Îman, Kur’ân ve Rasûlullah -sallâllahu aleyhi ve sellem- Efendimiz, bizim en büyük mânevî servetimiz.
Bütün fânî nîmet ve imkânlar bizim olsa ve dünyada bin yıl yaşasaydık, fakat îman, Kur’ân ve Allah Rasûlü’nü tanımamış olsaydık, bunun ne kıymeti olurdu?! Bu dünyadaki ömrümüz de dünya da fânîliğe mahkûm… Fakat Rasûlullah -sallâllahu aleyhi ve sellem- Efendimiz’i tanıyıp O’na cân u gönülden tâbî olmanın getireceği huzur ve saâdet ise sonsuz…
NE KADAR ŞÜKREDEBİLİYORUZ?
O hâlde, dünyevî bir nîmete eriştiğimizde ne kadar seviniyoruz; bizi ebedî saâdete götürecek olan îman nîmetinin ve ümmet-i Muhammed olmanın ne kadar minnettarlığı, sürûru ve şükrü içindeyiz?
İşte bunları hakkıyla tefekkür edebilmek; kula, fânî sıkıntılar için şikâyetin, sızlanmanın, isyânın ne dehşetli bir nankörlük olduğunu idrâk ettirir. Onu, her hâlükârda hamd ve rızâ ile gönül huzuruna erdirir.
Bir düşünecek olursak: Trilyonları olan bir kimse, yolda giderken cüzʼî miktar bir para düşürüp kaybetse, dönüp ona üzülür mü? O trilyonlar karşısında o cüzʼî miktarın ne hükmü olur? Biz de, başımıza dünyevî bir musibet geldiği zaman, Allâhʼa kul, Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimizʼe ümmet olmanın, en büyük bahtiyarlık olduğunu düşünüp sabredeceğiz. Fânî sıkıntı ve kayıplarda haddinden fazla üzülüp kendini harap etmeyi, şikâyeti, sızlanmayı unutacağız. “Niye oldu, üf, of!” demeyeceğiz. Dünya imtihanlarındaki meşakkatlere mukâbil, yegâne hak dîn İslâmʼın bir mensubu ve Âlemlere Rahmet Efendimizʼin ümmeti olmanın huzur ve saadetiyle tesellî bulacağız. Bileceğiz ki Cenâb-ı Hakk’ın sonsuz nîmetleri karşısında O’na ne kadar şükretsek, yine de şükür borcumuzu tam olarak ödeyemeyiz.
HAZRET-İ MÛSA’NIN CENAB-I HAKK’A ŞÜKRÜ
Rivâyete göre Mûsâ -aleyhisselâm- Cenâb-ı Hakk’a:
“–Yâ Rabbi! Sana şükrüm, Sen’den bana verilen ayrı bir nîmettir ki, o da ayrıca bir şükür ister. (O hâlde Sana lâyıkıyla nasıl şükredebilirim?)” dedi.
Allah Teâlâ, Mûsâ -aleyhisselâm-’a şöyle vahyetti:
“–Her nîmetin Ben’den olduğunu bildiğin vakit, Ben de bu bilgini şükür olarak kabul ederim.” (İhyâ, IV, 163)
Şükür borcumuz sonsuzdur. Zira Cenâb-ı Hak, kuluna şükredebilme nîmetini lûtfederse, bunun da ayrıca şükrü gerekir. Bu hep böyle devam eder ve kul için şükrün nihâyetine varabilmek mümkün olmaz. Bundan dolayıdır ki zelleden başka hataları bulunmayan, günahsız peygamberler dahî, Cenâb-ı Hakkʼın nîmetlerine lâyıkıyla şükredememe endişesi içinde Allahʼtan af ve mağfiret dilemişlerdir.
PEYGAMBER EFENDİMİZ’İN MUAZ BİN CEBEL’E TAVSİYE ETTİĞİ DUÂ
Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz de:
“Allâh’ım! Sen’in gazabından rızâna, azâbından affına ve Sen’den yine Sana sığınırım! Sen’i lâyık olduğun şekilde medh ü senâdan âcizim! Sen kendini nasıl medh ü senâ etmişsen öylesin!”[2] niyâzında bulunmuştur.
Böylece Cenâb-ı Hakkʼa lâyıkıyla hamd ü senâda bulunmaktan âciz olduğumuzu ve bu hususta Rabbimizʼin affına sığınmamız gerektiğini ifâde buyurmuştur.
Yine Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz, bir gün Muaz bin Cebel’in elinden tutarak ona şöyle buyurmuştur:
“–Ey Muâz! Allâh’a yemin ederim ki, ben seni gerçekten seviyorum. Ey Muâz! Sana her namazın sonunda:
“Allahümme einnî ala zikrike ve şükrike ve hüsni ibadetik.”
«Allâh’ım! Senʼi zikretmek, Sana şükretmek ve Sana güzelce kulluk etmekte bana yardım et!» duâsını hiç bırakmamanı tavsiye ediyorum.” (Ebû Dâvûd, Vitr, 26)
Demek ki şükredebilmek için de Allahʼtan yardım dilemeliyiz.
Kaynak: Osman Nûri Topbaş, Altınoluk Dergisi, 2015 – Ağustos, Sayı: 354, Sayfa: 032