Dişi ağrıyor gibi bir eli yüzünde, başını sağa sola sallaya sallaya içeri girdi. Biyandan elini yanağına vuruyor, biyandan da,
– Tuh rezil olduk, rezil olduk… diyip duruyordu.
Oysa çok kibar bir adamdır. Kapıdan girer girmez, daha selam bile vermeden “Tuh, rezil olduk…” diye dövünmesine pek şaştım.
– Hoş geldiniz, dedim, buyrun… Oturun rica ederim…
– Rezil olduk, rezil…
– Nasılsınız?
– Daha nasıl olalım; nasıl olacağımız kaldı mı, rezil olduk işte… Tuuu!….
Başına bir felaket geldi sandım, belki de ailesinden yana bir felaket.
– Yerin dibine geçtik, iki paralık, iki paralık olduk.
– Neden, ne oldu da?…
– Daha ne olsun, bir kart uyuz eşeği adama ikibinbeşyüz liraya sattılar.
Biraz geri çekilip, dikkatle yüzüne baktım: Yoksa çıldırmış mıydı? Korktuğumu saklayacak değilim. Karımı çağırmaya bahane olsun diye,
– Bir kahve içer misiniz? dedim.
– Bırak şimdi kahveyi, dedi, rezil olduk… Bir nalsız kart eşek ikibinbeşyüz lira eder mi?
– Hiç eşek alıp satmadığımdan bilemeyeceğim…
– Canım, ben de eşek cambazı değilim ama, bir eşeğin ikibinbeşyüz lira etmeyeceğini bilirim…
– Sinirleriniz mi bozuk sizin?
– Bozuk ya… Benim sinirim bozulmasın da kimin bozulsun? Siz hiç ikibinbeşyüz lira eden eşek gördünüz mü?
– Aşağı yukarı yirmi yıldan çok oldu, hiç eşek görmedim…
– Ben size bir eşeğin ikibinbeşyüz lira edip etmeyeceğini soruyorum.
– Ne diyeyim bilmem ki… Marifetli bir eşekse, belki o kadar eder…
– Ne marifeti canım efendim, eşek bu.. Nutuk atacak değil ya… Basbayağı eşek işte… Üstelik, hem uyuz, hem de kart… Adama ikibinbeşyüz liraya sattılar. En kötüsü de ne biliyor musunuz, bu satışa ben alet oldum.
– Yaaaa… Nasıl oldu bu iş?
– Ben de onu anlatmaya geldim… İstanbul Üniversitesi’nden, Amerika’nın davetlisi olarak karımla gitmiştik ya… Biliyorsunuz, Amerika’da bir yıl kalmıştık.
– Biliyorum.
– Amerika’da bir profesörle tanıştım, dost olduk… Bana çok yardım etti. Çok iyiliği oldu. Türkiye’ye dönünce de mektuplaşmaya devam ettik… Türk dostu, Türkler’i çok seven bir adam… Bir mektubunda, bir arkadaşının Türkiye’ye geleceğini, bu arkadaşının antika halı uzmanı olduğunu, halı üzerine hazırlayacağı bir kitap için Türkiye’de inceleme ve araştırmalarda bulunacağını yazdı ve bu mektubunda bu arkadaşına yardım edip edemeyeceğimi soruyordu.
Ben de, halı uzmanı olan arkadaşı, üniversitenin tatil olduğu aylarda Türkiye’ye gelirse, kendisine memnunlukla elimden gelen yardımı yapacağımı cevabımda bildirdim. Halı uzmanı da önce Hindistan’a, İran’a gidip oralarda inceleme ve araştırmalar yaptıktan sonra Türkiye’ye geleceği için, zaman bana da uygun düşüyordu.
Halı uzmanı temmuz ayında geldi. Amerikalı profesör arkadaşımdan, benim adresimi, telefon numaramı almış gelirken. Kaldığı otelden bir gün bana telefon etti. Ben de kalkıp otele gittim. Cin gibi bir adam. Alman asıllı bir Amerikalı. Galiba Yahudilik de var, belki Alman Yahudisi de sonradan Amerikalı olmuş.
Daha önce dolaştığı yerlerden dört büyük bavul dolusu halı, kilim, heybe getirmiş. Bavullarını açıp antikalarını gösterdi. Bunlar, çok eski halı, kilim, heybe parçalarıydı… Topladığı parçalardan çok memnun görünüyordu. Bunların, değeri ölçülemeyecek bir hazine olduğunu söylüyordu. Hele, ancak üç karış eninde, beş on kanş boyunda bir eski halı parçası vardı, bunun en azından otuzbin dolar değeri olduğunu söylüyordu. Ama o bunu, bir İranlı köylüden bir dolara satın aldığını övünerek anlatıyordu. Üstelik İranlı yoksul köylü, bir dolar karşılığı olan dinarlarını eline alınca şaşırmış da, sevincinden dualar etmiş.
O eski halı parçasının neden bu kadar çok para ettiğini sordum. “Çünkü” dedi, “bu halının her santimetrekaresinde seksen ilmik var. Bu bir şaheserdir.” Âdeta şehvetli bir istekle durmadan halı üstüne bilgi veriyordu. Şimdiye kadar en çok, santimetrekaresinde yüz ilmik olan bitek halı varmış yeryüzünde, o da bilmem hangi müzedeymiş, bir duvar halısıymış.
Bir keçe gösterdi, “Bunu elli sente aldım” dedi, keyfinden kurnaz kurnaz gülüyordu. “Bu keçe de en az beşbin dolar eder” dedi. “Nasıl bu kadar ucuza alabiliyorsunuz bu kıymetli eşyaları?” dedim. “Kırk yıldır bu işle uğraşıyorum” dedi, “bizim de kendimize göre usullerimiz vardır.”
Sonra öyle usuller anlattı ki, şaşkınlıktan ağzım açık kaldı. Halı albümüyle, halı üstüne üç kitap yayımlamış. Dünyadaki en zengin bikaç halı koleksiyonundan birine de o sahipmiş.
Anadolu gezisine çıktık. İl il, ilçe ilçe dolaşıyorduk. Camilerdeki, kendince değerli bulduğu halıların renkli fotoğraflarını çekiyor, durmadan notlar alıyordu. Bikaç kişiden eski heybeler, halılar, keçeler, kilimler de satın aldı. Söylediğine göre burda aldıkları, Hindistan’da, Afganistan’da, Çin Türkmenistan’ında, İran’da aldıklarının yanında hiç kalırmış. “Çok değerli Türk halıları da vardır ama, hiç rastlamıyoruz” dedi.
Arkeolojik kazılar yapılan bir bölgeye geldik. Bir Amerikan, bir de Alman arkeoloji heyeti, beş on kilometre arayla kamp kurmuşlar, kazı yapıyorlar. Yerin altını üstüne getirmişler, dağları tepeleri hallaç pamuğu gibi atmışlar. Tepeler unufak olmuş, toprak tiftiği atılmış.
Kazı yapılan yer, aşağı yukarı bir kasaba genişliğinde. Biçok çadırlar kurulmuş. Buralarda, İsa’dan önce onuncu yüzyıldan günümüze kadar bikaç uygarlık, toprağın altında üstüsteymiş. Yerin altından bir değil, bikaç şehir çıkarmışlar, saraylar, mezarlar filân…
Çok ilginç bir yer olduğu için, tarihe ve arkeolojiye meraklı turist arabaları buralarda cirit atıyor. Her iki üç kilometrede bir, beş on turiste rastlanıyor.
Kazı yapılan yerlerin dolaylarındaki köylüler de buraya dolmuşlar, yer altından bulup çıkardıkları tarihi, arkeolojik çanak çömlek parçalarını turistlere satıyorlar. Turistler bunları kapışıyor. Köylü çocuklar bile yol boylarına dizilmişler, turistlere, yer altından çıkardıkları halkaları, yazılı taşları, kırık vazo parçalarını satıyorlar. Küçük küçük yalınayak kızlar oğlanlar “Van dalır”, “Tuu dalır…” diye çığrışarak turistlerin üstlerine koşuyorlar.
Nasıl olsa buralara kadar gelmişken, ben de hatıra olsun diye bişey alayım dedim. Ancak on yaşında görünen sarı saçlı bir kızın elinde bir vazo kulpu, yanındaki oğlanın elinde de adam kafası biçiminde küçük bir mavi taş vardı. Bu mavi taşın bir yüzük taşı olabileceğini düşündüm.
– Kaça yavrum onlar?… dedim.
Kız vazo kulpuna kırk lira, oğlan da insan kafası biçimindeki mavi taşa onbeş lira istedi.
Bildiğimden değil ya, ucuz alayım diye,
– Pahalı… dedim.
Kızla oğlan, büyük bir adam gibi anlatmaya başladılar. Hiç pahalı olur muymuş! Babası günlerce toprağı kazmış da, yerin beş metre altında bulmuşlar onları.
Alacaktım. Ama halı uzmanı Amerikalı arkadaşım, bunların ne tarihi, ne arkeolojik değerleri olduğunu anlattıktan sonra Doğu’da gezip dolaştığı her yerde durumun aynı olduğunu söyledi: “Oralarda da tıpkı böyle işte. Turistlerin uğrağı olan kazı yerlerinde köylüler, kadını erkeği, çoluk çocuk turistlerin önlerini keserler. Ellerine ne geçmişse, antika diye yuttururlar.”
Bu kurnaz köylüler, eski eserleri öylesine ustalıkla taklit ederlermiş ki, ünlü arkeologlar bile aldanır, ora köylülerinden yüksek fiyatla bunları satın alıp kazıklanırlarmış Hatta bir Amerikalı turiste, tüylerini tıraş ettikleri bir çoban köpeği leşini, kral mumyası diye yutturmuşlar. Bu dalavereleri anlatırken kıh kıh diye sesler çıkararak kurnaz kurnaz gülüyordu. Ama sahteci köylülerin yaptıkları bu taklit eşya da yabana atılır şeyler değilmiş yani, büyük hüner, ustalık işiymiş. Mesela demin çocuğun elinde gördüğünüz, insan kafası biçimindeki küçücük mavi taş… Kolay mı, böyle bir iş yapmak…
Kiraladığımız cipte gidiyorduk. Hava da çok sıcak… Yol üstünde iki üç kavak ağacı bir de kuyu gördük. Gölgede yemeklerimizi yiyecektik. Kavağın gölgesine uzanmış yaşlı bir köylü uyukluyordu. Köylünün az ötesinde de bir eşek otluyordu.
Yaşlı köylüyle selamlaştık, konuşmaya başladık. Köylünün sözlerini İngilizceye çevirip Amerikalı’ya aktarıyordum.
– Buradaki köylerde ne yetişir daha çok?
– Hiç de bişey yetişmez… dedi. Eskiden ekim biçim vardı, tahıl yetişirdi. Ama bu kazılar başlayalı beri, var bir yirmi senedir, köylü iyice tembelleşti, hiç bişey ekmez oldu gayri…
Amerikalı,
– Aynen başka yerler de böyle, dedi.
Yaşlı adama,
– Peki neyle geçinir köylü? diye sordum.
– Yerin altından çanak çömlek kırığı, taş maş parçaları çıkartmak moda olduğundan beri, köylüler işi boşladılar, kazmayı kapan kazdı toprağı, ne bulduysa, ne çıkardıysa, buralara doluşan ecnebilere sattı boyuna…
Amerikalı,
– Aynen, başka yerlerde olduğu gibi… dedi.
Köylü,
– Bizim bura insanları çok bir alçaktırlar, dedi, memleketin bütün hazinelerini yok fiyatına sattılar ecnebiyeye… Toprakların altında öyle taş direkler, mezarlar çıktı ki, bunların değerini bulup sataymışız, daha böyle on Türkiye yeniden kurulurmuş. Bu senin ecnebiye dediğin de kimler? Hepsi hırsız… Toprağın altından çıkan antikaları çalıp çalıp kaçırdılar… Burdan kaçırdıklarını götürüp kendi memleketlerine koca koca şehirler kurmuşlar yeniden onlarla… Kimisi kendi kazıp çıkardı, kimisi köylünün çıkardığını, kandırıp elinden bedavaya aldı…
Amerikalı,
– Aynen, başka yerlerde de böyle olmuştur… dedi.
– Artık, dedi, toprağın altında da çıkaracak bir bok kalmadı… Varsa da kulak asma, hükümet gözünü açtı gayri, kimseye bişey kaptırmıyor. Bu ecnebiye eğer gene çalıyorsa, hükümetten çalıyordur. Ula ki, hükümet kendisi satıyordur değer fiyatına…
Amerikalı,
– Evet, dedi, aynen başka yerlerde de böyle olmuştur.
– Öyleyse köylüler şimdi nasıl geçiniyor?
– Sonra… Buralarda altı köy vardır. Evlerine git, bir çul çaput parçası bile bulamazsın, ne bardak, ne desti, ne çanak… Hepsinin evi tamtakır…
– Neden?
– Neden olacak, bu turistlere satıyorlar. Evlerde bir kıymık kalmadı. Her neleri varsa hepsini antikaya çevirip satıyorlar. Toprağın altında çürütüp, paslandırıp, bozuk antikaya çeviriyorlar. Bizim bura insanının ahlâkı iyice bozuldu bey. Geçen gün, bacak kadar bir oğlan, bir de baktım, benim eşeğin boynundan boncukları çalıyor. Boncukları çalıp da toprağa gömecek, anladın mı, sonra topraktan çıkarıp antika diye yutturacak… Evlerde gelinlik kızlar hep antikacı kesildi, parmak kadar bir taş eline geçiren, kesip oyup, olmadık hüner çıkarıyor ortaya… Eşek nalından madalya, eski para yapıyorlar.
Amerikalı,
– Ben size söylemiştim ya, dedi, başka yerlerde de aynen böyledir.
Yaşlı köylüye,
– Sen nasıl geçiniyorsun, ne iş yapıyorsun? dedim.
– Ben eşek alıp satarım… dedi.
Bunu söylerken de, kuyudan su çekip, kuyu yalağında eşeğine su verdi. Eşek su içerken Amerikalı birden fırladı eşeğin yanına gitti. Biz köylüyle konuşuyorduk.
– Eşek ticaretiyle geçinebiliyor musun?
– Hamdolsun… Beş senedir bu işle geçinirim, şükürler olsun…
– Ne kazanırsın mesela?
– Hiç belli olmaz.. Eşeğine göre…
– Bir eşeği ne kadar zamanda satabilirsin?…
– Hiç belli olmaz… Bazı bakarsın, üç ay, beş ay eşek satılmaz, elinde kalır… bazı da bakarsın bir günde beş eşek birden satılmış…
Amerikalı yanıma geldi. Pek heyecanlıydı.
– Aman, dedi, aman… Eşeğin üstünde bir halı parçası var, gördün mü?
İngilizce konuştuğu için köylü anlamıyordu. Eşeğin sırtında eski püskü, çamurdan bir çul vardı…
– Şu pis bez mi? dedim.
– Aman, dedi, bu bir harika, bir şaheser… Demindenberi siz burda konuşurken, ben o halıyı inceliyordum. Renkler de, desen de harika, işçilik fevkalade…. Santimetrekaresinde tam yüzyirmi ilmik var. Dünyada böyle bişey görülmemiş, emsalsiz bişey…
– Satın alacak mısınız? dedim.
– Evet, ama… dedi, köylü halıyı alacağımı anlamasın… Ben bunları çok iyi bilirim. Atacakları eski, yırtık çarığı satın almaya kalksan, demek bunun kıymeti varmış, demek antikaymış diye dünyanın parasını isterler. İstedikleri bişey değil, ne kadar para versen gözleri doymaz, fiyatı yükseltirler boyuna… Onun için köylüye çaktırmayalım…
O sırada yaşlı köylü,
– Ne dangırdıyor gavur, fan fing ediyorsunuz… dedi.
– Hiç, dedim, buralarını çok sevmiş de…
– Sevilecek nesi var buralarının, kel kıraç tepeler işte…
Amerikalı,
– Ben size ucuza satın alma metodlarım var demiştim ya, bakın şimdi bir metod kullanacağım., dedi.
– Nasıl?
– Halıya istekli olmayacağız, eşeği satın alacağız. Tabii bu köylü halının kıymetini bilemediğinden, biz eşeği alınca eski çulu da eşeğin sırtında bırakacak… Biz sonra halıyı alır, az ilerde eşeği salıveririz. Siz şimdi benim eşeği satın almak istediğimi söyleyin köylüye…
Köylüye,
– Sen eşek satıyordun değil mi? dedim.
– Hee, eşek satıyorum… dedi.
– Mesela bu eşeği kaça satarsın?
– Alıcısına göre…
– Biz alıcı olsak…
Güldü.
– Benimle dalga mı geçiyorsunuz? Sizin gibi bey takımı eşeği n’idecek?
– Ne yapacaksın sen canım… Alalım biz bu eşeği. Kaça vereceksin?
– Alıcısına göre, dedik ya… Sen mi alacaksın, yoksa bu gavur mu?
– O alacak…
– Ne milletten o herif?
– Amerikalı…
– Hımmmm… Yabancı değelmiş, bizden sayılır… Yahu, bu gayetle kart bir eşektir, söyle ona, bu eşek işine yaramaz.
Amerikalıya söyledim.
– Aman çok iyi, demek ucuza verecek… dedi.
– Kart olsun, razı o…
– Amerikalı’ya ayıp olur canım, sonra herif memleketine gider de Türkler beni kazıkladı, der.
Amerikalı’ya söyledim.
– Türk köylüsü çok saf, çok doğru insan… dedi, başka yerlerde olsa hemen satarlardı. Madem ki o bu kadar iyi kalpli bir adam, ben de ona çok para vereceğim.
Köylüye,
– Amerikalı razı… dedim.
– İyi ama Bey, bu eşek Amerika’ya varmadan yolda ölür. Hemi de bu eşek uyuzdur gayetle, herbir yanı vıcık uyuz…
– Sana ne canım, istiyor adam…
– Allah Allah… Yahu, bu kancık eşek değel ki bir işine yarasın.. Ne yapacak bu uyuz kart eşeği?
– Nene gerek senin?… Sen alacağın paraya bak… Kaça veriyorsun şimdi bu eşeği?
Köylü,
– Çok merak ettim, dedi, hele bir sor o Amerikalı efendiye, onun memleketinde hiç eşek yok muymuş…
– Sizin memlekette eşek yok mu, diye soruyor.
Amerikalı biraz düşündükten sonra,
– Var ama, dedi, böylesi yokmuş, deyiniz…
Köylüye söyledim.
– Hımmmm…. Demek Amerikan eşeğini beğenmiyor da Türk eşeğine meraklı. Eh ne yapalım, benden günah gitti… Ben eşeğin herbi kusurunu saydım. Şimdi ecnebiyeden bir herifin hatırını kıracak değiliz ya, bir uyuz eşek için… Satalım öyleyse…
– Kaça?
– Sizin için onbine olur…
– Nee? Deli misin sen yahu, çıldırdın mı? En halis Arap cinsi koşu atı iki üç bin lira…
– Öyleyse eşeği n’idecek, koşu atı alsın en halisinden…
Amerikalı’ya adamın onbin lira istediğini söyleyince,
– Ben demedim mi, dedi, alıcı oldun mu, bunlar böyledir işte… demek kıymeti yüksekmiş diye çok para isterler. Ya halıyı almaya kalksaydık, yüzbin lira isterdi. Şimdi ben bu eşeğe onbin lira veririm. Ama, vermeye kalksam, ellibin ister… Onun için sıkı pazarlık etmeli..
Köylüye,
– Doğru söyle dedim, sen bu eşeği kaça aldın?
– Bende yalan yok, dedi, bak şimdi abdestliyim, yalan söyleyecek değilim ya… Ben bu eşeği, derisinden çarıklık çıkarmak için beş liraya aldım. Nasıl olsa bugün yarın geberir, ben de derisini yüzerim… Başka da bir işe yaramaz…
– İnsaf yahu… Beş liraya aldığın eşeği, nasıl onbin liraya satmaya kalkıyorsun?
– Canım biz satıcı olmadık, siz alıcı oldunuz.. Kart dedim, olsun diyor adam. Uyuz dedim, razı.. Kancık değel dedim, gene istiyor. Yarına çıkmaz ölür dedim, iyi diyor gene… Hele az daha unutacaktım, topal da bu eşek, ard ayağı aksar bunun…
– Olsun..
– Gördün mü? Demek bir kıymeti, bir kerameti var bu eşeğin benim anlayamadığım. Yoksa bu Amerikalı gavuru, ne diye uyuz ve de kart ve de erkek ve de topal bir eşeği almaya kalksın… Değil mi? Onbin… Aşağı kurtarmaz… Veremem…
Amerikalı’ya,
– Aşağı inmiyor, verelim mi onbini?… dedim.
İki saat pazarlık ettik. Arada bir vazgeçmiş gibi görünüp yürüdük. O hiç aldırmadı. Dönüp geldik yanına…
– Döneceğinizi biliyordum ben sizin… dedi.
– Nerden biliyorsun? dedim.
– Bilinmez mi canım? Böyle bir kelepir eşek düşürmüşsünüz, kaçıracak değelsiniz ya…
Cipin şoförüne, cipi götürüp, ilerde yol üstünde bizi beklemesini söyledim. Eşeği orda başıboş bırakıp cipe binecektik.
Neyse efendim, çekişe çekişe pazarlıktan sonra ikibinbeşyüz liraya uyuştuk. Paraları saydık eline. Köylü de, sırtındaki çulu alıp eşeğin yularını elimize verdi.
– Hadi hayrını görün! dedi.
Sonra da ekledi:
– Herhal ucuz gitti bizim kart uyuz eşek ya, neyse… Malın hayrını görün.
Amerikalı’nın gözleri açılmış, köylünün elindeki halı parçasına bakıyordu. Şimdi ne olacak?
– Aman belli etmeyelim, dedi, eşeği alıp biraz gidelim, sonra hiç umursamazdan gelip dönelim, “Aman eşeğin beli üşür, şu çulu ver de üstüne örtelim” diyelim… Adam, asıl halı parçasını istediğimizi sakın anlamasın…
Eşeği ipinden tutup yürüdük. Yürüdük dedimse lafın gelişi, biraz zor yürüdük… Amerikalı arkadan iter, ben önden çekerim, eşek yine de yürümez bitürlü… Kart eşekte yürüyecek derman kalmamış… Halıyı köylünün elinden kurtarsak bir, eşeği bırakıp savuşacağız…
Eşeği ite kaka, yirmi otuz adım açıldık, köylü arkamızdan seslenerek seğirtti:
– Durun, durun, eşeğin şeyi kalmış…
Aman! Adam çulu kendiliğinden getiriyor diye bir sevindi ki… Adam koşup geldi, tepeyi aştı:
– Yahu, dedi, eşeğin kazık demirini unuttunuz. Amerika’ya götürünce bu eşeğin bağını nereye çakacaksınız? Düşünmezsiniz: Hiç kazıksız eşek alınır mı? Acemi olduğunuz nasıl da belli…
Ucu halkalı demir kazığı da aldık elinden… Amerikalı bana:
– Hadi sırası, şimdi de halıyı iste… Aman belli etme… “Şu pis çulu da veriver” de…
Köylüye,
– Bu eşek çok zayıf, hastalıklı da… Üşüyecek yazık, dedim. Sen hayvanın üstüne eski bir çul örtmüştün, o pis çulu ver de üstüne atalım…
– Yooo, dedi, çulu veremem… Siz benden eşeği aldınız, çulu değil…
– Evet, eşeği aldık… Çulu da üstüne örtelim. Zaten eski, pis… Para da etmez.
– Evet, eski ve de pis… Ve de para etmez… Ama veremem.
– Neye?
– Veremem beyim… Baba yadigârı bir çuldur, verilmez… Atadan dededen kalma bir hatıra… Veremem…
Amerikalı’ya “Vermiyor, babadan kalma yadigârmış” dedim. “Ne işine yararmış sanki, sor bakalım” dedi.
– Bu pis çul parçası ne işe yarar sanki… dedim…
Köylü birden ciddileşti:
– Ne demek ne işime yarar, şimdi bir başka uyuz eşek alıp sırtına koyacağım. Kısmetim varsa, sizin gibi bir meraklısını bulur, Allah’ın izniyle onu da satarım. Bu çul bana uğur getirir, uğur… Ben size kazığı da üste bedavadan verdim. Ona bişey dedim mi?
– Canım çula da bikaç kuruş verip alalım, örtelim hayvana…
– Amma yaptın. Sonra ben eşekleri nasıl satacağım?… Beş yıldır kart uyuz eşekleri hep bu çul sayesinde satıyorum… Hadi güle güle… Vann malın hayrını görün…
Amerikalı’nın yüreğine inecek diye korktum. Koluna girdim. Köylü bikaç adım açıldıktan sonra uzaktan seslendi:
– Eşeği bırakacaksanız, zahmet edip uzağa götürüp bırakmayın da hiç mi değil, yorulmayayım…
Eşeği orada bırakıp, cipin olduğu yere kadar yürüdük. Amerikalı halı uzmanı,
– Başka yerlerde işte bu yoktu, hiç başıma gelmemişti, dedi, hepsi aynen, ama bu başka numara…
Cipe bindik. Kazık hâlâ elindeydi. Onu elinden atmıyordu.
– Ne yapacaksınız bu demir kazığı? dedim.
– Hatıra olarak bu kazığı, halı koleksiyonuma koyacağım, dedi, kıymetli bir kazık, ikibinbeşyüze çok ucuz aldık…
– Yaaaa, rezil olduk âleme, rezil…. Tuuuh…
“Rezil olduk” diye diye elini başına vurup duruyordu.