Hazret-i Ömer’in oğlu Abdullah, hurmalıkta oturmuş, yemek yiyordu. O sırada önünden sürüsüyle geçmekte olan bir çobanı, sofrasına dâvet etti.
Çoban yemeğe gelmeyince, ısrarda bulundu.
Çaresiz kalan çoban:
– Ey yabancı, daha fazla ısrar etme, gelemem. Çünkü ben oruçluyum, dedi.
Abdullah hayretle sordu:
– Bu sıcakta nasıl oruç tutuyorsun?
– Cehennem sıcağına göre bunun sözü mü olur? Yarın âhiret sıcağında yanmaktansa, bugün dünya sıcağında yanmayı tercih ederim.
Abdullah bu sefer çobana şu teklifte bulundu:
– Şuradan bir koyun getir de, kesip çöl kebabı hazırlayalım.
– Koyunlann hiçbiri benim değildir. Ben fakir bir çobanım, sürü sahibi başkasıdır. Sahibinin haberi olmadan kimseye koyun ikram edemem.
– Canım, sürü sahibinin nereden haberi olacak?
– Sürü sahibinin haberi olmazsa, Allah’ın da mı haberi olmaz?
Sözün burasında duraklayan çoban, Abdullah’a şu ikazı yapar:
– Allah’dan kork ey yabancı, Allah’dan..
Fakir çobanın bu hâli, Abdullah’ın çok dikkatini çeker. Birlikte koyunlan otlata otlata gezerler. Akşam olunca, sürü sahibinin yanma gelirler. Abdullah’m ilk t suali, sürünün fiyatını sormak olur. Adam ağırca bir fi-Jyat isterse de Abdullah, istenen fiyatı ödeyerek koyun-rlann hepsini satın alır, sonra çobana dönerek şöyle konuşur:
– Senin hakkın, başkasının koyunlannı otlatacak bir çoban olmak değildir. Sen kendi sürünü otlatan bir efendi olmaya lâyıksın. Al bunu, sürü senin olsun. Doğruluğunun karşılığını Allah bu dünyada verdiği gibi, âhirette de seni mükâfatlandırsın.
Böylece çöl sıcaklarında oruçlu oruçlu başkasmm sürüsüne çobanlık eden takvâ sahibi çoban, artık kendi sürüsüne efendilik etmeye başlar, hatta kendisi de çoban tutacak kadar zengin olur.