İslâm devleti mâliye teşkilâtı ve hazînesi. Asr-ı seâdette gelirlerin tpplanması ve dağıtılmasıyla bizzat Peygamber efendimiz alâkadar olurdu. Gelen mallar, mescide götürülür, hepsi hak sahiplerine dağıtılırdı. Büyük-küçük, hür-köle bu dağıtımda eşit hisseler alırdı. Resûlullah efendimiz sallallahü aleyhi ve sellem âhıreti teşrif ettikten sonra bu işleri halîfeler yürüttü.
Hazret-i Ebû Bekr devrinde gelirler, depo olarak kullanılan bir evde toplanır ve buradan hak sahiplerine dağıtılırdı. Bir mikdâr da ihtiyat olarak saklanırdı. Hazret-i Ömer devrinde fetihlerin artması, gelirlerin de çoğalmasına sebeb oldu. Gelir ve giderlerin defterlere yazılması, fazlalığın tesbîti zarureti ortaya çıktı.
Nitekim Ebû Hureyre’nin (radıyallahü anh) Bahreyn’den beş yüz bin dirhem getirmesi üzerine, hazret-i Ömer, minbere çıkıp, Allahü teâlâya hamd ve senadan sonra cemâate şöyle hitabetti: “Ey insanlar! Biliniz ki, çok mikdârda mal gelmiştir. Onu ölçerek taksim etmemi isterseniz ölçeriz. Sayarak taksim edilmesini isterseniz sayarız, tartalım derseniz tartarız” dedi. Eshâb-ı kiram ile bu hususta istişare etti. Bu sırada cemâatten biri; “Ey mü’minlerin emîri! Bir defter tut. Herkes o deftere kaydedilsin. Kimin ne aldığı yazılsın” dedi. Bu teklif üzerine hazret-i Ömer defter tutturdu. Kâtiblere; “Halkı defterlere yazınız” dedi. Onlar da onca Hâşimoğulları ile başladılar.
Sonra halifelik sırasına uyarak hazret-i Ebû Bekr ve kabîlesini, hazreti Ömer ve kabîlesini “Dîvân” adı verilen deftere yazdılar. Hazret-i Ömer yazılanları görünce “Siz müslümanları yazarken Resûlullah efendimize olan akrabalık derecelerini esas alan bir sıra tâkib ediniz, önce Peygamber efendimizin yakınlarını sonra akrabalık bakımından onlardan sonra gelenleri yazınız. Ömer’i de (radıyallahü anh) Allahü teâlânın koyduğu yere koyunuz” dedi.
Hazret-i Ömer, bu faaliyetler devam ederken; “Vallahi dünyâda ne üstünlük kazandıysak, ancak Resûlullah efendimiz sayesinde kazandık. Amellerimizden ecir ve sevâb kazanmamızı da ancak O’nun sayesinde ümid ediyoruz. O bizim şerefimizdir. Kavmi de Arab’ın en şerefli kavmidir” buyurdu.
Hazret-i Ömer, dîvânda isimleri yazılı olanlara maaşlar tâyin etti. İslâmiyet’i önce kabul edenler ve Resûlullah ile müşriklere karşı yapılan muharebelere katılanlara daha fazla maaş bağladı.
Hazret-i Ömer, yeni doğmuş çocuklara Beytülmâldan yüz dirhem tahsis etmişti. Biraz büyüyünce iki yüz dirhem, olgunluk çağına gelince daha da artırdı. Kimsesiz çocuklara ise, yine yüz dirhem tâyin eder, ayrıca, çocuğun yiyeceğini de velîsine aylık olarak verirdi. Bu mikdâr her yıl artardı.
Hazret-i Ömer, maaşlar ve devletin hududlarının genişlemesi sebebiyle bir mikdâr malı ihtiyat olarak Beytülmâlda alıkor, bunu devamlı bulundururdu. Beytülmâlde toplanan malları isrâfdan çok sakınırdı.
Yapılan muharebelerden sonra hazret-i Ömer, Bizans İmparatoruna elçiler göndermişti. Bir defasında da hazret-i Ömer’in zevcesi Ümmü Gül-süm, elçilerle Bizans kraliçesine hediyeler göndermişti. Bizans kraliçesi de, geri dönen elçilerle bâzı kıymetli hediyeler gönderdi. Hazret-i Ömer, gelen bu hediyelerden halîfenin ailesine verilmesi veya Beytülmâla kalması hususunda bir karar vermek için Eshâb-ı kiramı topladı.
Beraber iki rekât namaz kıldıktan sonra istişareye başladılar. Eshâb-ı kiramdan bâzıları, bu hediyelerin halîfe ailesinin şahsî hediyesine karşılık gönderilen hediyeler olduğu, bu sebeble onlara âid bulunduğunu söylediler. Fakat hazret-i Ömer, bu hediyelerin İslâm adına elçilik yapan bir hey’etin seyahati vesîlesi ile verildiğini söyliyerek kendi ailesinin payına düşeni de Beytülmâla bıraktı. Bundan sonra da halîfeye gönderilen hediyeler Beytülmâla devredildi.
Hazret-i Ömer’in müesseseleştirdiği Beytülmâl teşkilâtı, daha sonraki İslâm devletlerinde de devam etmiştir. Emevîler devrinde devlet hazînesine dîvân-ül-harâç deniyordu. Abbasîler devrinde Beytülmâl; zekât malları, mezâlim-i emval ve verese malları kısımlarını ihtiva ediyordu.
Endülüs’te, Emevîlerin kurduğu mâliye teşkilâtı; umûmî hazîne, Beytülmâl ve halîfenin özel hazînesi olmak üzere üç bölümaü.
Umûmî hazînede; vâris bırakmadan vefat eden kimselerin mîrasları, çarşıpazar esnafının ödediği vergiler, yabancı gemilerden alınan gümrük, haraç ve cizye vergileri toplanırdı.
Endülüs’de Beytülmâl ismi verilen müessese, yalnız vakıf gelirleri ile ilgili işleri yürütürdü. Bu dîvânın merkezi, Kurtuba Ulu Camii idi. Bu teşkîlât, dînî müesseselerin korunması, cami görevlilerinin maaşlarının ödenmesi, zekâtların âyet-i kerîmede bildirilen kimselere verilmesi işleri ile uğraşırdı. Beyt-ül-mâlın idaresi halîfenin kontrolünde başladı ve daha sonra ona vekâlet eden vazifelilerce yürütüldü.
Beytülmâlın gördüğü işler: Beyt-ül-mâl, devlet gelirlerini muhafaza eder, gerekli yerlere sarfeder, devletin gelirleri ile giderleri arasında dengeyi sağlamaya çalışır ve bütçenin bütün vazifelerini görürdü.
Beytülmâl, normal hazîne muameleleri yanında, şimdiki merkez bankasının gördüğü bâzı hizmetleri de görürdü. Şöyle ki: Beytülmâlde ihtiyaç hâlinde kullanılmak üzere sekiz ilâ on milyon dirhem arasında değişen bir fon ihtiyat olarak bulundurulurdu. İhtiyâç hâlinde bu fondan faydalandırdı. Meselâ Basra’da Abdullah bin Amir (H. 25-36) ve Ziyâd (H. 45-53) gibi valiler gerek ihtiyâçları, gerekse ticâret için Beytülmâlın bu ihtiyatlarından ihtiyâçları kadar karz (ödünç) alırlardı. Halka da böyle ödünç verirlerdi. Bilhassa mühim işler yapanlara kolaylık gösterilirdi.
Beytülmâl, tüccarlara faizsiz kredi verip kâr ve zararına ortak olurdu. Hazret-i Ömer’in iki oğlu, hazret-i Abdullah ile Ubeydullah ordu ile Irak’a gitmişlerdi. Yolda Basra emîri Ebû Mûsel Eş’arî’nin yanına uğradılar. Görüşmeleri sırasında Ebû Mûsel Eş’arî onlara şöyle dedi: “Basra Beytülmâlından size biraz sermâye vereyim. Onunla, bu yolculuğunuzdan dönüşte biraz ticâret malı alır, orada satarsınız. Sonra ana parayı teslim edersiniz, kâr size kalır” demişti. Onlar da bu teklifi kabul ettiler. Ticâret yaptıktan sonra ana parayı Beyt-ül-mâla teslim ederken, hazret-i Ömer onlara, bunun ne parası olduğunu sormuş, durumu öğrenince, elde ettikleri kârın yarısını emeklerine karşılık vermiş, öteki yarısını da Beytülmâla koymuştur. Bu uygulama, kâr zarar ortaklığının en büyük delîlidir.
Yine Haccâc, bu ihtiyat fonlarından çiftçilere iki milyon dirhem ikraz etmiş, yâni borç vermiştir.
Beytülmâl, yetimlerin mallarını ve kârlarını da muhafaza ederdi. Ayrıca, takas odası hizmetini de görürdü. Bu muamele, bugün merkez bankasının yaptığı işler arasındadır. Beytülmâllar, üzerlerine yazılı senetleri birbirleri nâmına öderlerdi. Bu sebeble Medîneli bir tüccar, parasını Medîne beytülmâlma yatırıp, Basra beytülmâlından alabilirdi. Beytülmâl, bütün bu faaliyetlerinde haram ve helâl olan hususlara titizlikle riâyet ederdi.
Beytülmâl, para işlerini de tanzim ederdi. Başlangıçta, sâdece silik ve züyûf akçeleri kullanılırdı. Haccâc devrinden îtibâren para basılması beytülmâl teşkilâtının murakabesi altında yapılmağa başlandı. Paranın ayarı ve kıymetini muhafaza etmek, Beytülmâlın vazifeleri arasına girdi. Bugün de bu husus, merkez bankalarının en mühim vazifelerinden biridir.
Milletin malı olan Beytülmâlı, hakkı olanlardan başka kimse kullanamazdı. Ayrıca bugünkü işçi sigortalarının ve emekli sandıklarının işlerini de Beytülmâl yapardı. Beytülmâl, işçiden, ine’murdan hiç bir şey almaz, fakir oldukları için, aylık ve ücretlerinden de asla kesinti yapmazdı. İşverenden, tüccardan zekât alırdı. Bu işi hükümet yapar. İşverenlerin, tüccarların defterlerini, hesaplarını inceleyerek zekâtlarını alır, Beytülmâla koyar; isçilere, me’mûrlara, emeklilere; ev, maaş verir, geçimlerini te’min ederdi. Böylece her müslüman rahat ve mes’ûd yaşardı.
Kısacası Beytülmâl, bugünkü mânâda, İslâm devletlerinin mâlî teşkilâtlarını gerçekleştiriyordu. Batı dünyâsı ise bütçe, hazîne ve merkez, bankası mefhumlarına 17. asırda ulaşabilmiştir.
Beytülmâl, İslâm devletine has bir sigortadır. İslâmiyet bu sigortayı şahısların, açıkgözlerin, kendi menfaatlerini düşünenlerin eline değil, devletin “emrine bırakmıştır.. Bu sigorta, başka sigortalara benzemez. Fakirlerden para istemez. Zenginlerden zekâtlarını alır, Beytülmâlda biriktirir. Ayırım yapmadan her fakire yardım eder. Bir aile reîsi ölünce, fakîr ailesine maaş bağlayıp, herkesi mes’ûd eder. Aç ve açıkta kimseyi bırakmazdı.
Beytülmâlda birbirinden ayrı dört cins mal bulunur:
1-Zekât malları: Hayvanlardan, toprak mahsûllerinden alınan ve âşirin, ancak yolda rastgeldiği müslüman tüccardan aldığı zekâtlardır. Beytülmâlda bulunan bu cins mallar, devletin elinde emânet olup, istimlâki hâlinde bu malların ödenmesi îcâb eder. Devlet, bu malları; fakirler, miskinler, zekât me’mûrları, âzâd olacak köleler, cihâd ve hac yolunda muhtaç olanlar, borçlular ve parasız kalan yolcular olmak üzere, yedi sınıf kimseye vermekle mükelleftir. Bu yedi sınıf kimseden başka yerlere verilmesi veya bir kısmının kasten bundan muaf tutulması hâlinde, bunlara Beytülmâlın diğer cins mallarından ödenir. Kısacası, Beytülmâlın bu kısım mallarında devletin mülkiyeti yoktur.
2-Ganîmetin ve çıkarılan mâdenlerin, definelerin beşte biri olup, yetimlere, miskinlere ve parasız kalan yolculara verilir. Bunların üçünde de önce Benî
Hâşim (Haşimoğulları) ve Benî Muttalib olanlara verilir. Petrol gibi sıvı olanlar ile oksidler; tuzlar gibi ateşte erimeyen filizlerden ve denizden çıkarılanlardan bir şey alınmaz.
3-Gayr-i müslimlerden alınan, haraç, cizye ve âşirin bunlardan aldığı maldır. Bunlar; yol, han, mekteb, mahkeme gibi umûmî ihtiyâçlara ve millî müdâfaaya sarf edilir. Memleket hududunu ve memleket içindeki yolları bekleyen müslümanlara, köprü, mescid, havuz, nehir yapmağa ve tamirlerine; imâma, müezzine, hademetil hayrat yğni hayır hizmetlerinde bulunanlara; İslâm ilimlerini, yâni din ve fen bilgilerini okutanlara ve okuyanlara; kadılara, müftîlere, vaizlere ve dîni, milleti, devleti yaşatmak için çalışanlara verilir. Bunlara, zengin olsalar bile; çalışmaları, hizmetleri karşılığında âdete ve ihtiyâç eşyasının değerine göre, uygun bir pay verilir.
4-Vârisi olmayan zengilerin bıraktığı mal ve lukatalar. Lukata; yerde bulunup, sahibi belli olmayan maldır. Sahibine vereceğinden emin olanın, korumak için alması sünnettir. Yerde helak olacak ise, alınması farzdır. “Arayan olursa, bana gönderin!” diyerek iki kimseyi şâhid yapar ve kalabalık bir yerde tarif ederek sahibini arar. Sahibi çıkmayacağını veya bozulacağını anlarsa, aramayıp Beytülmâla verir. Beytülmâl yoksa sadaka verir. Bulan fakir ise kendisi kullanabilir. Birine verildikten veya kullanıldıktan sonra, sahibi çıkarsa ya değerini ödemeyi kabul” eder, yahut bulana veya fakire tazmin ettirir. Tazmin eden sevâb kazanır.
Bu yoldan gelen mallar, hastanelere verilir veya fakir cenazelerini kaldırmağa harcanır, bir de çalışamayacak hâlde olan kimsesiz fakirlere verilir.
Bu dört sınıf malı, hakkı olanlara ulaştırmak hükümetin vazifesidir.
İbn-i Âbidîn (rahmetullahi aleyh), eserinin ikinci cild, elli yedinci sahîfesinde buyuruyor ki: “Beytülmâlın dört hazînesinden birinde mal tükenir ise, diğer üç hazînesinde bulunan maldan buraya ödünç olarak aktarılıp, bu hazîneden hakkı olan yerlere dağıtılır.” Buna göre de, üçüncü hazînede haraç, cizye malı bulunmadığı zaman, din adamlarına ve cihâd edenlere birinci hazînedeki zekât ve öşür mallarından verilir.