“Menâhâ”dan geçiyorduk, ikindi olmuştu.
çıkınca karşıma sevgilimin yeşil yurdu,
gözüm karardı, atıldım çekici kucağına;
yarıp cemaati düştüm direklerin dibine.
sonunda bir yere, fakat, gömünce varlığımı,
yavaş yavaş o demin duyduğum derin heyecan,
içimde dondu da bir titreme koptu ruhumdan;
ki varlığımdaki her zerre ayrı ayrı ürperdi!
önümde Allah sevgisi ve saygısıyla titrerdi.
yer yer kabaran rengarenk sayfalarıyla
donmuş gölgeler halinde bir sessiz dünya!
evet, o koskoca âlem…tunuslu, afganlı,
transvalli, buharalı, Çinli, sudanlı,
habeşli, hiveli, kaşgarlı, yerli, hersekli,
serendib’in, cava’nın, mağrib’in bütün şekli,
kısaca attığı kollar, batı tarafından.
cihan cihan dolaşıp doğunun son noktasına giden,
o asil ailenin sayısız evlatları,
hûzur içinde bırakmış bu mahşer âbâdı.
ne manzaraydı allah’ım o sessiz karmaşa!
ki seyrederken ansızın vecde geldi ruh ve melekler âlemi,
coşup beşi birden yanık minarelerin,
huda’yı bağrına basmış yığın yığın insanın,
gömülmüş olduğu okyanusu dalgalandırdı;
deminki mahşeri inletti, sûru andırdı.
birinci “ eşhedü en-la ilahe illallah”
seslenişiyle dönerken gökyüzüne doğru yüzler,
peygamberin tertemiz kabrinin de aynı kabulü,
derinden gelen seslerle tekrarladığı duyuldu.
yüzler o sesleri yankılayan yere dönmüştü şimdi.
artık çevreye hakim olan onun sesleriydi.
ikinci şahadet dalgasıyla aynı uzun yankı
allah’ın birliğini yerden için için ilan etti.
üçüncü defa yapılan şahadetle birlikte sardı mesafeleri,
muhammet’in sonsuzlukta karar kılan hatırası
nasıl bir uğultuydu o hatıranın peşinden dalgalanan!
nasıl uyanmadı bilmem ki uykudan cânan?
çevresi bunca zamandır ki inliyor az mı?
kıyametin kopmasına kadar yoksa hiç uyanmaz mı?
nasıl sığar ki allah’ım hayale, akla,
şu cananın yattığı yeri kucaklayan demir kafes,
yerinden oynamayan dağ kadar vücudunda,
bütün bu coşkuyu, ürpermeleri duysunda,
o ezeli sevgili hassas ve nazik ruhu ile,
uyanmasın koca bir mahşerin iniltisiyle?
minareler yeniden “ lâ ilahe illâ’llah”
seslenişleriyle coşarken birden ayağa kalkan
yerdeki saflar varıp durdu allah’ın huzuruna;
bir gürültüsüz inilti yayıldı bütün uzaklıklara.
önümde mazlum ümmetiyle peygamber;
gözümde sel gibi yaşlar, içimde titremeler;
ne irademe sahip, ne alışkanlıklarıma tâbi.
bu insan kasırgası ortasında kararını kaybetmiş,
sularla engine düşmüş bir sandal gibi,
-ki şimdi üste çıkar, şimdi bulmak üzre dibi,
iner iner silinir şimdi tâ uzaklarda.
yavaş yavaş kabaran dalgalarla kalkar da,
görünür yeniden öyle çalkanıp durarak;
acz içinde yere kapandım nihayet kendimden geçerek!
ayılmışım ki; o dehşetli kasırga, o coşku,
durgun bir hale dönüşmüş de, bekliyor dehşet içinde.
inince yerlere mahfilden sonunda bir inilti,
boşandı gitti o binlerce gönülden “amin!”
boyun bükük, kol açık gökyüzüne, göz kapanık;
ne inliyor o cemaat, ne inliyor artık!
fezayı dolduran eller ki allah’a yalvarıyor;
yarıp da boşluğu bir nur desteği arıyor!
bu başka başka diller, bu karmakarışık sesler,
birer yakarış idi Allah’a…üstelik hep aynı yakarış.
evet şu önde duran ihtiyar serendipli,
ya arka saflara düşmüş zavallı mağripli,
dalıp dalıp gidiyorken merhamet semâsına,
gerek bu dünyaya ait, gerekse âhirete,
ne istesin ki onunla beraber ben de istemeyeyim?
şu ben ki herbirinin ayrı ayrı kardeşiyim.
ezelde konuşan ruhlara ayrılık var mı?
dünya yıkılsa bu birlik yerinden oynar mı?
olunca minberimiz, arş’ımız, hüdâ’mız bir;
benim de beklediğim nur, onun da gayesidir.
henüz dua ediyordum ki,” ya Rasulallah!”
sesi kükreyerek kanatlanmış bir siyah hayal,
basıp eşikleri tutmuş yığınla gölgelere,
süzüldü uçtaki babüs selam önünde yere.
korkunç haykırışı hâlâ fezada çınlardı,
ki yeniden yükselip yardı geçti uzaklıkları.
düşünce peygamber kabrinin ayaklarına,
sarıldı göğsüne çarpan demir kuşaklarına.
dikildi sevgili’nin kabri önünde kendinden geçerek,
inleyerek diyordu ki;
“ ey nebi! şu halime bak,
nasıl ki gün kızınca bağrı yanar çölün,
benim de ruhumu yaktıkça yaktı ayrılığın.
temiz ocağına can atmak istedim durdum,
gerildi karşıma yıllarca ailem yurdum.
“ tahammül et” dediler,hangi bir zamana kadar?
tahammül ne kadar uzasa da onun da bir sonu var.
gözümde tüttü bu andıkça yandığım toprak,
önümde durmadı artık, ne ev bark, ne ocak.
yıkıldı hepsi ben açtım sudan ülkesini,
üç ay mekke diyip çiğnedim çölü,
kemiklerim bile yanmıştı belki sahrada,
yetişmeseydin eğer ya muhammed imdada.
eserdi kumda yüzerken serin serin nefesin,
akarsular gibi çağlardı her tarafta sesin.
iraem iradene boyun eğdiği günden beri,
bana yollarda bir an bile durmak haram oldu.
yaratılışın bütün ihtişamlı eseriyle dertleştim,
gecelere derdimi döktüm, dağları söylettim.
aylarca yanıp tutuşmaktan yummadım gözümü,
yıldızlara sor ki bu kirpikler uyku görmüş mü?
ayrılık eziyetine katlandım elli üç senedir.
sonunda alnıma çarpan bu zalim örtü nedir?
beş altı sineyi ayrılık acısıyla bırakarak,
sana gelen yüreklere mahrumiyet mi, yoksa merhamet mi gerek?
demirden örtüne kaldır temiz mezarından,
bu hasta ruhumu artık ayırma toprağından…
nedir o meşale? nurun mu ya Rasulallah!
sessizlik içinde bir an geçti.. sonra bir kısa “ah”
ne gördüm? oh!.. serilmiş yere sudanlı…
başında ağlayarak bir zavallı seylanlı,
öpüp öpüp kapıyor elleriyle gözlerini.
dışarı çıkarılıp bitince yıkanıp kefenlenmesi,
bakî’ya gitti şehidin fâni vücudu,
ancak haremden ayrılmadı ölümsüz ruhu.
Dursun Ali Erzincanlı Necid Çölleri Sözleri
Paylaş