Hallâc-ı Mansur şöyle anılır ve anlatılır:
“Nefsinde Allah’ı tecellî etmiş gördüğü için “Enelhak” diye darağacının tepesine çıktı.”
Bu haksızlık nereden başlamıştı Mansur’a…
Daha 25 yaşında. Bir bahar sabahı Şiraz’ın Beyza kasabasında, aynı yaşlarda, ruh büyüleyen, nefes kesen Gülfidan’la görmüşlerdi bir bahçede onu…
Gönül derdini söyleşmişlerdi bir arada. Bu söyleşmeyi dinlemişti ehl-i fesat… Mansur’un ölüme götürülüşünün ilk fitnesi böyle başladı… Halil’in zevcesi Gülfidan’la ülfet ettiği isnadı ile çıkardüar Müftü “Musîb”in karşısına.
Müftü yapılan yakıştırmaları ve bütün dedikoduları dinlemişti kasaba halkından.
Mansur için kurulan tuzak tamamlanmıştır artık… Evli bir kadınla ülfet isnadının ardından “Enelhak” “Hak benim” küfrü ve isyanı geliyordu şimdi.
Devrin vezîri Hâmid ibn Abbas sarıldı bu fesada… Çünkü o da meftun idi Gülfidan’a… Ama Mansur gibi İlâhî sîret ve sûrette değil… Peşinden Başmâbe-yinci Nasr’ı, Kadı ibn Ömer’i ve derviş takımından Şıblî’yi hazırlayıp işi Bağdat Halîfesi El-Muktedir Billâh’a kadar götürdü.
Onlar da hak mefhumu, Mansur’da da hak ahdinden dönüş yoktu… Fakat hâlis bir müslüman oluşundan da korkuyorlardı.
Mansur’un münkir olduğunu tescil için ustalıkla başka türlü sorgulara da çektiler Halifenin huzurunda onu.
“Niçin “Enelhak” dersin?”
“Hakk âşıkı Hakk’da gerek.”
“Bundan neyi kasdedersin?”
“O bir ayan sırdır ve ona yol iki adımdır. Bir adımı dünyaya getire, biri âhirete götüre… Tâ ki Allah’a kavuşa…”
“Fakr nedir?”
“Allah’tan gayri her şeyden müstağni ola.”
“İhlâs nedir?”’
“Kulun fiilleri onunla süzülür.”
“Vakit nedir?” ”
“Vakit “Sahip”dir. Ârifin vakti olmaz.”
“Hidâyet nedir?”
“Sırdan nasibdar olmaktır.”
“Marifet nedir?”
“Yaratmaktır. Sırrı açmak, zamanı aşmak, mekândan kevn’e taşmaktır.” “Aşk nedir?
“İlâhidir. Yedinci dereceden sonra üç merhalede görülür: Birincide asarlar, İkincide yakarlar, üçüncüde külünü havaya savururlar.”
“Öyle ise “Hüvelhak” de.”
“Öyle olduğu için “Enelhak” derim yine.”
Sözünden dönmedi ve ölüme ilerledi.
Darağacmın altında kendisini taşlayanlardan Derviş Şıblî, şeriatı yerine getirmek için ona bir gül atarak seslendi:
“Nedir tuttuğun yol ki bu hale düştün ve bu sefil menziledesin?”
“O bir âlî makamdır ki sana ermek yoktur. Fakat eyvah ki bu sözün ve attığın gül beni bu recim ezalarından ve idamdan daha fazla kahretti.” “Niye? Herkes taş atıyor ya?”
“Onlar kör ve butlan icredirler… Fakat sen ayam bildiğin halde böyle yaptığın için ümitsiz gidiyorum. İnsanların nura ermesinden, Rabb’e kavuşmasından ümitsiz gidiyorum.”