Cehennemde ne işin vardı?”
“Efendim, ateş lâzım oldu, oraya ateş almaya gitmiştim. Fakat Cehennemin bekçileri:“Burada ateş yoktur. Ateşi herkes kendisi getirir.” dediler. Bunun için eli boş döndüm.”
“Peki öyleyse ben ne yapayım ki oraya ateş götürmeyeyim?”
“Oraya ateş götürmemek için adâletle hükmet.”
Hârun Reşid bu cevap karşısında dakikalarca düşünür, irşadcısı Behlül’ü dinleyerek adaletten ayrılmamaya gayret gösterir.