SIRAT ÜSTÜNDEN GEÇECEK KUDRETİM YOK
Cihan dediğimiz bu saraydan nice sultanlar gelip geçti. Nice gül kafilesi ölüm vâdisine aktı… Nice zühre yüzlü güzeller toprağın altında kayboldu… Ancak iyilik edenler ve hakkı tutanlar şan ve şerefle yâdediliyorlar…
Şanlı hükümdarlardan biri de Selçuklu sultanı Melik-şah’tı. O ay yüzlü sultan bir gün Zinderûd Nehri kenarında avlanıyordu… Bir zaman ceylânlar peşine at sürdü, arsianlara ok attı… Bir nefes dinlenmek üzere de bir çemene indi…
Kır çiçeklerinin burcu burcu koktuğu bu çemen diyarı ne kadar da güzeldi…
Topraklan tepe tepe gitti… Taşlar üstünden bir ceylân gibi atladı ve hükümdarın geçeceği köprü başına varıp durdu… Bir kadın değil de sanki heybetli bir kaplanı andırıyordu…
Az sonra şanlı hükümdar atı üstünde göründü… Etrafında çelik zırhlı süvariler, arkasında bütün debdebesiyle vezirler ve saltanat erleri…
Melikşah geyik bacaklı, kartopu alınlı atını köprüye sürdü… Sürdü ama, köprüyü geçmek mümkün olmadı…
İhtiyar kadın pençelerini hükümdarın atının dizginine attı ve bir sıçrayışta sultanın karşısına dikiliverdi…
Hiç kimse ne olduğunu anlayamadan biraz evvel sığın boğazlatan vezir zavallı kadına kurt gibi saldırdı ve kadım kamçılamaya başladı. Zalimin eli kurusun… Zalim bir alevli ateştir ki düştüğü her yeri yakar. Gözü dönmüş vezir zalimlikle zavallı kadmı susturacağını sanıyordu. Ne var ki, sultan ona bu fırsatı vermedi ve haykırdı *.
— Bırak onu!… Zavallı bir kadına kırbaç mı vuruyorsun? Mağdur birine benziyor!… Kimden şikâyeti var öğrenelim!…
Sonra ışıklar dolu gözlerini ihtiyar kadına dikip:
— Ey hatun, dedi, anlat bakalım, derdin nedir? Şikâyetin kimdendir?
Kadın başını bir arslan gibi dikti ve dedi ki:
— Ey Alparslanın oğlu!… Eğer benim hakkımı burada, bu Zinderûd Köprüsü başında vermezsen, Yüce ve Kerim olan Allah”ın büyüklüğüne yemin ederim ki, Sırat köprüsünün başında sana acımam… İyi düşün ve kararını hemen ver… Hakkımı bu köprünün başında mı, yoksa Sırat köprüsünün başında mı vermeyi tercih edersin?
Selçuklu sultam yüreğine mızrak saplanmış gibi titreyerek atından indi… Yüzü .kireç misâli bembeyaz oluvermişti. O dağlan titreten heybetli hükümdar şimdi ser-
Sultanın çemen ve çiçekler âlemine daldığı bir andı ki, başveziri yanından ayrılıp civardaki köylerden birinin yolunu tuttu… Az sonra da suyun kenarında otlamakta olan bir sığırı boğazlattı… Etinden kebap yaptırıp yedi… Yedi ama, bu sığır kimindi diye hiç düşünmedi…
Boğazlattığı sığır yaşlı bir kadına aitti. Kadıncağız kendisinin ve dört yetiminin geçimini bu hayvanın sütünden temin etmekteydi…
Sığırının boğazlandığını öğrenince başına topraklar saçarak dönmeye başladı… Döndü, döndü ve köküne balta inmiş bir ağaç gibi yere yıkılıp kaldı… Bir müddet baygınlığı sürdü. Baygın düşen yaprakları canlandıran nisa-ni yağmurlar misâli onun baygınlığını giderecek biri de yoktu. Nice zaman o hal ile kaldıktan sonra usul usul gözlerini açtı ve beyninde bir şimşek çaktı *.
— Ben, dedi, gider Melikşah”ın yolunu keserim, hakkımı ondan isterim!.
Yerinden bir ok gibi fırlayıp koşmaya koyuldu… Rüzgârlar önünde uçuşan yapraklar gibi gidiyordu…
çe kuşlarına dönmüştü… Gözleri bulut bulut yaş akıtıyor, içli içli yalvarıyordu:
— Anneciğim!… Bana merhamet et!… Sırat köprüsünün başmda benim cevap ve hesap verecek kudretim yoktur… Ne olur, sana kimin haksızlık ettiğini hemen söyle de, hakkını ondan alayım!…
ihtiyar kadın derhal parmağım ileriye doğru uzattı:
— Ey sultan, dedi, işte huzurunda bana kamçı vuran bu adam yok mu?
Melikşah alevler saçan gözlerini vezirin üstünde düğümledi…
— Ee, dedi, bu adam mı sana haksızlık eden?
İhtiyar kadm yine eliyle onu işaret ederek sözlerine
devam etti:
— Evet, işte bu adam benim ve yetimlerimin, sütünden geçimini temin ettiğimiz sığırımızı boğazlattı. Etinden kebap yapıp yedi.
Melikşah”m sesi birden gök gibi gürledi:
— Çabuk bu adamı cezalandırınız!…
Baş mâbeynci tek kelime söylemeye kaadir olamadan yaka paça tutuldu ve hakettiği cezaya uğratıldı… İhtiyar kadına da o bir sığır karşılığında 70 sığır verildi… Böyle-ce kadıncağız hakkını sultana helâl etti…
Melikşah Zinderüd köprüsünden atım sürüp geçti… Ne var ki, ölüm köprüsünü geçmek mümkün değildi… Bir müddet sonra ecel rüzgârı can kandilini söndürüverdi…
İhtiyar kadın henüz ölmemişti. Bir gece yansı değneğine dayanarak sultanın mezarının başına vardı… Ellerini ulvilik âlemlerine açıp hıçkırdı… Gönlünün derinliklerinden gelen bir hisle:
— Ey Allah’ım, dedi, ben âciz iken senin bu toprakta yatan kulun kolumdan tuttu.. Şimdi ise o acze düştü. Sen de onun elinden tut, ona merhamet buyur. Ben çâ-resiz İdim. O bir mahlûk olduğu halde bana iyilik etti.
Şimdi o çaresiz durumdadır. Lütuf ve kereminle onu bağışla. Çünkü sen merhamet edenlerin en merhametlisi-sin!…
Bir kutlu kişi Melikşah”ı rüyasında gördü ve sordu:
— Allah sana ne muâmele etti?
Ondan şu cevabı aldı:
— Eğer o yaşlı kadının duâsı imdadıma yetişmesey-di, benim için felâketti… O duâ, kıldı, Allah da beni bağışladı…
Bu kıssadan bir hisse alabilenlere ne mutlu!…