Belirli bir şekilde, bir malın başka bir mal karşılığında verilmesine satım denir. Satımlar, sahîh ve fâsid olmak üzere iki kısma ayrılır. Sahîh olan kısım, satışın şart ve rükünlerini ihtivâ eden satıştır. Fâsid satış ise şart ve rükünlerden birini ihtivâ etmeyen satıştır.
İslâm dini kâr için bir sınır getirmemiş, yüzde şu veya bu kadar kâr edilecek diye bir kayıt koymamıştır. Arz ve talebe bırakmıştır. Ancak İslâm dini, güzel ahlâk ve takvayı emretmek ve yasakladığı hile ve fahiş fiatın önüne set çekmekle bunun hududunu göstermiş oluyor. Müşteriyi aldatacak kadar fahiş bir fiyatla malı satmak ise caiz değildir.
Rasûlullâh -sallallâhu aleyhi ve sellem- buğday satan bir adama rastladı. Satıcıya:
“Nasıl satıyorsun?” diye sordu.
Adam da kendince anlattı. O esnada Rasûlullâh sallallâhu aleyhi ve selleme:
“Elini onun (buğdayın) içine daldır!” diye vahy (işaret) edildi.
Allâh Rasûlü -sallâllâhü aleyhi ve sellem- de elini daldırdı ve buğdayın ıslak olduğunu gördü. Bunun üzerine,
“İnsanların görmesi için ıslak olanı üst tarafına koysaydın ya! Aldatan bizden değildir.” (Müslim, İman, 164) buyurdu.
Hadîs-i şerîfte ifade edildiği üzere İslâm iktisâdî sistemi, ticâretin temelini doğruluk ve dürüstlükle ferd ve cemiyete hizmet anlayışı üzerine kurmuştur.
İslâm’a göre; alıcı ve satıcı, bir mal alırken onu kasden yermemeli, satarken de değerinden üstün gösterecek ifâdeler kullanmamalıdır. Muhâtabın zaafından istifâde ederek fiyatlarda teâmülün (fiyat standardının) üzerine çıkmamalıdır. Gabn-i fâhiş’e (kandırmaya) girmemeli, karaborsa, fâizcilik, tartı ve ölçüde hîle yapmamalı, yemîn etmekten kaçınmalı, toplumun zarârına olan harâm malları alıp satmamalıdır.
Ticâretin kâidelerini Hazret-i Peygamber -sallâllâhü aleyhi ve sellem- ne güzel koymuştur:
“Alışverişte vukû bulan lüzumsuz sözler ve yemînler olur. İşe şeytan ve günâh karışır. Ticâretinizi sadaka ile karıştırınız (temizleyiniz)!” (Ebu Davud, Büyû 1; Tirmizi, Büyû 4; Nesai, Eyman 7)
“Tüccârlar kıyâmet günü fâcirler olacaklardır. Ancak dürüst ve doğrulukta bulunanlar müstesnâ…” (Tirmizî, Büyû , 4; İbn Mace, Ticârât, 3)