Bir mecûsî (ateşperest) varmış. Ramazan ayı ve oruca karşı derin bir saygı ve sevgi beslermiş.
Aylardan Ramazan ayı. Müslümanlar derin bir sessizlik içinde oruç tutuyorlar, sadece hayır ve ibâdet işlemekle meşgul oluyorlar. Bir gün Mecûsî caddede yol alırken bir de bakar ki kendi öz oğlu açıktan açığa birşeyler yiyor. Hemen onu yakalayarak bir güzel döver ve ardından da şöyle der: “Sen, neden Ramazan’a ve Müslümanların orucuna karşı saygını yitirdin? Senden hürmet duygusu kalktı mı?”
Mecûsî bu fanî dünyadan göçüp de öbür dünyayı boyladıktan bir müddet sonra, zamanın ünlü bir din âlimi bir gece rüyasında adı geçen o Mecûsî’yi görür. Bir de ne görsün ki, Mecûsî Cennet’te yüksek bir taht üzerinde o-turmaktadır. Merak edip soruyor: “Sen Mecûsî (ateşperest) değil miydin, burada işin ne?” Mecûsî de şu cevabı verir: “Evet, ben Mecûsî idim. Fakat ölürken yüksekten bir ses şöyle diyordu: Ey Melekler!.. O kulumu sakın Mecûsî olarak terk etmeyin. Ramazan ayına derin saygısından dolayı ona Müslümanlığı bahşedin.”
Buradan alınacak ibret dersi şudur: Mecûsî Ramazan’a karşı beslediği derin saygıdan ötürü imana eriyor da hakkıyla oruç tutan bir mü’min nasıl olur da imana ermez? Hiç düşünülebilir mi?