DERYA Ali BABA
Namsız nişansız velilerden… Fetih ordusunun sakası… Kerametlerini o esnada göstermiş ve hünkârın sevgisine mazhar olmuş gönül ellerinden…
Yıl 1453… Fetih ordusu İstanbul surlarına kadar dayanmış ve İstanbul’un kördüğüm olmuş çözülmek bilmez kaderi açılmak üzeredir…
Genç hükümdar kır atının üstünde durmadan haykırıyor, nur serpen ordu dalga dalga surlara doğru akıyordu… Şehir neredeyse düşmek üzereydi. Köhne Bizansın bir solukluk işi kalmıştı… Mücâhid askerlerin sevinci yüzlerde benek benek geziniyordu… Artık peygamberler peygamberinin müjdelediği güzel asker olacaklardı… Bir sevinç, bir çağlayış ki, dağlan yerinden oynatacak kadar dehşetliydi… îşte o an, bütün bu sevinci gölgeleyen ve yüreklere mızraklar gibi oturan bir haber dalga dalga yayıldı:
— Fetih ordusu susuz kalmak üzere!… Kuyular boş, çeşmeler .kuru, musluklar- sessiz!…
Bu haber bir nefeste korkunç bir süratle her tarafı tuttu ve nihayet Fâtih Sultanın kulağına kadar geldi… Genç hükümdar dehşetli şekilde öfkelendi ve hay kirdi:
— Tiz vanp saka başını bana getirin!…
Ordu içinde bir koşuşmadır başladı… Vezirler, paşalar, ak saçlı ihtiyarlar bir yaprak misâli oradan oraya koşup duruyoıiadı. Az sonra sırtında kırbası, hafiften beli bükülmüş, fakat yüzü gün gibi aydın Sakabaşı Ali efendi Pâdişâhın huzuruna getirildi… Hünkâr telâşlı ve üzüntülüydü. Aksine Ali efendinin dudaklarında çiçek gibi tebessümler halkalanmıştı. Artık bu kadan da fazla idi. Tebessüm edecek zaman değildi ki… Pâdişâhın sabır dalı çoktan kopmuştu: — Ey sakabaşı, dedi, olanlardan haberin yokmuş gibi duruyorsun!. Ordum susuz kalmış, asker helak olmak üzere… Neden tedbir almazsın da bizi müşkül duruma düşürürsün? Söyle, neden?
Sakabaşı Ali efendi sanki okyanuslara mâlik bir sultan edâsiyle sakin ve güleç durmadaydı… Yine dudaklarında görülmemiş güzellikte bir tebessüm vardı:
— Devletli hünkârım, dedi, merak buyurmayınız, su çok!…
Fâtih”in yüzünde celâl şimşekleri geziniyordu. Avaz avaz bağırdı:
— Alay mı edersin sakabaşı?
— Hâşâ sultanım!…
— Asker susuzluktan kıvranıyor. Bu ne biçim sözdür ki, sen işin ciddiyetini unutmuş görünüyorsun!…
— îş bildiğiniz gibi değil sultanım!…
Fâtih, yerinden bir ok gibi fırladı ve olanca öfkesiyle bağırdı:
— Ben su istiyorum bre!. Sen hâlâ konuşuyorsun… Galiba başınla oynadığını bilmiyorsun… Yoksa başın gövdene fazla mı geliyor? Gözüme gölünme, haydi al başım da git!…
Ali babanın gözlerinde iki damla yaş belirdi ve birden arkasını döndü ve sırtındaki kırbayı pâdişaha göstererek tane tane konuştu:
— Ben yalan söylemem padişahım!… İşte bakın, istediğiniz kadar su!… Bunun ile kaç orduyu sularım ben!…
Genç hükümdar küt küt yürüdü. O kadar gazaplanmıştı ki, neredeyse sakabaşını helak edecekti… Birden çelik pençesini su kırbasına takıp çekti ve içine bir nazar etti…
O da ne?
Şaşılacak işler oluyordu… Gözleri yuvalarının içinde fır fır döndü… Çünkü kırbanın içi bir okyanus misâli kaynıyordu… Binlerce billur çeşme… Bir değil, binlerce orduya yetecek kadar su vardı… Belki gözlerim aldanmıştır diye düşündü… Paşalara, vezirlere seslendi:
— Ey paşalar, sîzler de bakınız!…
Herkes târifi imkânsız bir merakla Ali efendinin başına üşüştü… Kırbaya göz atan, içeride deryaların çağladığını görüyordu:
— Devletlû hünkârım, diyorlardı; ırmaklar, deryalar çağlıyor!. Bu ne ki?…
Hünkâr da şaşmıştı bu işe vezirler de… Şaşılmayacak gibi değildi ki… Ali efendi kırbasının içinde deryalar gösteriyordu. Şimdi deryaların hayâliyle zaman öldürecek vakit miydi?
Genç hünkânn gür sesi bir şimşek gibi ortalığı allak bullak etti. Ali efendinin yakasından tutarak silkeledi ve bağırdı:
— Nedir bu yaptığm?
Ali efendi gazâb-ı şahaneden korktu ve artık işin aslım anlatmaya başladı:
— Ey âlem padişahı, dedi, su işte burada!… Fakat ben askere suyu doyumluk vermiyorum. Çünkü onlar cenk meydanında vuruşuyor ve terliyorlar. Diledikleri kadar su versem hepsi yataklara düşecek, sonra zaferimiz tehlikeye girecek…
Yüzünde hiç öfke eseri görülmeyen ve hep tebessüm eden Ali efendi, sözünü bitirir bitirmez sırtındaki kırbayı olanca kuvvetiyle yere vuruverdi…
O güleç yüzlü adam sultanın karşısında bunu yapabildi… Herkes dehşet ve hayretle bakmıyordu ki, az sonra kırbanın düşüp parçalandığı yerde bir su kaynamağa başladı… Hem de billûr misâli bir su… Sanki Hızır’ın ebedîlik suyu bu kırbanın içindeydi…
Genç hünkârın yüzünde görülmemiş bir ışık pırıldadı. Sakabaşı Ali efendinin keramet sâhibi biri olduğunu anladı ve ona oracıkta:
— Derya Ali, diye isim verdi…
Seni hiç unutmam t
Peygamberler peygamberinin müjdesine mazhar olan fetih ordusu İstanbul surlarında sancağı dalgalandırdı. Artık köhne Bizans bütün kötülükleriyle tarihten silinmiş, yepyeni bir çağın kapısı açılıvermişti…
Güzel askerin güzel emîri Sakabaşı Ali efendiyi hiç unutmadı. Bir gün onu huzuruna alıp sordu:
— Ne murâd edersin, ey Derya Ali? îste ki verelim!…
Derya Ali”nin dünya ile alıp verecek bir şeyi yoktu ki… Ne ki, pâdişâhı da kırmak istemiyordu… Pâdişâh tarafından kendisine şimdiki Kazlıçeşme”nin kurulu bulunduğu yerde geniş bir arazi tahsis edildi. Uzun yıllar Derya Ali orada mekân tuttu… Dünyada ne kadar mekân tutulur ki? Nihayet dünyadaki günleri sona erdi ve kırbasında deryalar çağlatan Ali efendi ebedi yolculuğa çıktı…
Şimdi Kazlıçeşme otobüs durağında içi dışı pırıl pınl mozaiklerle bezenmiş bir türbe vardır. İşte bu türbede fetih ordusunun sakabaşısı Ali efendi yatar…
Ben ne desem ki?
Bu vatan, bu toprak ve bu tuğ, bu bayrak isizin, Burda bir başkasına artık vermeyin izin!…