Zekâtı haram yerlerde harcayacağını bildiğimiz kimselere vermemiz doğru olur mu? veya İçki, kumar gibi haramları işleyen kimseye zekât ya da fitre verilebilir mi?
Allahü teala, namaz kılmayı nasıl emretmişse, zekât vermeyi de aynı şekilde emretmiştir. Bu nedene Yüce Allah Tevbe Suresinin, 60. ayet-i kerimesinde zekâtın kimlere verileceğinide açıklamıştır.
Müslüman günahkârına da zekât vermek câizdir. Ancak dindarları, ahlâklı ve faziletli fakirleri tercih etmek onları teşvik ve takviye mânâsına da geldiğinden helâl ve hayırlı yerlere harcayacak kimselere zekât verilmeli. İçki parası, tiyatro, sinema harçlığı vermek tarafım tercih etmemelidir.
Ayrıca Zekât, Tevbe sûresinin 60. âyetinde sayılan başta yoksullar olmak üzere sekiz sınıf insana verilir. Dolayısıyla bu görevin yerine getirilmesi sırasında dinî hassasiyeti olan fakirlere öncelik verilmesi tavsiye edilirse de müslüman olmak kaydı ile bazı haramları işleyenlere de verilebilir.
Gayrı meşru işler yapan ve verilen zekâtı bu işlere harcayacağı tahmin edilen yoksul bir kimseye ailesinin ihtiyaçlarını göz önüne alarak zekât vermek gerektiğinde, zekâtın nakit olarak değil de gıda veya giyim eşyası olarak verilmesi uygun olur.
Zekât musluğunun daha çok nerelere akıtılması gerektiği hususunu Bediüzzaman Hazretleri veciz bir şekilde anlatır. Üstad Bediüzzaman, kendisine tevcih edilen bir sual vesilesiyle zayıflamaya yüz tutan, İslâmî hissiyatın canlanması ve Müslümanların güç kazanması için zekâtı mühim bir çeşme olarak gösterir. Üstad’ın bu husustaki görüşlerini sadeleştirerek şöyle özetlemek mümkündür:
“Büyük bir çeşme var. Şimdiye kadar yanlış yerde kullanılarak verimsiz topraklara akıtılıp bazı dilenci ve acezenin gelişip yeşermesine sebep oldu. Bu çeşmeye güzel bir kanal yapınız. İslâmî hizmetlerinizle şu havuza dökünüz. Sonra da kemâlat bostanınıza su veriniz. Bu hiç tükenmez ve bitmez bir kaynaktır.”
“Devam eden ifadelerde de İslâmın yayılması ve milletin ilerlemesi ve diğer gelişmiş milletlerin seviyesine ulaşılabilmesi için zekâtın millet menfaatine harcanmasını istemektedir: “Eğer ezkiya (zeki insanlar) zekâvetlerinin (zekâlarının) zekâtını ve ağniya (zenginler) velev zekâtın zekâtını milletin menfaatine sarf etseler, milletimiz de başka milletlere yolda karışabilir.” (Said Nursî, Münazarat, Sözler Yayınevi, 1977, s.52)
Osmanlı Devletinin son devrinde işlemez ve kendisinden arzu edilen hizmeti veremeyecek şekilde bozulmaya yüz tutan medreselerin maddi ihtiyaçlarının temininde zekâtı en büyük bir kaynak olarak gören Bediüzzaman Said Nursî, bu müesseselerin gelişmesi için zenginlerin zekâtlarının zekâtını buralara aktarmalarının kâfi geleceğini belirtmektedir. (bk. age. s, 74)
Evet, zekât gibi İslâmın en güçlü mâlî yardım müessesesini dinî hizmetlerin mesafe almasına harcamak bu zamanda âdeta vaz geçilmez bir vecibe haline gelmiştir. Zekâtı bazı fakir ve yoksullara münhasır kılarak o geniş daireyi daraltmak, güç şartlarla dinî hizmette bulunan kişi ve kuruluşların hareket imkânını kısıtlamaz mı? İslâmın kurduğu ve ihyasına çalıştığı bir müesseseyi yine onun gelişmesi için harcamak kadar tabiî ne olabilir? Bunun için, Müslüman gençliğin eğitim hizmetlerine yardımcı olan, çeşitli faaliyetleriyle İslâmın sesini geniş kitlelere duyurmaya, İslâmî meselelerin müdafaa ve korunmasına gayret gösteren kuruluş ve vakıfları zekâtla güçlendirmeye çalışmak en güzelidir ve en isabetlisidir.