Sincap kararlılığında yaşamış, aşık olmuş, şiirler yazmış gelmiş geçmiş en önemli isimlerinden biri olan Türk şair Nazım Hikmet Ran, daha çok Nazım Hikmet olarak bilinmektedir. Nazım Hikmet hayatı boyunca bir çok güzel şiirler ve eserler yazmıştır. 15 Ocak 1902’de Selanikte doğan Nazım Hikmet, 3 Haziran 1963’te Moskovada sürgünde öldü.
Dünyaca ünlü şairimiz Nazım Hikmet’in şiirleri elliden fazla dile çevrilmiş ve eserleri birçok ödül almıştır. İşte Nazım Hikmet’in yazdığı Memleketimden İnsan Manzaraları isimli şiir sözleri..
I
Haydarpaşa garında
1941 baharında
saat on beş.
Merdivenlerin üstünde güneş
yorgunluk
ve telaş.
Bir adam
merdivenlerde duruyor
bir şeyler düşünerek.
Zayıf.
Korkak.
Burnu sivri ve uzun yanaklarının üstü çopur.
Merdivenlerdeki adam
-Galip Usta-
tuhaf şeyler düşünmekle meşhurdur:
«Kaat helva yesem her gün» diye düşündü
5 yaşında.
«Mektebe gitsem» diye düşündü
10 yaşında.
«Babamın bıçakçı dükkanından
Akşam ezanından önce çıksam» diye düşündü
11 yaşında.
«Sarı iskarpinlerim olsa
kızlar bana baksa»
diye düşündü
15 yaşında.
«Babam neden kapattı dükkanını?
Ve fabrika benzemiyor babamın dükkanına»
diye düşündü
16 yaşında.
«Gündeliğim artar mı?» diye düşündü
20 yaşında.
«Babam ellisinde öldü,
ben de böyle tez mi öleceğim?»
diye düşündü
21 yaşındayken.
«İşsiz kalırsam«diye düşündü
22 yaşında. «İşsiz kalırsam» diye düşündü
23 yaşında. «işsiz kalırsam» diye düşündü
24 yaşında.
Ve zaman zaman işsiz kalarak
«İşsiz kalırsam» diye düşündü
50 yaşına kadar.
51 yaşında «İhtiyarladım.» dedi
«babamdan bir yıl fazla yaşadım.»
Şimdi 52 yaşındadır.
İşsizdir.
Şimdi merdivenlerde durup
kaptırmış kafasını
düşüncelerin en tuhafına:
«Kaç yaşında öleceğim?
Ölürken üzerimde yorgan olacak mı? »
diye düşünüyor
Burnu sivri ve uzun.
Yanaklarının üstü çopur.
Denizde balık kokusuyla
döşemelerde tahtakurularıyla gelir
Haydarpaşa garında bahar.
Sepetler ve heybeler
merdivenlerden inip
merdivenleri çıkıp
merdivenleri tutuyorlar.
Polisin yanında bir çocuk
-tahminen beş yaşında-
iniyor merdivenleri.
Nüfusta kaydı yok
fakat ismi Kemal.
Merdivenleri bir heybe çıkıyordu
bir halı bir heybe.
Merdivenlerden inen Kemal
yapa yalnızdı
-kundurasız ve gömleksiz-
ortasında kainatın.
Açlığından başka bir şey hatırlamıyor
bir de hayal meyal
karanlık bir yerde bir kadın.
Merdivenleri çıkan heybenin
kırmızı,mavi,siyahtı nakışları.
Halı heybeler
ata, katıra, yalıya binerlerdi eskiden,
şimdi şimendifere biniyorlar.
Merdivenleri bir kadın iniyor.
Çarşaflı
şişman
Adviye Hanım.
An-asıl Kafkasyalı
1311’de kızamık
1318’de gelin oldu.
Çamaşır yıkadı.
Yemek pişirdi.
Çocuk doğurdu.
Ve biliyor ki öldüğü zaman
bir şal koyacaklar tabutuna
selatin camilerinden
Bir damadı imamdır.
Merdivenlerin üstünde güneş
bir baş yeşil soğan
ve bir insan:
Ahmet Onbaşı.
Balkan Harbine gitti.
Seferberlikte gitti.
Yunan Harbinde gitti.
«Ha dayan hemşerim sonuna vardık«
sözü meşhurdur.
Merdivenlerden bir kız çıkıyordu.
Çorapta çalışır.
-Tophane caddesi,Galata-
Atifet on üç yaşındadır
Galip usta baktı Atifet’e,
«Evlenseydim eğer
torunum olurdu bu kadar»
diye düşündü.
«Çalışırdı, bana bakar»
diye düşündü.
Sonra birdenbire aklına Şevkiye geldi.
Emin’in kızı.
Mavi mavi gözleri vardı.
Geçen sene daha adet görmeden
Şahbaz’ın arsasında bozmuşlardı.
Sepetler ve heybeler
merdivenlerden inip
merdivenleri çıkıp
merdivenlerde duruyorlar
Ahmet onbaşı
-yine askerdi-
yetişti halı-heybeye.
Öptü elini.
Halı-heybe
Ve mavi mintan,palto,siyah şalvar
Ve keten lastik iskarpinler,
Fötür şapka,sakal
Ve lahuri şal
Kuşak
Onbaşının omzunu okşayarak:
«-Hayıflanma birkaç kalem borç için« dedi,
«hane halkını sıkıştırmayız.
Yalnız biraz faiz biner.«
Haydarpaşa koynunda
Martılar inip kalkıyor
Denizde leşlerin üstünde.
İmrenilir şey değil
Martıların hayatı.
Garın saati
Üçü beş geçiyor.
Siloların orda
Buğday yüklüyorlar
İtalyan bandıralı bir şilebe.
Ayrıldı onbaşıdan halı-heybe
gara girdi.
Merdivenlerde güneş
yorgunluk
ve telaş
ve altın başlı kelebek ölüsü var.
Kocaman insan ayaklarına aldırmadan
Bembeyaz,upuzun taşın üstünde
taşıyor karıncalar kelebeğin ölüsünü.
Adviye Hanım
Sokuldu polis efendiye.
Bir şeyler konuşuldu.
Okşadı çocuk Kemal’i.
Ve hep beraber
karakola gittiler.
Ve her ne kadar
bir daha görülmeyecekse de
hayal meyal
karanlık bir yerlerde hatırlanan kadın
çocuk Kemal
yapayalnız değil artık ortasında kainatın.
Bir parça bulaşık yıkayıp
Biraz su taşıyacak
Ve Adviye Hanımın dizi dibinde yaşayacak.
Merdivenleri mahkumlar çıkıyordu.
Şakalaşıp
gülüşerek.
Üç erkek
bir kadın
ve dört jandarma.
Erkekler kelepçeli
kadın kelepçesiz
jandarmalar süngülü.
Merdivenler üstünde bir kayısı gülü
Bir cıgara paketi
Bir gazete kadı.
Mahkumlar durakladı.
Jandarma Hasan
Tokalaştı Ahmet Onbaşıyla.
Jandarma Haydar
Aldı yerden boş paketi
Soktu cebine.
Ve mahkum kadın
boynuna atılan Atıfet’i
öptü iki yanağından.
Eğilip baktı kelepçeli Halil
kayısı gülünün yanındaki gazete kadına:
«Tek sütunluk bir nefer.
Üniforması belli değil.
Tıraşı uzun.
Beyaz sargılar var başında.
Sargılarda kan.
Sonra tayyareler
-kanatlı köpek balıkları gibi-
«pike bombardıman«
diye yazıyor.
Sonra bir liman:
Küçük, beyaz daireler çizili üzerinde.
İsmini okuyamadı,
Mürekkebi gaz lekesi dağıtmış.«
Üç bayan
çıkar merdivenleri koşarak
-sivri külahlarıyla
mantar iskarpinleriyle-
banliyö yolcuları.
Kelepçeli Süleyman
Bayanları gördü.
Genç bir kadın geçirdi yüreğinden.
Kayısı gülünü nişanlayıp
Tükürdü.
Kelepçeli Fuat
Seslendi Galip Ustaya:
«–Usta.
yine tuhaf şeyler düşünüyorsun.»
«–Düşünüyorum evlat.
Geçmiş olsun.»
«–Eyvallah usta..
Düşünmek değiştirmez hayatı.»
Fuat
tersanede tesviyeci,
19 yaşında girdi hapise
üç arkadaş perdeleri indirip
bir kitap okudukları için.
Ve yatıyor iki yıldır.
Şimdi içerilere gönderiyorlar.
Galip Usta
bu sefer
dehşetli bir şeyler düşünerek
bakıyor kelepçesine Fuat’ın,
bugüne dek
farkına varmadan biriken şeyler
yığınla
üst üste
hep beraber
tıkacını atan bir çeşme suyu gibi
bulanık
berrak
akıyordu kafasının içini doldurarak:
«Ne kadar çok fabrika var İstanbul’da,
Türkiye’de ne kadar çok,
dünyada ne kadar çok, sayılamayacak kadar.
Dün akşam tornacı Ayyaş Kadir’in
Ölüsünü buldular
üniversite kapısında
— bayılmış kız, talebelerden biri –
Ne kadar çok kayış, kasnak
ne kadar çok volan
ne kadar çok motor
dönüyor, ha babam dönüyor, ha babam dönüyor, dönüyor,
ne kadar çok adam, ne kadar çok adam
işsiz kalırsam, diye düşünüyor,
Mürettip Şahap Usta kör oldu
dileniyor matbaalarda.
Dokuma tezgâhları, fireye tezgâhları, torna tezgahları,
şahmerdanlar, merdaneler,
pulanyalar,
pulanyalar,
pulanyalar,
—Galip Usta pulanyacıydı.—
Kim bilir dünyada ne kadar
ne kadar çok issiz var.
Ama askere almışlardır.
Asker olunca işsiz adam
artık işsiz sayılmaz mı?»
«–Yine derinlere daldın ustam.»
Galip Usta dokumdu Fuat’ın kelepçesine:
«–Allah sonsumuzu…
«– ürktü kendi sesinden
….hayreyleye evlat,»
dedi.
İnce siyah bıyıklarıyla Fuat
gülümsedi:
«— Hayırdır mutlak sonumuz..»
Ustanın çipil gözleri ıslak
titriyor uzun burnu.
Ve etrafa belli etmeden
koydu Fuat’ın cebine
elli beş kuruşundan yirmi kuruşunu.
Garın saati on beşi sekiz geçiyor.
I5:45’de kalkar bu tren
Üçüncü mevki bekleme salonunda
oturup
dolaşıp
uyuyorlar yüzükoyun
Kalkacak herhangi tirenle ilgileri yok.
Baskıcı Ömer
sakalı avuçlarında
betonun üzerinde çıplak ayakları
oturuyor iki büklüm sabahtan beri.
Ve yine sabahtan beri Ömer’in Önünde
aşağı, yukarı, ileri, geri
volta vuruyor Recep.
İnce uzun kotları kalkıp inip
görünmez bıçakları atıp tutar gibi elleri
Ali malının masanın üzerinde yatıyor yüzükoyun
sırtı yarılmış gömleğinin
kumral başı bileklerimde.
Üçüncü mevki bekleme salonunda
oturup
dolaşıp
yüzükoyun uyuyorlar
Kalkacak herhangi tirenle yok alakaları
Aysel :
Yaşıı belli değil.
Belki on üç, belki yirmi.
Esmer
Kuru.
Kur…
Necla:
on beş yatında var yok.
Burnu kıpkırmızı
yüzü değirmi.
Ve insanı şaşırtacak katlar büyük
yeşil empermablin altında memeleri
Vedat :
18 yaşımda.
Top ense, altı oklu beyaz kıravat
ve sivilceler.
Vedat konuşuyor:
«–Hiçbir yere benzemez. Bursa hamamları.
Hele Ferahfeza
Bahçe içinde bir otel.
Müşteriler temiz.
Vizite üç papel.
Biri patrona kalıyor,
Geçen sene bir Ermeni kızı götürdüm,
Kurnazdır Ermeni milleti
bizim Türklere benzemez.
Dünyalığı düzeltti.
Drahoması tamam.
Mâlum ya gâvur âdeti.
Şimdi nişanlıdır.»
Aysel sordu:
«–Sana ne vereceğiz.?»
«–Ben beşer kâat alırım patrondan
hesabınıza,
komisyon.
Mevsimidir,
kızlar bir tutarsanız;
günde on beş kere
belki daha çok.
Bir hesapla ne eder?
Has malları görsün Bıırsa’nın gözü.
Kadıköylüdür diye yazdı gazeteler
İstanbul kızlarının en güzelleri.»
Sabahtan beri
ilk defa
doğruldu olduğu yerde baskıcı Ömer.
Seslendi Recep’e:,
«–Bir cıgara ver.»
Hızla önümden geçti Recep
ve dönerken
fırlattı cıgarayı.
Babası müftüydü baskıcı Ömer’in.
Evin içinde kuka teşbihler, kılaptan seccadeler.
el yazma müzehhep Mushafları hattat Osman’ın:
fakat bir tek han hamam tapusu
bir tek konsilit.
bit tek Hicaz demiryolu tahvili yoktu.
Müftü Elendi bembeyaz, şişman bir adam
Ömer hastalıklı bir çocuktu.
Arabi öğrenemedi.
Farisi, öğrenemedi.
Ahmetliye kitabında cennet kapılarına bakıp
«–tıpkısıydı bunlar Dolmabahçe kapısının»
başladı nakışları çizmeye
Müftü vefat etti Meşrutiyetten evvel.
Meşrutiyette kadınlar dağıldılar
seccadeleri ve tesbihleri götürerek.
O hengâmede
Ömer yirmi yaşındaydı demek.
Hattat Osman’ın’ mushaflarını Parizyana’da yedi.
Gönüllü asker oldu Balkan Harbinde.
Seferberlikte esir düştü,
döndü ve başladı Kalpakçılar başında baskıcılığa.
Ahmediye’nin Firdevs kapılarındaki nakışlar
patiskalar üzerinde açılmaya başladılar..
Tahta kalıp ,
tahta kaşık
tahta dükkan
ve akşamları şarap dolu kırmızı testi
ve esaretten kalma biraz gulamperesti
bahtiyar yaşıyordu müftü zade Ömer Efendi.
Ta ki İtalya’dan
hazır kâat modeller gelene kadar.
Zira kâat modeller
kepenklerini baskıcı dükkânlarının
kapadı birer birer,
bir daha açılmamak üzere.
Recep yine hızla geçip
dönerken.
fırlattı kibriti Ömer’e.
Ali masanın üstünde yatıyor yüzükoyun
sırtı yarılmış gömleğinin.
Aysel su dökmeye gitti.
Necla dedi ki Vedat’a :
«– Kardeşim
götürmeyelim bu sıska kızı.
Belsoğukluğu var.
İzmit’te aldı geçen sene.
Her tarafı akıyor bunun.
Hem inanma yalan
Kadıköylü değildir.»
Denizde balık kokusu
döşemelerde tahta kurularıyla gelir
Haydarpaşa garında bahar.
Üçüncü mevki bekletme salonunda
tahta kanepelere değil
kapıya yakın
duvarın dibine
betona çömelmişler,
mavi düğmeler mintanlarında
dizleri parçalanmış sarı şayak poturlarının,
kırmızı sakallı iki Bulgarya muhaciri.
Öfkesiz, kederiyle konuşuyor, biri :
«–Yövmilbeter,
beterden beter.
Sonra yeter.
Paranın, tuncu.
İnsanın piçi.
Hepsi mi ama
iyisi de var.»
Dışarda
peronların orda kalktı 15:45 katarı.
Bu tiren
yataklı vagonuna rağmen
tirenlerin en külüstürüdür,
altı kuruşluk cıgara gibi bir şey.
Galip Usta selametleyip mahkûmları
girdi üçüncü mevki bekleme salonuna.
Oturdu baskıcı Ömer’in az ötesine.
Ali masanın üzerinde yatıyor yüzükoyun.
Recep ansızın durdu önünde ölü kaloriferin,
ibreyi soğuktan sıcağa, sıcaktan soğuğa çevirdi,
sonra bir tekme attı borulara,
sonra bağırdı avaz avaz:
«–Kesmeli yeryüzünde tekmil çıfıtları.
Tez gel bre Hitler Amca nerdesin?»
Kaçakçıydı Recep
ve sabahtan beri gelmeyen Moiz
eroin getirecekti. Galip Usta ne dost ne düşmandı Hitler’e.
Fakat Recep’e kızdı.
Baktı Bulgaryalı muhacirlere.
Yine aynı öfkesiz kederiyle konuşuyordu
kırmızı sakallılardan biri :
«–…..gider İbrahim Peygambere der ki herif
kargalar gördüm,
gübreden kalkıp,
dallara konup,
ezanlar okuyorlar.
Bir adam gördüm
oturmuş derenin başına;
yol vermiyor aksın
içiyor tekmil suyunu
Geyikler gördüm;
kaçıp girmezler,
koşarlar peşinden avcının
vur, diye ille bizi…
İbrahim Peygamber der ki herife :
O kargalar ki gördün
imamlar, hocalardır.
Gübredir mekânları,
okurlar ezanları…
Düvellerdir dereyi içen adam;
halkın kanını içer,
doymazlar, içer içer,
bırakmazlar ki aksın
dere bildiği gibi.
Gördüğün geyikler günahlarımızdır:
koşarlar avcılara.
Avcılar: para.»
Ali masanın üzerinde yatıyor yüzükoyun
sırtı yarılmış gömleğinin
kumral başı bileklerinde.
Recep bağırdı :
«–Burası sabahçı kahvesi mi, otel odası mı be
Delikanlı uyan»
Ali kımıldamadı.
«–Sana diyoruz.» ‘
Ali kımıldamadı.
Ali cevap vermedi Recep’e.
Tuttu delikanlıyı Recep
çevirdi arka üstü.
Ali’nin başı düştü.
Ali çoktan ölmüştü.