Biliyorsunuz ki her şeyde sabır olduğu gibi özellikle’de evlilikte sabır lazımdır. Bu nedenle belki bir çoğumuz evlilik eşimize veya kocalarımıza tahamül edemiyoruz. Hele hele günümüz’de bir çok sebepsiz nedenlerle büyük kavgalar oluyor aile içinde. Gelin size bu konuda yaşanmış bir olay ile aydınlığa kavuşturalım.
Şu anda Rus, Çin ve Afganistan hudutları içinde paylaşılmış bulunan ve bir kısmı da İran topraklan içinde kalan eski Türkistan’da nice şehirler vardır ki, her birinde birer İslâm büyüğü yetişmiş fazilet ve güzel ahlak timsali zatlar yaşamıştır.Rey’de doğup sonra Nişapur’a gelerek vaizlik göreviyle ömrünü tamamlayan Nişapur vaizi Said bin İsmail de bu fazilet ve güzel ahlak örneklerinden biridir.
Hicri 298’de Nişapur’da yaygınlaşan söz şuydu:
– Bağdad’ı Cüneyd, Şam’ı Abdullah bin Cela, Nişapur’u da Hiyereli vaiz Said maneviyatlarıyla ihyâ etmiştir.
Bağdad’lı Cüneyd tasavvuf büyüğü idi. Ama sözünü etmek istediğimiz Nişapur Vaizi Said ise, tamamen bir halk adamı idi. Halk dilini ve tabirlerini konuşur, tasavvufun yanlış anlaşılacak terimlerinden dikkatle kaçınırdı.
Nişapur Vaizi’nin günümüz vaizlerinden farklı tarafı vardı. O, daima kendi nefsini itham eder, bütün vaazlarında nefsiyle münakaşaya tutuşurdu.
Gariptir ki cemaatten kimseyi itham etmediği halde bütün cemaat de kendine göre, onun sözlerinden hisse alır; hemen herkes kendi nefsine pay çıkarırdı.
Va’zma şu cümlelerle başlardı:
– Tabib kendi hasta, gariptir ki hasta muayene ediyor. Tabibde takva yok. Acaiptir ki, takvadan söz ediyor. Allah’ım, sen bizi afveyle!..
Şu anda İran hudutları içinde bulunan Nişapur’un bu ilmiyle amel eden vaizi Said, başına gelen hadiselere nefsini o kadar razı etmiş, hayaün cilvelerine kendini o kadar hazırlamıştı ki, karşılaştığı hiçbir hadise onda yeis ve üzüntü meydan getirmemişti. Hatta bu yüzden derdi ki:
– Kırk senedir Rabb’imin beni üzen bir takdirde bulunduğunu bilmiyorum.
Acaba Nişapur Vâizi’nin bu sözü gerçekten de üzüntü ve acı veren bir hayat hadisesiyle karşılaşmadığından mı? Yoksa başına gelen her olayın arkasındaki İlahi hikmet ve rahmetleri görerek sabredişinden, tahammül gösterişinden midir?
Dilerseniz bu soruya cevap teşkil etmesi için onun bir evlenme hikayesini nakledelim sizlere. Bakalım nasıl bir evlilik yapmış, ne türlü bir sabır imtihanı vermiş…
Nişapur Vâizi ikinci defa evlenmişti. Birinci hanımı ile geçirdiği 15 yıllık hayatını nasıl yaşadığım, ikinci hanımı Meryem’in bir suali üzerine anlatmıştı. Olay şöyle meydana çıkar:
Bir gün kendisine ikinci hanımı şöyle bir sual sorar:
– Efendi, ömrünüz içinde yaptığınız en makbul ibadetinizin hangisi olduğunu düşünürsünüz?
Nişapur Vaizi şu açıklamayı yapar:
– Bunu benim takdir etmeme imkan yoktur. Zira amelleri kabul eden Allah’tır. Hangisinde tam ihlasa erdim, hangisinde riyâkarlık duydum, kesin olarak bilemem. Ama buna rağmen hayatımın bir hadisesi, ümid ederim ki, Rabb’imin en makbul saydığı amelimdir.
Bu en makbul saydığı amelini şöyle anlatır:
– Gençliğimde şöhretim her tarafı tutmuş, benimle evlenmek isteyen kızlar bizzat kendileri başvurur hale gelmişlerdi. Bir gece yalnız kaldığım bir sırada yine bir genç kız geldi. Geceleri uyku uyuyamadığmı, kararsız ve halsiz düştüğünü, benimle evlenmeyi murad ettiğini ısrarlı bir dille anlattı.
Acıdım. Hemen kızın babasını bulup istettim ve nihayet evlendik. Meğer kızın melek gibi masum görünüşünün altındaki söz dinlemez gerçek çehresi, nikah zincirini boynuma ta-kıncaya kadarmış.
Nikâhtan hemen sonra, dikeni gülünden çok fazla bir kara çalı ile karşılaştım. Ne söz dinliyor, ne de bir eksik ve kusurunu kabul ediyordu… Bir müddet düzelir zannıyla meşgul oldum. Düzelteceğime dair ümitlerimi yitirince, sabretmeye karar verdim. Hem öyle sabır ki, onu bir daha kırıp incitmemeye çok büyük gayret gösterdim. Yakınlarımın bunca sitem ve tenkitlerine rağmen bırakmayıp sabrettim. Zaman oldu ki, bu kadınla bir evde iken sırtımda ateş ocağı taşıyorum sandım. Bu hal tam 15 sene sürdü. Ve sonunda o, Allah’ın huzuruna gitti, ben de öyle bir sabra mecbur olmadığım ikinci evliliği yapmış oldum, İşte bu sabrımı, Allah (cc) indinde en makbul bir amel olarak görmekteyim. Bundan ümitliyim.
Evet kendini hayatın bütün cilvelerine önceden hazırlayan ve “kırk senedir Rabb’imin beni üzen bir takdirde bulunduğunu bilmiyorum” diyen Nişapur Vaizi’nin hayatından sevdiği bir sabır sahnesi bu. Ya bizimki? Var mı bizimde böyle tercih ettiğimiz sabrımız? Sırtımızda bir ateş ocağı taşıyışımız?
Benim makbul amelim de bu olsun deyişimiz? Bundan da mutluluk duyuşumuz?